* Fotoğraf: Metin Aktaş - Ankara/AA
Devlet Bahçeli’nin Ocak ayı sonunda parti teşkilatlarına gönderdiği 10 maddelik genelgede 9 kez (kutlu rakam!) beka kelimesi geçiyor. “Neyi amaçlıyor, neyi arıyorsak Türklüğün ve Türkiye’nin bekasına yönelik” olduğunu, AKP’yle “Türkiye’nin huzur ve bekası için güç birliği yapıldığını”, “Türkiye’nin maruz kaldığı sıcak ve yakın tehditlerin aşılabilmesi için yeşermiş ahlaki ve milli ittifak ruhunun beka ve birliğimiz” için elzem olduğunu söylüyor. “On yıllardır, üzerimizde oynanan oyunlar sistematik olarak artış göstermiş, terör saldırıları, haçlı hevesleri, Türk düşmanlığı sürekli yaygınlaşmış, Türkiye’den intikam arayışları yoğunlaşmıştır. Şu anda Türkiye olağanüstü bir beka mücadelesi vermektedir” diyor. “Türkiyemizin jeopolitik ve jeoekonomik avantajları adeta zırh, adeta duvar, adeta çelikten irade olmuş, milli bekayı korumuştur,” “Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile varoluşumuzun son destanı olan Milli Mücadelemiz bekamızın başlıca ilham ve kuvvet kaynaklarıdır” teminatlarını veriyor. Bu cümleden olmak üzere, MHP’yi beka davasını, beka davasını da MHP’ye teminat gösteriyor: “Milliyetçi Hareket Partisi yarım asırlık mazisinin tecrübe ve birikimiyle milli bekamızın diriliş ve direnç mücadelesini tavizsiz desteklemektedir. Çünkü Türkiye ve Türklüğün bekası MHP’nin bekası demektir.”
Bahçeli’nin genelgesinin ertesi günü, MHP Bursa Milletvekili Kadir Koçdemir’in, “AKP iktidarının yaptığı hataların, ülkeyi bir beka meselesiyle karşı karşıya getirdiği”nden yakınan beyanatını okuduk. Aslında Bahçeli de, AKP iktidarının ilk yılından itibaren, bunu söyleyegelmişti. 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından, beka davasının icabının, bu iktidara destek olmak olduğuna karar verdi.
***
Nicedir, her konu, her söz her hak her talep, beka şiddetine tâbidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Bekamız söz konusu olduğunda gözümüz hiç kimseyi görmez, görmeyecektir” diyor. Geçen ay iktidar medyasında bir köşede, “Bekamız için atom ve nükleer füzemiz olmalı” diye yazıyordu.
Beka söylemi, budur: “Acil ve vahim” tehlike alarmıyla, dünyayı, insanı, hakkı hukuku ahlâkı vicdanı aklı fikri “gerisi teferruattır” gazına boğmak. Birlik-beraberlik tazyikiyle, nefes aldırmamak. “Düşmanlarımız…” teyakkuzuyla, en masum “fakat”ta bile düşman görmek. Hayatı, hayat memat endişesiyle rehin almak.
MHP’liler, genel olarak milliyetçiler, bir “Fikri iktidarda…” tatmini hissedebilirler. (Tarihlerindeki ilk “Fikrimiz iktidarda…” çıkışı, -12 Eylül rejimi esnasında-, trajik bir eda taşıyordu, gerçi.) Zira beka söylemi, bu ideolojinin Balkan savaşlarından gelip Soğuk Savaş anti-komünizmiyle ‘olgunlaşan’ aslî dayanağıdır.[1]
***
Beka kelimesi, Batı dillerinde (İngilizceyi alalım) existenz ve survival ile karşılanıyor: var olmak ve hayatta kalmak. Carî siyasî-idolojik kullanımı da bu anlamdadır.
Ötüken Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’ndeki sıralama, kelimenin anlamını derinleştiriyor: 1. Önceki veya bulunduğu durumu koruma. (Yani statüko.) 2. Sürdürme, deva, sebat. 3. Kalıcılık, yok olmama, zeval bulmama. 4. Ölmezlik, ebedî olma. 5. Maliye terimi: Zamanında tahsil olunmayan her türlü gelir.
Şu 5. sıradaki maliye terimini iyi biliriz: “bakiye”dir o. Bekanın –başka sözlüklerde de zikredilen- bir anlamı da, maliyeyle sınırlı olmaksızın budur: bakiye. Yine Ötüken Sözlüğü, bekayla kökteş olan bakiye kelimesin şöyle tanımlıyor: Arta kalan, geri kalan, artık.
***
Türk milliyetçiliğinin beka mefhumuna yaptığı büyük yatırımı, onun talî bir anlamı ve kökteşi olan bakiye ile birlikte düşünmeli. Ulus-devlet olarak Türkiye, bir imparatorluk bakiyesidir. Bekası, bir bakiye olarak tecelli etmiştir. Bakiye olmanın (“arta kalan” olmanın) siyasi ruhiyatı, travması, (yapılan-yapılmayan) hesaplaşması ve tabii korkusu-kaygısı, milliyetçi beka söylemine ve teyakkuzuna sinmemiş midir?
***
Üçüncü ve dördüncü anlamları ihmal etmeyelim: Kalıcılık, ölmezlik, ebedîlik. Milliyetçi-muhafazakârlığın beka mefhumu, alttan alta, Osmanlı’ya atfedilen “devlet-i ebed-müddet” şiârını da yankılar. Ebediyen yaşayacak devlet. İlâhî bir vasfın, sonsuzluğun, dünyevîleştirilmesidir bu.
***
Dünyevîden semâvîye dönersek; İslâmî dilde, dar ül beka, “sonsuz kalınacak yer”dir, yani ahiret. Tasavvufta fenâ ve bekâ makamı, fâni olanla bâki kalacağı birbirine bağlar. Fenâ, bekaya açılan yoldur; yani nefsinden-dünyadan geçerek, dünyevîyi aşarak, bekaya ulaşılır. Veya: Baki kalacak olan, ancak nefsini aşandır.
***
Bâkî’nin ismiyle müsemma gazeli meşhurdur: “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”. Bunun önündeki dize o kadar meşhur değil: “Avâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal…” Yani, iz bırakacak bir iş yap! Davut peygamber, kutsal kitaplarda, sadece sesinin etkililiğiyle değil, demirci ustalığıyla, el emeğiyle geçinmesiyle, ‘emekçiliğiyle’ de zikredilir. Bekanın ikinci anlamı: sebat etme.
***
Devletin bekasına, “millî beka”ya hapsedilmiş beka kelimesinin kendisi bile, o tek anlama, tekçiliğe sığmıyor.
“Şiirin beka kaygısı”[2] mesela… İnsaniyetin bekası, en hayatî bir “beka meselesi” değil mi? Osmanlıcada “beka-yı sulh ü salâh” dedikleri - barışın bekası… “Medeniyetimiz”e dair rivayet muhtelif de - esasen medenîliğimizin bekası… (TB/HK)
[1] Bu konuda epey önceki bir yazım: “Ebed-müddet beka davası ve Kürt meselesi”, Milliyetçiliğin Kara Baharı içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2013 (2. baskı), s. 129-147.
[2] Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, Metis 2017, s. 258.
* Bu yazı Birikim Dergisi’nde yayınlandı.