Barış neden bu kadar çok uzağımızda duruyor? Yaşamım süresince peşinde olduğum en temel sorulardan bir tanesi bu oldu.
Bu kadar çok söz ve eylem kurduğumuz, hemen hemen herkesin "Evet ya, elbette barış" dediği bir durum neden hayatımızın bir parçası olmaktan bu kadar uzak? Neyi yanlış yapıyoruz? Nereden doğruya dönüp barışı hayatımızın bir parçası kılabiliriz? Bu denklemde sorular kuramıyor olsam da, çocukluğumdan itibaren hep içinde olmak istediğim iklimin mücadelesi içinde oldum.
Buna, çocukluğumdaki çocuk kavgalarının bir parçası olmamakla başladım. Sadece senin bunların bir parçası olmaman yetmiyor. Etrafında eril/erkek dil, özellikle ötekileştirdiği kadınlık üzerinden seni istemediğin bir alana çekmeye çalışıyor.
Küçük bir alanda, sudan sebeplerle erkeklerin ve onlarla birlikte duran kadınların kavgalarını izlemek bana çok anlamsız geliyordu. Anlam veremiyordum: derenin suyu bugün senin, yarın yanındaki bostana akabilir, bunu planlamak o kadar mı zor? Neden bu kadar zorlaştırıyorsunuz hayatı diye içimde öfke biriktiriyordum.
Bir süre sonra akranlarımla olan kavgalarımdan uzaklaşmaya başladım, mahallemizdeki köy kavgalarına sadece uzaktan bakıyordum. Taraf olmam gerektiğinde, kan bağı değil, kimin haklı, kimin haksız olduğu benim için belirleyici oldu.
Erkeklerin kadınlar üzerindeki söz ve söylemlerine sert tepkiler vermeye başladım. O kalıplara dair ince ayar söz ve eylemlere karşı bir pratik içinde buldum kendimi. Savunmada çıkmış ben, artık özsavunma yapıyordum.
Bir süre sonra fark ettim ki, kan bağı taşıdığım ya da taşımadığım diğer erkekler yanımda kadınlar hakkında rahat konuşmuyorlar. Çocuklar kavgalarına beni çağırmıyorlar, zira benim daha büyük dertlerim vardı. Annem bir başına hem ev işlerine, hayvanların bakımına, toprak işlerine koşturuyor, hem de biz yedi kardeşe yetmeye çalışıyordu. Babamı çocukluğumda hep yabancı bildim; o hep gurbetlerdeydi. Kafamda bunlar varken, ben "oğlan çocuğu" halimle tepemdeki erkeklerin "Ama sen erkeksin, kadın işleri..." nakaratlarına kulak asmadan köydeki evimizin önünde bakır leğende kardeşlerimin ve annemin çamaşırlarını yıkıyordum.
Ayak bastığım alan büyüdükçe meseleler de büyümeye başladı. Oysa ben hep dağ tepe arkasında koştuğum kelebeklerin, içimi ayartan tepemdeki güneşin davetinde hayaller kurmayı seviyordum. Okul için köyden küçük şehre gitmek, bir süre sonra ufkumda başka soruları çoğaltmaya başladı.
Ramazanda çekirdek çıtlatıyormuşum, Galatasaray bir Avrupa Kupası'nda maç kazandığında sokakların kalabalığına karıştığımda Kürt olduğum için bunu yapmaya hakkım yokmuş. Özcesi, ayak bastığım, koştuğum, dokunduğum alanlar çoğaldıkça özgürlük saham küçülmeye başlıyordu. Hetero olmamak bir dert, Türk, Sünni olmamak başka dertler...
Bu çatışma alanları üzerinden, erkeklere kulaklarımı kapatmayı öğrenerek kitaplara sığınmaya başladım. Annemin en iyi yol arkadaşım olduğu zamanlardı. Hayata dair ondaki sorular da sorularımın torbasında birikmeye başlamıştı.
Hayatta stratejik ittifakım her zaman kadınlar olacaktı artık. Sonrasında, kitapların, soruların ve benzer dışlanmışlıkların patikasında benim gibi sorularla kafası meşgul başka güzel arkadaşlarla yolum kesişti. Onlarla birlikte okul sıralarından nehir boylarına, kırlara, başka köy meydanlarına çıkmaya başlamıştı artık yolum.
Toprak komşum Hasret Gültekin, yaşadığım nehrin diğer yakasına "Utay" demişti. Onun melodilerinde yol aldıkça, barışa dair umutlarım ilk kez büyümeye ve çoğalmaya başlamıştı.
Sonrası ezilen sınıf mücadelesi, ezilen, sömürülen halkların özgürlük mücadelesi; El Salvador'dan Vietnam'a, Vietnam'dan Kürdistan'a...
Barış!
Okudukça, okuduklarımdan ve yan yana durduğum insanlardan çoğalmaya başladığımda, barış bir kez daha uzaklaşmaya başladı. Zira bitip tükenmek bilmeyen savaşların tarihçeleri birikiyordu hafızamda.
Ama İNAT!
Barış sensin,
Barışı kovalamaktan vazgeçmeyeceğim. Bunu, her şeyden önce içinde bulunduğumuz insan ikliminde yapabilmemiz gerektiğine dair kanaatlerim daha da güçlendi.
Zira öğrenmeye başlamıştım, çatışma/şiddet ikliminde ben konuşamıyor, üretemiyordum. Bir şekilde her durumda kendimi barış ikliminde tutmanın bir yolunu bulmalıydım. O da iç barış ile mümkündür.
Evet, her şeyin başı senin kendinle kurduğun iç barıştır. Bu da kendi benliğinden, bencilliğinden uzaklaşman, özgürlükçü toplumsal değerlerle kendini donatmanla mümkündür ancak. Bunun adımını atmıştım kendi patikamda.
Sonra bu patikamda "hevaller" ile çoğalmaya başladım. Heval ilişkisi karşılıklı güven, samimiyet, adanmışlık ve dayanışma üzerine kurulur. Onun derdini derdin, acısını acın, gülüşünü güneşin olarak bellemendir.
Bizlerin en büyük gücü ve değeri her zaman hevallik olmaya başladı. Heval dediğimde içimdeki iyimserlik büyüyordu. Bambaşka bir duyguydu hevallik; dayanışma, birlikte özgürleşmeyi ifade etmeye başladı.
Heval dendiğinde bütün hiyerarşiler son bulur. Bu anlamıyla da insanlar arasındaki eşitlik ve özgürleşme idealini ifade eder.
Kürtler gibi feodal bir toplumda "heval" kelimesi çok şeyi değiştirdi, hatta toplumsal ve kültürel devrimin kodlarını bize vermektedir heval seslenmesi. Kurdistan’ın her yerinde, Türkiye’de, Ortadoğu’da, dünyanın başka başka iklimlerinde bir haneye heval girdiğinde, yetmişlerindeki erkekler bile saygıyla ayağa kalkar ve öyle selamlaşır.
Hevaller ilk olarak bu eski/hiyerarşik erkek olma halini hedef almıştı. Yaş ya da cinsiyet değil, aslolan, içinde toplumsal dertlerle hemhal olman ve bunun mütevazı bir emekçisi olmandır. Sonrası emektir, özveridir, mücadeledir.
Yaş, bilgi ve deneyim hiyerarşisini heval ifadesi yıkmıştır. Heval terimi bu anlamıyla, insanlar arasında güçlü bir bağ kurma aracı, Kürtlerin, Türklerin, Arap ve Acemlerin kimliklerini koruma mücadelesinde önemli bir semboldür. Ancak bazı hevaller de hayat karartmaya yetiyordu. Hayatımda erkeklik hallerinin en zor/çirkin hallerine mahpusta, hevaller arasında yaşamaya başladım.
Halk, halklar, özgürlük, devrim için yol aldığımız kimi hevaller içlerinde erkeklik ile hiç konuşmamıştı, ne olduğunu, hatta kendilerinin bile ne olduklarını bilmiyorlardı. Adanmış bir mücadelede o çirkin erkek hallerini anlamakta güçlük çekiyordum. Zira gündelik hayat refleksleri, tepkileri, dillerindeki konfor alanları, ötekileştirme halleri içinde nelere döndüklerini göremiyorlardı.
Büyük kavgalar için yola çıkan bu erkekler bir sofrada, bir paket sigarada, bir bardak çayın şekerinde kavgaya karışabiliyorlardı. "Heval, biz bir halk hareketiyiz, içimizde toplumun her kesiminden insanlar görmen kadar normal bir şey olamaz, bunlara alışman lazım." Alışmadım.
Okuduklarımızdan "erkeği öldürmek" kavramı karşıma çıktı. Erkeklerin bin bir çeşit hile ve savaşla kadını hayatın üretken bir parçası olmaktan çıkarmasıyla kavgalar, savaşlar daha da büyümeye başladı.
Sonrasında bu erkekler, kadınları ve LGBTİ+ bireyleri sahne dışına iterek bütün inançları, peygamberleri arkalarına alıp kendi prototiplerinde devlet sınırlarını çizerek "kutsal aile" inşa sürecine girdiler. Erkeklik ve erkekler olmayarak asırlardır onların yarattığı tahribatlar, sınırlar ve savaşlarla uğraşıyoruz.
Hayır, barış bir ütopya değildir.
Barış; çocukluğuna, çocukluğundaki hayallerine sahip çıkarak, onlara yabancılaşmadan, kendi bencilliğinden ve ihtiraslarından sıyrılarak sabaha kuşların, böceklerin senfonisinde, kedilerin mırıltısında merhaba diyebilmektir. Balkonda komşuna, sokakta telaşla koşana "rojbaş", "siba te bixer", "calimera", "günaydın", "merhaba", "rojbaş" diyebilmektir yüreğindeki sıcaklıkla.
Barış; dilleri, inançları, renkleri, politik aidiyetleri, kimlik ve yönelimleri, sevdaları farklı insanlar ile yan yana durmaktır ki buna da toplumsal barış denir.
Toplumsal barışa, içindeki barış ile, hayatın her alanındaki barışa da ancak toplumsal barış ile yol alabiliriz. Elbette çatışacağın alanlar olacaktır, ancak onları yok saymadan, şiddet içermeyen yöntemlerle bir yandan çatışarak, dayanışmayı da ihmal etmeden birlikte yol olmaktır barış.
"Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi asla başkalarına yapmayacağım" ilkesini zihnime çok önceden kodladım. Bunu unutmadan, patikamızda barışa dair yol almak için birkaç diyeceğim var. Kabul ve retlerimizi kendimize iyi tarif etmek ve bunları hayatın her alanında yanımızda tutmak gerekiyor.
Bunlardaki bulanıklık yol almamızı her zaman güçleştirecektir. Sonrasında insanlara dair genel bir tarifimiz olabilir, okuduklarımız ve hayattan deneyimlediklerimiz ile.
Ben insanları özünde ikiye ayırmayı öğrendim kendi yaşam deneyimlerimde: Birincisi ürettikleri üzerinden söz kurarak, toplumsal dönüşüme, özgürleşmeye katkı sunanlar; ikincisi ise hiçbir şey üretmeden başkalarının ürettiklerini madara etmek üzere kendilerine alan açmak isteyenler.
Bunlardan uzak olmak en iyisi, ancak mümkün olmuyor. Hayatın her alanında böylesi insanlar ile karşı karşıya kalabiliyorsun. Zira manipülasyon ve drama ustalarıdır bunlar; sen iyi niyetli ve kapsayıcı olduğundan çemberlerine düşmen her zaman mümkündür.
Alevilerin çok sevdiğim bir sözü var: "Dolu başağın boynu eğik olur." Şayet senin kişisel haklarına, özeline, özgürlük alanına saygısızca müdahale ediyor, ya da eril/ötekileştiren, seksist, cinsiyetçi bir dil kullandığı için uyardığında veya gündelik hayatın bir anında anlam veremediğin bir çığırtkanlıkla teneke gibi sesler çıkarıyor, uyarılarına karşı nefret ve öfke kusuyorsa, bilin ki bu insanın içi boş.
Kendisi ile yüzleşip kendisini donatacağına, yansıtma ve manipülatif haller ile sözüm ona kendisini kurtarmaya çalışıyor. Bunlardan da uzak olamıyoruz ne yazık ki!
Her şey dilde başlar. Öncelikle ötekileştirmeyen, her türden şiddetten uzak, kapsayıcı bir dil kurmamız gerekiyor. Bu da ancak şiddetsiz iletişim ile mümkün olur. Her şeyden önce dilimizi eril/erk söylem ve ifadelerden arındırarak başlamak gerekiyor, zira eril hayatların ortasına doğduk, bir şekilde onlardan bulaşan kirler var üzerimizde.
Avrupa sürgünlüğümden önce Anadolu ve Mezopotamya’da çok yolculuklar yaptım. Politik olarak tam karşımda duran kişiler ile çok tartışmalar yürüttüm. Ülkücüler ile iki saat anti-militarist mücadeleyi, vicdani reddi konuştum.
7 Haziran seçim çalışmalarında, Antalya Kemer’de dolmuşuna bindiğim bir şoför; "Bak hocam, sandıkta benim elim sizin partiye gitmez, ben kendimi bildim bileli ülkücüyüm, üç hilal dışında başka bir ambleme gitmez elim. Ama biliyorum ki, benim çocuklarım için sizin Selo’nun dedikleri daha faydalı olacaktır, yolunuz açık olsun" demişti. Öyle de oldu.
7 Haziran 2015 tarihinde halklarımızın vicdanı bize barışa dair sözlerini söylediler. Ancak halklar barış dediğinde, devlet ürperdi. Bir asırdır tekelindeki bütün şiddet araçlarıyla birbirlerinden uzaklaştırmaya çalıştığı bütün halklar ve inançlar bir arada ortak bir irade beyanında bulundular.
Barış, devletlere bırakılamayacak kadar değerli ve önemlidir.
Ancak yukarıda da ifade ettiğim gibi, her şey dilde başlar. Şiddetsiz iletişim ile konuşamayacağımız kimselerin olabileceğini düşünmüyorum.
Şiddetsiz bir iletişim için birkaç adım:
- Her şekilde cinsiyetçi/seksist söylem ve şakalardan uzak durmak, yapanları uyarmak ve bu dilden uzaklaşmaları için telkinde bulunmak.
- Kendi insanlık/evrensel değerlerimizden ödün vermeden karşımızdakini empati ile anlamaya çalışmak.
- Her ne olursa olsun, karşımızdakini suçlamadan gerçek duygu ve ihtiyaçlarımızı açık yürekli bir dürüstlükle ifade etmeye odaklanmak.
Bunları yapabilmek içinse:
- Yargılarımızdan bağımsız gözlem yapmak.
- Doğrudan yüreğimizdeki duyguları fark etmek.
- Değer ve özlemlerimizi ifade ederek ihtiyaçlarımızı dile getirmek.
- Net ve olumlu eylem dilinde ifade ettiğimiz ricalarda bulunmak.
Unutmayalım ki, şiddetsiz iletişim, anlaşmazlık içindeki bütün tarafları empati ile canı gönülden dinleyerek anlama; bu yoldan bağlantı kurarak iş birliği zemini yaratma ve herkesin ihtiyacının gözetildiği ortak çözümler üretme sanatıdır. Barış, seninle başlar.
Sen hazır olduğunda, iç dünyanla ve dilindeki kelimelerle başlar barış. Barış sensin.
Sonrası gelir!
(EJA/EMK)