2008’in çevre ve ekoloji açısından (aslında dünyanın geleceği açısından) en önemli olayı küresel iklim politikalarındaki değişim işaretleriydi. ABD’de iklim değişikliğini inkar politikasını terkedecek ve iklim değişikliği ile mücadeleyi öncelik olan yeni bir yönetimin seçilmesi, AB’nin (yetersiz de olsa) 2020’ye kadar %20 hedefini ilan etmesi, 2009’da Kopenhag’da başlayacak olan Kyoto sonrası dönem için umut veriyor. Şimdi gerçekten iklim değişikliğini durdurabilecek radikal bir programın kabulü için toplumsal mücadeleyi yükseltme zamanı.
Olumlu gelişmelerden bir diğeri yenilenebilir enerjinin yıldızının iyiden iyiye parlamasıydı. Avrupa’da ve Amerika’da rüzgar ve güneş enerjisi yatırımlarındaki patlama, hatta Türkiye’de bile yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payının %1 civarına yükselmesi, artık yenilenebilir enerjinin ve enerji verimliliğinin geleceğin değil, bugünün hakim enerji politikası olduğunu kanıtladı. Şu anda gerileme dönemini yaşayan nükleer endüstri kendini kurtarmaya çalışıyor, ancak hiçbir şansı yok. Fosil yakıtların ise sadece küresel ısınmaya yol açmakla kalmadığı ve küresel barışı nasıl tehdit ettiğini görmeye devam ediyoruz.
2008, kapitalizmin yeni krizinin başladığı yıl oldu. Bu krizin öncekilerden en büyük farkı (her ne kadar ana akım iktisatçıların aklının ucundan dahi geçmese de) büyük ekolojik krizle iç içe sürmesi. Eskiden olduğu gibi daha fazla tüketim yoluyla bu krizi çözmeye kalkmak, sadece ekolojik krizi derinleştirmek, gıda ve su krizleriyle açlığı, kitlesel göçleri ve sosyal patlamaları tetikleyerek yeni ekonomik krizlere yol açmak anlamına gelecek. Şu anda sistemin yenilenebilir enerji yatırımlarıyla ve yeşil istihdam gibi yöntemlerle krizi çözmeyi öngörmesi bu durumun bir belirtisi. 2009, bu eğilimin güçleneceği bir yıl olacak.
Türkiye açısından hükümetin Kyoto Protokolü’nü onaylamaya ve Kopenhag’dan itibaren uluslararası iklim politikalarında taraf olmaya karar verdiğini açıklaması önemli bir gelişmeydi. Ancak ne yazık ki hükümet Kyoto’yu Poznan’dan önce Meclis’ten geçirmeyerek ve Poznan’daki iklim zirvesine Çevre Bakanı’nı göndermeyerek kaçabildiği yere kadar kaçma politikasını terketmediğini gösterdi. Yine de 2009’da Türkiye’nin daha fazla kaçma şansı yok. Bu da önümüzdeki yıl Türkiye için çok şeyin değişeceği anlamına geliyor.
Öte yandan 2008’de hükümetin önündeki yeni kömürlü termik santral projesi sayısının 50’yi aşması başka bir aymazlık işareti. Hükümet bu politikalarla yangına körükle giderek ve otuz yıl önceki kalkınma politikalarında ısrar ederek sadece Türkiye’yi değil, gezegeni uçuruma sürüklüyor. Neyse ki halkın örgütlü tepkisi nedeniyle termik santral kurmak artık kolay değil. 2008’in önemli başarılarından biri Gemlik’te halkın tepkisi nedeniyle termik santral projesinin, şimdilik bile olsa, durdurulmasıydı. Doğu Akdeniz, Çanakkale ve Karadeniz’de (özellikle Sinop’ta) de termik santrallara karşı hareket örgütleniyor.
Akkuyu nükleer santral ihalesinin sona yaklaşması 2008’in en olumsuz gelişemesiydi. Ancak ihaleye şartname alan 13 şirketten sadece birinin katılaması, hem ihaleye karşı kararlı bir mücadele sürdürüen nükleer karşıtları açısından bir başarıydı, hem de nükleer endüstrinin ekonomik krizlerle sarsılan dünyada çöküşte olduğunu bir kez daha kanıtladı. 2009 nükleer karşıtı hareket için her zamankinden daha zor bir yıl olacak. Ancak bu mücadelenin bir kez daha başarılı olacağına ve hükümetin geri adım atmak zorunda kalacağına inanıyorum.
Altın madenlerinin Kazdağları’nı bile yokolma tehdidi ile karşı karşıya bırakacak kadar yaygınlaşması, Ilısu barajında ısrar edilmesi, çimento fabrikaları (özellikle Pazarcık’taki iki çimento fabrikasının bitirilmesi ve 5 yeni projenin yolda olması), Doğu Karadeniz’de en ufak derenin bile HES’ler uğruna ve kurutulmak pahasına satışa çıkarılması, tarım alanlarının sanayi ve yerleşimler için yok edilmesi, küresel ısınma nedeniyle göllerin ve akarsuların kuruması, yaklaşan su ve gıda krizi ve yanlış kentleşme Türkiye’nin önemli ekolojik sorunları olmayı sürdürüyor.
2009’da Dünya Su Forumu’na karşı düzenlenecek alternatif zirvelerin de Türkiye’de ekoloji hareketleri açısından önemli bir açılım yaratacağını düşünüyorum.
Ayrıca 29 Mart yerel seçimleri, çevre ve ekoloji hareketlerinin siyasete doğrudan müdahale etmelerini gerektirecek. Yeşiller Partisi olarak biz de yerel seçimlere bağımsız yeşil adaylarla ve ortak platformlar yoluyla katılarak ve yeşil yerel yönetğmlere ilişkin politikalarımızı geliştirerek bu konuda öncülük yapmaya çalışacağız.
* Ümit Şahin, Yeşiller Partisi eş sözcüsü.