Robert Musil, Avusturya’da doğar. Makine mühendisliği eğitimi alsa da psikoloji alanında doktora yapar. Henüz 26 yaşında iken Türkçe’ye Kamuran Şipal’in çevirisiyle yayınlanan “Öğrenci Törless” isimli ilk romanıyla tanınır.
Bu ilk roman aslında daha sonra tüm ömrünü adayacağı “Niteliksiz Adam” ın giriş romanıdır. Yaşadığı tarihte değeri anlaşılmayan bu büyük romancı bir dostuna şöyle diyecekti sonraları:
“…yaşayabilmek için önce ölmeyi beklemek bayağı ontolojik bir marifet”
Üç novelladan oluşan “Üç Kadın” için, “Musil’in hayatının eserini tek bir kitapta toplamak gibi tehlikeli bir işe girişmesinin son aşamasıydı” der Adolf Frise (Helikopter yayın, syf 102).
Rita Felski “Edebiyat ne işe yarar” (metis eleştiri) adlı kitabında Proust, bireyin kitapla ilişkisini şöyle tanımlar: “Her okur, okuma esnasında kendi benliğini okur. Yazarın elinden çıkan eser okurun bu kitap olmasaydı kendi başına belki de hiç kavramayacağı şeyi fark etmesini sağlamak için yazarın okura sunduğu bir çeşit optik araçtan ibarettir. Kitabın söylediği şeyin okur tarafından kendi benliğinde fark edilmesi kitabın doğruluğunun kanıtıdır.” (Syf ;40)
Biz de Proust’un çağdaşı Robert Musil’in “Üç Kadın”ını okumaya bu sözü aklımız da tutarak başlarsak, “Üç Kadın” üç öyküden oluşur.
Birinci öykü GRIGIA, adını taşır. Homo adlı bir jeoloğun İtalya’nın dağ köylerinden birine çalışmaya gitmesi ile başlar.
“Bir dönem gelir, hayat sanki devam etmekte tereddüt ediyormuş ya da akışını değiştirmek istiyormuş gibi belirgin bir biçimde yavaşlar. Böyle bir dönemde insanın başına kolayca felaket gelebilir.” (Syf5) diyerek muhteşem bir giriş cümlesi ile başlar. Bu cümleden anlaşılacağı gibi hayatı, içinde var olduğu, bir eş ve bir oğlandan (ki bu oğlan hastadır) oluşan küçük ailesi içinde bunalan, kendi varoluşsal sorunlarına bir çare gibi gelir bu iş teklifi.
Bu küçük köyde çalışırken bir yandan da insanları gözlemlemeye başlar. Bu basit kadın ve erkeklerin yaşamlarındaki basitlik giderek onu etkiler. Kadınların çalışkanlığının yanısıra kıyafetlerinin eskiliği bile bir merak konusudur onun için. Ama şunu demekten de vazgeçmez kahramanımız: “Şaşırtıcı derecede samimi bir nezakete ve sevimliliğe de sahiplerdi ama” (syf,11).
Bu sırada tanışır Grigia’yla. Bu sıradan kadının konuşmasındaki şive farkı bile Homo’nun ona daha çok bağlanmasını sağlar. Köyün uzağındaki samanlıkta buluşmaya başlarlar. Grigia’nın kocasının onları bir madende kıstırması ile öykü sonlanır.
İkinci öykü Portekizli Kadın da Ketten Beyleri diye bilinen bir beyliğin başındaki Beyle evlenip, onun ülkesine gelen Portekizli Kadının ülkeyi yabancılaması, onların kültürü ile kendi kültür ve görenekleri arasındaki fark, eşler arasın da kıskançlık ile başlayan çatışma yazar tarafından, beyliğin kurulduğu yerin vahşiliği Portekizli Kadın’ın ruhunun vahşiliği ile bütünleşir.
Musil’in kurgusu, psikolojik çözümlemelerinin yanısıra ironik bir dilde kurgu ile paralel ilerler.
Üçüncü öykü benim en sevdiği öykü oldu Tonka. Bu öykünün başlangıcı ise sizi derinden kavramakla kalmıyor başkahraman Tonka’nın kişiliğini özetleyiveriyor sanki.
“Bir çitte. Bir kuş ötüyordu. Güneş çalılıkların arasında bir yerdeydi. Kuş sustu. Akşam vaktiydi. Köylü kızları şarkı söyleyerek tarlalardan geliyorlardı. Ne ayrıntılar! Basitlik midir böyle ayrıntıların bir insana yapışıp kalması? Sülük gibi! Tonka buydu. ” (syf,50)
Genç bir kız olan Tonka’nın genç bir soylunun yanında çalışması ile başlar öykü. Tonka, bu genç soylunun büyükannesine bakması için işe alınır ki bu işe alınması da aslında onu uzaktan takip eden bu soylunun eseridir. Daha sonra büyükanne ölür ve kız evden gönderilmek istenir. İşte o sırada genç, araya girer ve Tonka’nın yanında kalmasını sağlar. Kendisi kimya eğitimi görmektedir sınavlarını verir ve doktorasını yapmak üzere Tonka’yı da yanına alarak şehre gider. Ama daha Tonka’ya kal dediği andan itibaren içinde birçok şüpheyi barındırarak:
“…odasına döndüğünde Novalis’in Fragmanlar’ının hala masanın üzerinde olduğunu gördü ve aniden üstlendiği sorumluluktan tedirgin oldu” (syf,60)
Tonka, şehre geldiklerinde mağazada çalışmaya başlayacak, soylumuz çalışmalarına kaldığı yerden devam edecek ama bir yandan da Tonka’ya bağlanmaya başlayacaktır. Onun basitliğinin arkasında derin bir karakter yattığını düşünsede zihni Tonka’nın hamile kalması ile değişecek, doktorların bir sözü ile Tonka’nın hamileliğinin onun ile bağlantılı olup olmama kuşkusu arasında sonlanacaktır hikayemiz.
20. Yüzyıl’ın en önemli yazarı olan Musil’in edebi üslubu, felsefe ve psikolojinin romanlarının içinde şekil bulması ile insanın hayatta ne anlam taşıdığına dair, varoluşuna ait sorular sordurarak okuyucuyu sorgulamaya itmesi ile de dili ustalaşarak kullanmasına yol açar.
Üslup, okuyucunun okuduklarını kavramasını kolaylaştırmak için oldukça akıcı ve sade.
Üç öykü boyunca erkek karakterlerin hayata tutunma, hayattaki uyumsuzluklarını, psikolojik sıkıntıları daha belirginken kadın karakterlerin kendi basit yaşantıları içinde bile daha dik daha akılcı davranmaları beni bir kadın okur olarak daha çok memnun etti sanırım. Hele de Tonka’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu çözümlemeye çalışan genç soylunun en sonunda aydınlanıp şu cümleyi sarf etmesi nefis bir anlatı örneği: “Ve o anda Tonka’yı açıkça gördü bir yaz gününün ortasında yapayalnız düşen bir kar tanesiydi o.” (syf 91)
Adı Franz Kafka, James Joyce ve Hermann Brach ile birlikte anılan daha sonra bir kült eser olarak anılacak olan “Niteliksiz Adam”ın yazarı Musil’in bu novellasına giriş onu tanımayada bir giriş olacaktır zannımca. (NC/BK)
* Üç Kadın, Robert Musil, Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer, Helikopter yayınları,102 sayfa.