Hayat kapkara bir çarşaf gibi aslında. Kapkara bir çarşaf, üzerine de minik beyaz noktalar serpiştirilmiş olan, öylesine hoyrat, öylesine gelişigüzel.
Tabii biziz o noktalar. Sen, ben, bunlar. Ve o hiç karşılaşmadıklarımız, o hiç duymadıklarımız, o hiç dokunmadıklarımız. Varlığı ucube, sayısız noktalar ki, gerçekte var sayılmayan, hesaba katılmayan iki ayaklı kederlerdirler. Anlayacağın, kirvem; kimliksiziz hepimiz. Değersiziz, anlamsızız ve kendine bile yararsız ve gereksiziz. Hakikat bu. Sadece bu.
Şu an okurken bu satırları, delirdiğimi düşünüyorsun, değil mi? Hayır hayır, deli değilim. En azından şimdi değil. Bundan emin olmanı isterim, seni bir nebze haklı bulsam bile, var say ki deli olmanın eşiğindeyim, ama "henüz" tümden orada değilim. Şimdilik bunu demekle yetineceğim. Tabii ki, inanıp inanmamak da sana kalmış kirvem.
Bilirsin, ısrarı hiç sevmem. Bilirsin, ille ikna etmek gibi bir misyonum da olamaz zaten. Özgür ve yalın iradene, anlayışına kalmış artık aklımı yitirdiğime inanmak ya da inanmamak. - boş ver, dediklerimi düşünme gitsin!
Gerçi biliyorum ki senin beni düşünmekten daha âlâ uğraşların, endişelerin var. Bu durumda beni düşünmeni ortaya atmam, iyi bir budalalık neticesi. Ama yine de azıcık kulak verirsen bana, sevineceğimi de bilmeni isterim. Seçim senin.
Asıl konuya geçecek olursak... Evet, dünden beridir ben bende değilim. Bugün de kendime yabancı gibiyim. Sokakta karşılaşsam kendimle, ne tanırım kendimi ne de selam vermek geçer usumdan, bu kesin! Evet evet, dünden beridir devasa bir moloz yığını gibiyim. Say ki plastik ve lastik atıklarından oluşan gereksiz çöp yığınıyım. Sanki bir trajedi ertesi bilincini yitirmiş lal bir hiçim. Neden mi? Nedenler öylesine fazla ki sana hangi birini anlatayım.
Hem anlatmak neyi değiştirir, neyi? Anlatmak seni de çöpün içine çekmek gibi olmaz mı? Yok yok yapamam bunu! Ne de olsa halihazırda küflenmemiş, çürümemiş - zerrecik de olsa - yanlarım var empati yapan. Senin de sana muhtaç olan çoluk çocuğun, neme lazım... Uzun sözün kısası, kirvem, çözümü olmayan bir çelişki içerisindeyim. Yüreğim çırpınıyor taşmamak için. Beynimin suları deviniyor karanlık dipsizliğinde. Ve bedenim de bu iki yanımın labirentinde, istikrarsız ve şaşkın. Hal böyleyken, henüz çürümeyen, küflenmeyen azınlık yanım da yorgun düşüyor.
Hele bi söyle lo! Bu lal dilim handikap bedenimin hangi yanına ayak uydursun? Dağarcığım hangisini kılavuz bilsin? Anlayacağın, karman çorman bir dilemmanın içinde kalakalmışım. Artık hiçbir şey bilmemem bundan.
Paradoksal olan ne biliyor musun, kirvem; ister kalbime danışayım, ister beynime... Sonunda zifiri bir zulaya çıkıyor varlığımın adımları. Hani karanlıkta körkütük körelmek gibi bir şey bu. Ruhumsa ıssız buzullarda yalın ayak ölüme terk edilmiş gibi kimileyin. Sahi insan buz üzerinde kaç dakika, kaç saat yaşayabilir yalın ayaksa? Yalın ayak olmak çırılçıplak olmakla eşdeğer değil mi? Ben kesin buz parçası oluveririm bu durumda. Ne eriyebilen, ne taşınabilen ve işe yaramaz bir kütle yığını yani.
Neyse... Yine saçma sapan düşüncelerimle kafanı bulandırıp yordum. Bağışla bağışla!
Gördüğün gibi, kirvem; iflah olmaz ve çetin biriyim. Ve bir maymundan da yok bir farkım. Daldan dala atlayıp duruyorum boyna, hem de gözünün önünde. İstikrarsızlığım su gibi berrak. Bireysel balansım zaten bir zerre, tıpkı o kara çarşaf üzerindeki noktacıklar gibi. Hem bir daha da "neden" diye sorma, n’olur! Neden(ler)den çok ne var ki bu alemde, teo...
Aslında, diyorum; biraz didaktik düşünürsen bulursun bazı suallerinin yanıtlarını - hem biraz ayıp olmuyor mu? Ne bileyim, bunca soru da sorulmaz ki kafatasının içi çöp yığını olan birine!
Seni bilmem, ama uzmanlar okusalar ilenen bu satırlarımı, anında ağır bir teşhis koyarlar bana. Gerçi teşhis koymaları neyi değiştirir ki? Yüreğimi ve beynimi yerinden söküp alamayacaklarına göre, değiştiremeyeceklerine göre, bir anlam taşımaz tanıları ve o sundukları deneyler vs. her girişim bir avuntu olur sadece...
Üstelik kime ne içimde devinen kaosun ahvalinden. Dünya karmaşadan bu denli kararmışken, koca koca insanlar bu denli berbat, rezil ve zombileşmişken, kuşlar bu denli korkmuşken ve düşler… Düşler de kavramını yitirmişken...
Benim minimalist hayatımın ne önemi var, kime fayda sağlar varlığım, asosyal ve zararsız yaşamım kimin umrunda olabilir ki? Düşünsene be kirvem; beni ciddiye alıp, kandırmaya bile kalkışmıyorlar artık. Neymiş efendim, ağaçları sevmem, onlarla konuşmam zorlarına gidiyormuş. İnançlarını benimsemiyor olmama fena halde gıcık oluyorlarmış. Bu düpedüz "canınız cehenneme!" demek gibi bir şeymiş. Bu yüzden "tu kaka" oluverdim kalplerinde. İşte, öbür noktalarla ahvalim bu, güzel kirvem.
Tavsiyem şu: bu eften püften ayrıntıları unut gitsin! Ayrıca, ruhun sıkıldıysa pencereni aç ve biraz oksijen solu. (Sahi sizin orada oksijenin kokusunu alıyor musun hâlâ?)
Ya kirvem; bozuk plak gibi kendimi tekrarlayıp durdum, parantez üstüne parantez açtım, n’olur bağışla. Konudan konuya atladığım için de bağışla. Ve... Neticede hiçbir şey anlatamadığım için de bağışlama istersen. Her şeye rağmen canın sağ olsun, derim. Cidden bak, aynen dediğim gibi, (Gerçi bir şey dememe gerek yok, sen zaten leb demeden leblebiyi anladın). Yani ki teşhis konulması gereken bir vakayım. Bu nedenle yaklaşma bana, uzak dur. Moloz olmak istemiyorsan tabii, seni sevenlerin hatırı için de olsa uzak dur mecramdan.
Gerçi sen şimdi çoktan beni analize başlamışsındır da. Bir milim kalan aklımla düşündüm de; bu benimkisi bir ”bir başınalık sendromu” mu yoksa?
"Bugün", demiştim az önce: bak, gece olmuş bile.
Söyler misin, kirvem; ben yarına nasıl çıkarım şimdi? Ya çık(a)mazsam?
Çok korkuyorum...