Elime alıp bir solukta okuduğum ama yazmak için demlenmesini beklediğim bir kitap “Âşıklar Bayramı”.
Sayfaları hızlıca akan, dili yumuşacık, neredeyse uzun süredir özlenen bir hâkimiyet ile tamamlanmış, eksiksiz bir kurgu. Okudukça doyulamayan ama bir yandan da bitmesi istenmeyen bir roman.
Bir baba ve bir oğulun uzun süren kırgınlıklarının, yokluklarının, hasretliğinin, uzun bir sevda masalı gibi başlıyor roman.
25 yıl babasını görmeyen Yusuf, bir gece ansızın bir zil sesi ile uyanır yataktan. Uzun bir tereddütten sonra kapıyı açmasıyla babasını görmesi bir olur. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemeyen genç adam babasının yüzünde de kendisine benzeyen bir çaresizliği, dile getirilemeyenleri sezer. Tam 25 yıl…
Yusuf, onun neden şimdi geldiğini anlamlandırmaya çalışırken babasının hareketlerinden bir tuhaflık olduğunu anlar. Âşıklar Bayramı yapılacaktır Kars’ta, baba ona gitmeden önce veda etmeye gelmiştir oğula. Erzurum’da bir davası vardır –avukattır genç adam- babasına beraber gitmeyi teklif eder. Gönülsüz de olsa kabul eder baba. Bu gönülsüzlük oğlunu yormamak adınadır. Ve böylece uzun yol hikâyeleri başlar.
Tüm bu yolculuk boyunca babanın ve oğulun yaşamlarına da tanıklık ederiz. Heves Ali’nin naif, sevgi dolu yüreğini, ozan olmasının anlamını, utangaç, mahcup bir o kadar gururlu ve geride onu özlem ile anan kadınlar olduğunu; oğulun onca zaman da babasını nasıl özlediğini, yerini hiçbir şey ile dolduramayıp (ki bu boşluk, terk edilme, onun kadınlarla olan ilişkilerine de yansımıştır) ona kırgınlığının arkasında onu hep çok sevdiği gerçeğini, yaralı çocukluğunun halâ peşi sıra geldiğini roman boyunca kendimizi oğulun yerine koyarak yaşarız.
Tüm yaşanılan, yaşatılan onca acının, kırgınlığın, sevginin ve sıcaklığın yanında kendi çocukluğumuzu, kendi aile ilişkilerimizi de sorgularız bir yandan. Çünkü en çok ailemizden kanar yaralarımız.
Bunların yanı sıra romanın en can alıcı yerinin; Anadolu insanın samimiyetinin türkülerin kardeşliğinin, halkların rengârenk coğrafyasının rengârenk gökkuşağının altından da seyreyleriz gökyüzünü. Ozanın bilgeliğini ve bu bilgeliğe nasıl sahip çıkıldığını da aklımıza ve yüreğimize kazımayı da unutmayarak.
Kemal Varol, benim yeni keşfettiğim bir yazar oldu; geç keşfettiğimi düşünüp üzüldüğüm.
Dili, yazış tarzı, üslubu anlatımı çok derin, olay örgüsü ve kurgusu o kadar akıcı ki sanki yazarı geçmişten bu yana hep tanıyormuşsunuz gibi hiç yabancılık çekmeden okuyorsunuz romanı.
Ve şairlikten gelen bir yazarın edebiyatı nasıl renklendirdiğine şahit oluyorsunuz. Bu bağlamda “Âşıklar Bayramı” belki de babalara yapılan nefis bir güzelleme.
Babalarından kanayan tüm çocuklara bir armağan.
“Sizin hiç babanınız öldü mü?
Benim babam bir kere öldü kör oldum” diyen Cemal Süreyya gibi. (NC/EKN)
* “Aşıklar Bayramı”, Kemal Varol, İletişim Yayınları