“Çirkin Ördek Yavrusu”nun öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde.
Hani yumurtadan çıkar çıkmaz dışlanan, bulunduğu aileye-gruba benzemediği için “uygun” olmadığı zikredilen, sevimli bir ördek yavrusu değil de çirkin bir hindi yavrusu olduğu söylenerek ötekileştirilen, yalnızlığa itildiği için korunaksız hisseden, bir gölün yansımasında güzeller güzeli bir kuğu olduğunu fark edene kadar zorlu badireler atlatan, ölümlerden dönen yavrucağın öyküsü…
Her ülkede-kültürde ufak tefek farklılıkları olsa da anlatılanın özü hep aynıdır: Ötekileştirme ve dışlanma…
Daha doğar doğmaz dışlanmanın hayat enerjisini emdiği bu yavrucak, kalan enerjisiyle ona ait olmayan benliğe mi uyum sağlasın, yoksa zorlu hayat koşullarına mı bilemez… Annesi de diğer yavrularına benzemediği için evhamlanmakla, dizini dövmekle, sağa-sola dert yanmakla ve ona sürekli aileye “uyum” göstermesi için direktifler yağdırmakla yavrucağın eziyetini iki katına çıkarır…
Anneyi üzmemek adına, uyumlu olmak adına harfiyen direktiflere uyan yavrucak tüm çabalarına rağmen ne yapsa olmaz, kabul ettiremez ve sevdiremez kendini.
Yavrucak bir türlü anlayamaz; diğer kardeşleri gibi güzel olmayan bir ördek yavrusu mudur, yoksa bu familyaya ait olmayan çirkin bir hindi yavrusu mu?
O yüzden kendi olmak dışında her şey olmakla çabalar durur…
Anne başlarda yavrusunu savunmaya-korumaya çalışsa da yorulmuştur artık bu “uyumsuz” veletle uğraşmaktan, durumu bir talihsizlik olarak görmeye başlar ve sonunda işler çığırından çıkar, yavrucak kovulur bulunduğu yerden…
Bunu deneyimlemiş kaç kadın şu an bu yazıyı okuyor acaba?
Kaç kadın ona ait olmayan bir benlik yaratmakla harcadı yıllarını?
Kaç kadın “uyumsuz” ve “uygunsuz” olduğuna inandırılarak büyüdü?
Kaç kadın oldurmaya çalıştıkları kişi olmaktan kendi olamadı hiçbir zaman?
Kaç kadın familyasındaki diğer ördeklere benzemeyen çirkin bir ördek yavrusu mu yoksa o familyaya ait olmayan bir hindi yavrusu mu olduğunu sorgulamaktan gölde hayranlıkla izlediği kuğulara benzediğini fark edemedi?
Epeyce çok…
Hala bir yerlerde, çok yerlerde kız çocuklarının ve bazı erkek çocuklarının da “çirkin bir ördek yavrusu” olduğuna inandırılarak büyüdüğünü biliyorum. Hala!..
Hala aileden alamadıkları “onay ve kabullenme” nedeniyle hayatlarında derin oyukların oluştuğunu, ötekileştirildikleri için “aidiyet” karmaşası yaşadıklarını, nereye ait olduklarını sorup durdukları bir yaşam sürdürdüklerini biliyorum…
Hala farklı oldukları için, başkalarına benzemedikleri için her fırsatta “yanlış” oldukları söylenen ve çoğu zaman duyduklarına inanarak kendilerinin “yanlış” olduğu fikrine kapıldıklarını biliyorum…
Belki de yanlış değilsinizdir!
Belki de çirkin bir ördek yavrusu değil, ihtişamını henüz fark etmeyen bir kuğusunuzdur.
Belki de dengeyi bozan değil, dengenin tam merkezisinizdir.
Belki sadece diğerlerinden farklı olduğunuz için “uyumsuz” ya da “uygunsuz” olduğunuza inandırıldınız ve böylece kendinizi bir türlü sevemediniz, uzaktan hayranlıkla izlediğiniz kuğuların güzelliğine sahip olduğunuzu göremediniz.
Belki de gerçekten oraya ait değilsinizdir!
Sizi benliğinizden uzaklaştıran, başkalaştıran, sizi parçalara ayırıp yok eden o yere ait değilsinizdir. Hep suçlu-hatalı hissettiren, saf sevgi ve şefkatten yoksun o yere ait değilsinizdir. Kalbinizi yaralayan, size ait olmayan yaralarla sizi merhemsiz bırakan o yere ait değilsinizdir…
Işığınızı söndüren o yere ait değilsiniz!
O halde ait olduğunuz yerleri aramaya başlayabilirsiniz. Bulamadığınızda endişelenmeyin, kendiniz yaratabilirsiniz. Bunu yaratacak tanrısal bir gücünüz var, henüz kullanmaya cesaret edemediğiniz…
Yeni anne’ler yaratabilirsiniz!
Yeni bir anne-baba-kardeş… Kendi ellerinizle, dilediğiniz gibi!
“İyiliğiniz için” size reva görülen yaşam biçimini elinizin tersiyle itip dilediğiniz gibi bir yaşam kurabilirsiniz, ıstırabı bir kenara itip yaşamın her zerresinden zevk alabilirsiniz.
Kendi benliğinize tutunmakta ısrar ettiğiniz için yoksun bırakıldığınız sevgi ve şefkat bir yerlerde sizi bekliyor…
Ama önce o adımı atmalı ve o evi terk etmelisiniz! Ait olmadığınız o evi…
Biliyorum kolay değil!
Biliyorum bunca yıl sus-konuşma, çok gülme, çok bilme, onu giyme, oraya gitme, geç kalma, onu sevme, ona bakma… gibi yasaklayan-engelleyen bir sese maruz kalmış zihniniz harekete geçmekte zorlanacak. Biliyorum size hep sürüye benzemeyen bir “kara koyun” işe yaramaz bir “ayrık otu” ya da sevilmeye değer olmayan “çirkin bir ördek yavrusu” olduğunuz söylendiği için, bedeniniz amok koşucusu gibiyken beyniniz doğru komutu hemen alamayacak!
O yüzden, uzun süre elinizde bir bavul-bir çanta belki de hiçbir şey olmadan, kapı eşiğinde bekleyip durdunuz. Kimi zaman ‘dışarıya’ doğru birkaç adım atma cesareti bulsanız da korkup hemen geri ‘içeriye’ kaçtınız. Bir gün merdivenleri dahi inip dış kapıyı sonsuza dek kapatıp uzaklaştınız ama sonra ekmek alma bahanesiyle ‘içeriye’ geri döndünüz…
Bu gelip-gitmeler, bu bocalamalar hep sizin doğru yolda olduğunuzun işaretleriydi, çok sonraları o “evi” o kenti, o ülkeyi terk ettiğinizde anlayacağınız üzere…
Prof. Dr. Bora Aksu “Feminizm Kendi Arasında” kitabındaki yazıların birinde şöyle bir cümle kurmuş: “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz şey, on beşindendeyken evden kaçmamış olmak…” bana kalırsa bu kısacık cümle bir kitap eder, çokça şey anlatan bir kitap…
“Ev” metaforuna dair ne çok soruya sebep bir cümle… Bize ait olduğu sanrısına kapıldığımız “evlere-yurtlara-barklara” bir de dışardan bakmaya sebep olan, hep içeriden baktığımız için oraya ait olmadığımızı göremediğimiz “çatılara” bir kere dışarıdan bakabildiğimizde, oraya ait olmaya çabalamakla ne çok zaman kaybettiğimiz gerçeğinin ayan beyan ortada olduğunu görmemize sebep bir cümle…
Annelerinizin mahallesine, köyüne, elalemine dair kaygıları-korkuları size ait değil!
Onun çocukluğuna dair yaraları, görülmemiş hesapları size ait değil!
Artık size ait olmayan, omuzlarınızı düşüren bu yükü taşımayı bırakabilirsiniz…
Bedenleriniz size ait olmayan günahlardan arınmak zorunda olduğunuz bir tapınak değil! Bedenlerinizi ve ruhlarınızı bu esaretten kurtarabilirsiniz…
Göldeki suretinizi arıyor gözleriniz, göl yoksa yaratabilirsiniz… (YÖ/AS)