Geçen yazımda Paris’in Kopenhag’a değil ama Kyoto’ya benzediğini söylemiştim. Bunu başkaları da söylüyor. Örneğin dünyaya iklim değişikliğinin varlığını kabul ettiren en önemli iklim bilimcilerden James Hansen, ilk kez bir COP’a katılıyor ve burada çeşitli etkinliklerde konuşurken, bunca yıldır hiç uğramadığı iklim zirvelerine bu kez gelmeye politikacıların Kyoto’yu tekrarlamaya, yani buradan hiçbir işe yaramayacak bir anlaşma çıkarmaya niyetli olduklarını anladığı için karar verdiğini söylüyor. Gerçekten de çıkacak anlaşma Kyoto’dan bile daha yetersiz ve daha az bağlayıcı olabilir. Paris’in tek üstünlüğü Kyoto’dan farklı olarak bu kez sadece gelişmiş ülkelerin değil, tüm ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele için bir şeyler yapma niyetini ortaya koymaları; ama niyet yetmiyor. Niyet beyanları (INDC’ler) o kadar yetersiz ki, hele ki 2030 öncesinde yeni bir hedefler bütünü ortaya çıkmasını garanti altına almayacak bir anlaşmaya varılırsa, değil 1,5-2 derece, 3 dereceden fazla ısınma kesin gibi.
Ancak bir yandan da Paris’in Kopenhag’a dönüşmesi, yani buradan da bir anlaşma çıkmadan ayrılmamız ihtimali belirmiş durumda. Dünkü ADP toplantısında ülkeler ve ülke grupları arasındaki keskin anlaşmazlıkların, geçen bir haftalık müzakereye ve liderlerin ettiği onca süslü lafa rağmen azalmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Burada key elements, yani anlaşmanın kilit öneme sahip maddeleri konusundaki anlaşmazlık önemli rol oynuyor. Bir ülke temsicisi çıkıp müzakereleri hızlandırmak için key elements üzerinde yoğunlaşmalıyız dediği anda, bir diğer ülke temsilcisi hemen ‘senin önem verdiğin nokta başka, bizimki başka, hangi maddenin daha önemli olduğuna kim karar verecek’ diye cevap veriyor. Örneğin bazı ülkeler için kilit önemdeki madde finansmanla ilgiliyken, diğer bazı ülkeler kayıp ve zarar mekanizmalarına, bir başkası INDC’lerin nasıl değerlendirileceğine, bir diğeri ise ülkeler arasındaki farklılıkların anlaşmaya nasıl yansıyacağına vurgu yapıyor.
Sonuçta sözleşmeye taraf 195 ülkenin ve bu ülkelerin dahil oldukları çok sayıda grubun açtığı parantezler taslak metni işgal etmiş durumda. Dün akşam da bir ilerleme sağlanamaması üzerine aracılar tarafından kısaltılan (46 sayfadan 38 sayfaya indirilen) taslak metin bu sabah tekrar köşeli parantezleri ve madddelerin farklı seçenekleri hiç ayıklanamadan 48 sayfa halinde “taslak anlaşma” olarak yayımlandı ve gelecek hafta bakanların katılacağı son tur müzakereye hiçbir ilerleme sağlanamadan aktarıldı.
Türkiye’nin pozisyonu
Türkiye de kendi önem verdiği başlıca konu olan differantiation, yani ülkelerin aralarındaki farkların anlaşmaya nasıl yansıyacağı konusundaki ısrarını sürdürerek metindeki köşeli parantezlerin korunmasını sağlayan ülkelerden biri oldu. Türkiye, ısrarla Sözleşme’nin 1992’deki orjinal halinde gelişmiş ülke (Ek 1 ülkesi) olarak tanımlanması durumunun değiştirilmesini istiyor. 1992’de Rio’da İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi hazırlanırken, Türkiye de OECD ülkesi olduğu için diğer gelişmiş ülkelerle birlikte hem sera gazı azaltım yükümlülüğü olan Ek 1, hem de gelişmekte olan ülkelere finansal yardım yapması gereken Ek 2 listesinde yer almıştı. Sonradan yapılan itirazlarla Türkiye Ek 2’den çıkmayı başardı, ancak Ek 1’de kaldı, bu nedenle de otomatik olarak metinde her gelişmiş ülke lafı geçtiğinde Ek 1 anlaşıldığı için Türkiye de okkanın altına giriyor. Türkiye de özellikle gelişmekte olan ülkelere para vermesi gereken ülkeler arasında yer almak istemediği için bu ülke sınıflamasına itiraz ediyor. Ya Ekler’in tamamen kaldırılmasını, ya yeni anlaşmada Ekler’e referans verilmemesini, ya da yok Ekler olacaksa, yeni anlaşmanın eklerinde gelişmekte olan ülkeler arasına alınmasını istiyor. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin de azaltım yapabilmek için finansal mekanizmalardan yararlanabilecek ülkeler arasında yer almak istemesi, oysa gelişmiş ülke olarak tanımlanmaya devam ederse bu şansı olmayabilir.
Türkiye bu konuda haklı. Soğuk savaşın yeni bittiği, henüz blokların etkisini sürdürdüğü 1992’nin şartlarıyla oluşturulmuş ülkeler sınıflamasında Türkiye’ye gelişmiş ülkelerle birlikte yer verilmiş olması, aradan 23 sene geçtikten sonra hala bu sınıflamanın anlamlı olduğunu göstermiyor. Ekler sınıflamasının saçmalığını anlamak için dünyanın en zengin ülkesi Katar’ın gelişmekte olan ülkeler arasında yer aldığını hatırlatmak yeter. Ancak Türkiye’nin iklim finansmanı alma (ki Türkiye heyeti “biz hibe istemiyoruz, kredi alabilecek grupta olmamız yeter” diyor) talebinde bulunurken elinin daha güçlü olması için, azaltım konusunda anlamlı bir hedef belirlemiş olması gerekirdi (zaten tam da bu yüzden bu yıl bir kez daha Günün Fosili “ödülünü” aldı Türkiye). Oysa daha önce de defalarca yazdığımız gibi, enerji politikaları yeni kömür yatırımlarına, ekonomi politikaları da yüksek karbonlu kalkınma anlayışına kilitlenmiş olan Türkiye, sera gazı azaltımı yapmanın hayalini bile kuramıyor. Oysa Türkiye eğer ciddi bir azaltım hedefi vaat etseydi ve bunu finansman koşuluna bağlasaydı, bence şu anda Ekler konusundaki ısrarında çok daha güçlü olurdu.
Türkiye ile ilgili bir olumlu not da dün amaç maddesinden çıkartılmak istenen anlaşmanın “ekosistemlerin bütünlüğüne ve sağlamlığına hizmet etmesi” cümlesini tekrar metne sokmayı önermesiydi. Türkiye bu tür müdahalelerini artırmalı ve “Kayıp ve Zarar Mekanizmaları” gibi konularda da az gelişmiş ülkelerin haklarını savunan çıkışlar yapmalı. Hatta iklim finansmanı konusundaki ısrarında samimi olduğunu göstermek için Yeşil İklim Fonu’na (gerekirse ülke sınıflaması konusundaki şartlarını ön koşul olarak koyarak) anlamlı bir parasal katkıda bulunacağını açıklamalı. Yıllardır müzakerelerde pasif kalmasını eleştirdiğimiz Türkiye delegasyonu bu kez daha aktif, hatta bu yüzden galiba mesele çıkaran ülke olarak algılanmaya başlamış durumda. Bu konumunu az gelişmiş ülkelerden yana tavır koyarak sürdürürse hem iklim adaleti anlayışına katkıda bulunur, hem de kendi tezlerine faydası olur.
Sonuç olarak haftaya bakanlar geldiğinde köşeli parantezler ne olacak, göreceğiz. Eğer metnin herkesin kırmızı çizgilerini uzlaştıracak şekilde yeniden düzenlenmesi başarılmazsa (burada oylama, yani çoğunlukçuluk olmadığını hatırlatalım) Paris görüşmeleri de çökebilir. Kişisel tahminim, ABD’nin her ülkeyle arasındaki ilişkileri kullanarak hem kendi işine yarayacak, hem de ülkelerin kırmızı çizgilerinden kısmen geri adım atmasını sağlayacak bir yol bulacağı, ancak bunun çok zor olacağı ve zirvenin yine Cumartesi’ye hatta Pazar’a kadar uzayabileceği.
Yeni kavramlar
Müzakereciler işin bu kısmıyla ilgilenmeyebilir, ama yılardır iklim zirvelerini izleyen bir aktivist olarak ben son yıllarda çok önemli bir değişiklik gözlemliyorum. Bunu da tamamen iklim hareketinin ve sivil toplumun başarısı olarak görüyorum. Bu da bundan birkaç yıl önce ancak çok dar bir çevrede dillendirilen bazı görüşlerin (ki gerçekte bunlar iklim değişikliğiyle mücadelenin ana damarları) artık her yerde ve hatta bazen resmi müzakerelerde bile duyulması.
Bu kavramlar %100 yenilenebilir enerji (rüzgar ve güneş savunucusu bilim insanlarının ve çevre örgütlerinin ısrarı sayesinde), fosil yakıtların yeraltında bırakılması (ekoloji hareketinin yanı sıra IPCC’nin, UNEP’in ve karbon bütçesi hesaplarının ana akımlaştırılması sayesinde) ve 2 derece değil 1,5 derece hedefi (James Hansen başta olmak üzere iklim bilimciler, 350.org ve ada ülkeleri sayesinde).
Ayrıca karbon fiyatlandırması (hala köşeli parantez içinde ve metne giremeyebilir), meselenin insan hakları ve toplumsal cinsiyet boyutu, en kırılgan ülkelerin kayıp ve zarar mekanizmalarından yararlandırılması (iklim borcu kavramı ABD ve diğer zengin ülkeler tarafından reddedilse de), iklim değişikliğinden dolayı göç etmek zorunda kalan topluluklar gibi konular da artık müzakerelerin gündemine kalıcı olarak girmiş durumda.
İşin asıl püf noktası da işte bu “yeni” tartışmalarda ve iklim adaleti olarak adlandırılan mücadelede. Bir hafta daha Paris’teyiz. Müzakereye de, mücadeleye de bakmaya devam edeceğiz. (ÜŞ/NV)
Paris izlenimleri-1: Olağanüstü hal altında iklim zirvesi
Paris izlenimleri-2: Dünyayı yakma kararının sayısal özeti
* Bu yazı yeşilgazete'de 5 Aralık'ta yayınlandı. (NV)