Dilimize (benim de) pelesenk olmuştur kolektif çalışma. Sıklıkla olmadığını, olması gerektiğini belirtmek, yine sıklıkla (biz bildiğimiz için!) yoksunluğu nedeniyle eleştirmek, suçlamak için ağzımızdan çıkar birbirine yapışık bu iki sözcük. Sağlık hizmet sunumunda, gönüllü farklı etkinliklerde, Gezi sonrası forumlarda ve demokratik kitle meslek örgütlerinde mesai harcamış biri olarak kolektif çalışmayı ne kadar becerebildiğim(iz)den kuşkuluyum. İtiraf edeyim, üzerinde özel olarak düşünene kadar yer aldığım ekip çalışmalarını da kolektif çalışma olarak düşündüğümü fark ettim. İlk gençlik yıllarımda ise kolektifi komünalle karıştırdığımı eklemeliyim.
Nereden çıktı kolektif çalışma merakı denilebilir, haklıdır. Şöyle oluyor: Kişinin tek başına karar verip, kurgulayıp ve büyük ölçüde tek başına yürüteceği bir macera, eylem ya da süreçle ilgili olmadığınızı fark ediyorsunuz. Kuvvetle muhtemel değiştirmek istiyorsunuz toplumu, bu dünyayı. Tek başına gücünüzün yetmeyeceğini -ne iyi ki- fark ediyorsunuz ama küçük bir ihmalle. İhmal ettiğiniz değişimin kendinizden de başlaması gerektiği.
Nedir kolektif çalışma?
Hayat bu durmuyor, siz de durmuyor ve birileriyle birlikte çalışıyorsunuz ve adı da kolektif çalışma oluyor (ama olmuyor!).
Çok mu basit anlattım. O zaman biraz “karıştıralım”, John Berger’in ifadesiyle “açıklanmasa kendiliğinden apaçık olan şeyleri açıklama”ya çalışalım.
Tanımlanmış ya da kabaca tanımlanmış bir hedef için gönüllü olarak çaba harcamak ve birden fazla kişiyle birlikte bu çabayı ortaklaştırmaya çalışmak; hikâye bunun üzerine.
Kolektif, her birimizin kavram şebekesinde başka bir karşılık bulabilir, ama sanırız hemen herkesin kabul edeceği gibi en genel iki çağrışımla kafamızdaki haritada yer alıyor: Birden fazla kişinin olması ve organize olma hali. Birden fazla kişinin organize bir şekilde iş yapması kolektif için bir gerek şart ama yeterli değil. Bir başka ifadeyle bu ikisinin olması o iş için yapılan çalışmanın kolektif çalışma olarak nitelendirilmesine yetmez. Birden fazla kişinin nasıl organize olduğu üzerine birkaç soru ışığında ilerleyelim.
Birçok kişiyi içine alan, bir araya gelmesi sonucu olan üretmenin kolektif halini “bir başına”dan daha iyi kılan nedir?
Kolektif nasıl bir ortamda “yaşam bulur”? Kolektifle hiyerarşi, iktidar, uyumsuzluk, çatışma bir arada olabilir mi? Kolektifin atmosferi, solunan havada neler olmazsa olmazdır?
Bir ile çokluk
Bir ile çokluk arasında bir dikotomi, ikilem yaratmak ve bunun üzerinden fikir jimnastiği yapmak anlamsız. Ama bir başına’dan daha iyisinin arayışı içindeysek ve birden fazla bir araya gelişlere anlam yüklüyorsak bir(ey)le ilgili kısa değerlendirmeye de gerek olduğu ortada. Özellikle de 1980’lerle şekillenen egemen dilin, bireyin, bireyciliğin neredeyse kutsandığı bir “kültürel dayatmanın” ikliminden çıkmak istiyorsak.
Bireyi biricik kılan ve ötekilerden ayıran (diğerleriyle arasına sınır çeken) onun sözü ve eylemidir. Hangisi önce (söz ve eylem?) çok önemli değil ama biliyoruz ki insan olmak sıklıkla -her zaman değil- bir ilişkisel çerçeve içinde var olmakla tanımlanabilir yani insani varoluş hali birlikte varoluş halidir ve insan sadece bir başkasıyla var olur. Başkasıyla varoluş tekillik değil bir çokluktur. Bir ve çokluk arasında diyalektik bir ilişki olduğu, çokluğun bire muhtaç olduğu, birin ise var olabilmek için en azından bir başka bire ihtiyacı olduğu açıktır. Dolayısıyla kolektif demek önce bir’in, bireyin kıymetini bilmek demektir. Gönüllü bir ortak çalışmada her bireyin kıymetini bilmek gerekir. Bireyi hiçleştiren bir kolektif, “iyi ürün” veremez.
Bireylerin bir araya gelmesi bir çokluk oluşturur ama henüz hiçbir şey olmayan, sadece herhangi bir şey olabilecek bir imkanlar demeti sunar. Dolayısıyla çoklukta var olan bazı oluş potansiyellerinin hayata geçirilmesi, yani çokluktan “bir-lik” oluşturmak gerekir. Böylece bireylerden kolektife geçiş için çokluğun bir hedefinin, imgesinin olmasının gerektiğini söylemiş oluruz.
Çeşitlilik
Burada bir parantez açıp bu geçiş sürecinin ihtiyacı olan iklimi tanımlamaya çalışabiliriz: Bireyler kibrinden feragat etmiş bir sevgi, ahlakçı olmayan bir etik, hayatın neşesi, burukluğu ve sihriyle beslenen bir ortamda diğerleriyle harmanlanır.
Kolektifin ortamı bir başına’dan, bir başına’nın güvenli, huzurlu limanından ayrılarak her türlü çeşitliliğe izin verecek -deyim yerindeyse- bir genetik mühendislik ya da “tasarım ortamı” değildir. Farklı birikim ve düşünce tarzları, akıl yürütmeleri olanların kimsenin kimseden üstün olmadığını bildiği, içselleştirdiği, sözcüğün olumlu anlamıyla herkesin birbirine muhtaç olduğu, uyumsuzluk ve çatışmayı hiyerarşik bir model olarak görüp reddeden, iş birliği ve uyumu ise her şeyin benzersiz zenginliğinden yararlanma arayışı olarak kavrayan bir atmosferde yeşerir.
Çünkü uyumsuzluk ve çatışma yıkıma yol açar. İş birliği ve uyum yaratıcılığı getirir. Kuşkusuz yaratıcılıkta da çatışma vardır ama bu çatışma kolektifin daha fazla iyi için verdiği sonsuz arayış ile arasındaki çatışmadır.
Kolektifin atmosferinin bileşenleri sevgi, saygı ve güvendir.Üçünün varlığının yeter şartı insan olmanın değerini bilen insanlar arasında geçerli oluşudur. Dolayısıyla kolektif ilişkinin kurulabilmesi bu yönüyle eşit insanlar arasında mümkündür.
Dikey değil yatay form
Kolektif ilişkide organize olmaktan kaynaklanan “hiyerarşisi” söz konusu olmakla birlikte ele geçirilecek bir iktidar odağı yoktur. Olsa olsa insan ilişkileri içerisinde inşa edilen ve sürecin çekip çevrilmesine katkı sunan ortak irade ürünü “görev odak-ları” vardır. Bu haliyle kolektif çalışmanın yaşam formu dikey değil yataydır. Yatay yaşamak bir yanıyla başkasıyla kurulan ilişkinin odağına kendi saygısını yerleştirmek bir yanıyla da etik sorumluluğu üstlenme kararıdır. “Kendi saygısı” ego şişkinliği, kibir, gurur gibi akıl yürütmeyle kamufle edilmiş biçimlere hızla bürünebilen, deyim yerindeyse bıçak sırtında varlığını sürdüren hassas bir oluş halidir. Dikey yaşam kolektife zarardır. Çünkü insanı hep daha yukarılara, yükseklere çıkmak, özünde kendine yabancılaşarak tekliği yücelten, “ben”i fetişleştiren bireyciliği özendirir.
Oysa yatay yaşamakta yükselecek bir yer yoktur. Yatay ilişkinin dalları-kolları yükseklere değil ya birbirine ya da yere (toprağa) uzanır. Kolektif ilişkide çıkan-düşen olmaz. Çünkü kolektif ilişki yatay bir yaşam formudur, hep birbirine giden fikirler-işler-akışlar söz konusudur.
Kolektif ilişkide birey-ler açık saydam olmalıdır. Açıklık çıplaklık gerektirir, sıklıkla çıplaklıkla karıştırılan nü olma hali ise bir çeşit giyinikliktir ve kolektif ilişkiye zarar verir. Çıplak olmaktan kasıt insanın kendisi olmasıdır. Kendimiz olabildiğimiz ölçüde kolektif ilişkide ortak ürün yaratımına dahil olur, katkı sunarız. Nü olmak ise başkalarına çıplak görünmektir.
Zerafet ve marifet
Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız haller ancak bir hedef ya da daha doğrusu bir imge olduğunda bir araya gelmiş bireyleri çokluktan birliğe yani kolektif çalışmaya dönüştürür. İmge kolektife her bir bireyin tahayyül gücüyle de zenginleşen bir tasarım sunar ve üyeler birliğe (bir arada oldukları gruba, kurula, yapıya) ait olan bağlarını sahici bir şekilde kurabilirler.
Buraya kadar yazılanlarda hem fikir olanların da fark edeceği gibi kolektif ilişki/çalışma zordur. Çünkü kolektif ilişki zerafet ister, marifet ister. İçtenlikle nezaket birleşmedikçe zerafet, yetenekle çaba birleşmedikçe de marifet meydana gelmez, demişler.
Nihayetinde bugün birçok gönüllü çalışmanın üretmek ve haz almak yerine insanı tüketen hallleri ‘bir’lerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ‘çokluk’la sınırlı bir ‘hedef’i yeterli bulmalarından olabilir. Üretmek ve değiştirmek için üzerinde düşünülmüş/tartışılmış bir ihtiyaç tanımıyla organik bir kurguya kafa yorarak kolektif çalışmaya imkân sunmayı önemsemekte yarar var.
*Bu yazı 21 Aralık 2019 tarihinde dost ortamında yaptığım aynı başlıkta bir açılış konuşmasına dayanmaktadır. Konuşmaya hazırlık sürecinde John Berger’in özellikle Görme Biçimleri, İonna Kuçuradi’nin İnsan ve Değerleri, Ahmet Murat Aytaç’ın Kitlelerin Ruhu kitaplarından yararlanılmıştır.
(NÖ)