Saat 14.30 sıraları. Erciş Ağır Ceza Mahkemesinde bir cinayet davası görülmekte. Hükümet binasının alt katındaki duruşma salonu tıka basa dolu, izleyiciler, herkes orada. Önümde dört tutuklu sanık, yanlarında korumacı jandarmalar...
Ben bir şahidin ifadesini almakla meşgul iken bir ara, yerden 20-30 cm yüksekte bulunan ahşap kürsü zemininden birtakım gürültü, tıkırtı benzeri sesler duymaya başladım, herhalde yanımdaki arkadaşlardan biri ayağını tahtaya vuruyor diye düşündüm. Hemen akabinde bir cam kırılması sesi oldu. Bunun için de herhalde bir yerlerde pencere camı kırıldı diye düşündüm. Tabii bunlar bir iki saniye içerisinde cereyan eden şeyler... Derken kapıya yakınlık sırasıyla tüm kalabalık; jandarmalar, tutuklular, izleyiciler, avukatlar birden kapıdan dışarı koşmaya başladılar. Ve derken yanımdakiler, mahkeme üyeleri ve savcı hareketlendi, onlar da kaçışmaya başladılar. Tüm bunlar olup biterken o an deprem olduğunu en son anlayan ben oldum. Neden en son? Çünkü duruşmanın yöneticisi olarak, önümdeki şahidi dinlemekle meşguldüm, kendimi ona vermiştim. Anlar anlamaz ben de kendimi dışarıya attım.
Yazdığımız tutanaklar, kâğıtlar her şey duruşma salonunda kaldı.(Dosyayı tutanak kâtibi Fetullah kucaklayıp kaçmıştı) Tabii o korku ve telaş anında insanlar kendilerini dışarı attıklarında etrafa yayıldılar. Jandarmalar bir tarafta, tutuklular bir tarafta kaldı. Sonra insanlar kendilerine gelip birtakım önlemler aldılar.
O kargaşada tutuklu sanıklar firar ettiler. Ancak iki gün sonra gelip kendileri teslim oldular. Çünkü sanıyorum ki deprem kaygısıyla ailelerinin, çoluk çocuklarının akıbetini merak etmişler, görmek istemişlerdi. Gittiler köylerine, baktılar ve sonra kendiliklerinden geldiler. Biz de mahkeme heyeti olarak, ilk günkü panikten sonra ertesi gün, binaya girdik daktiloda takılı kalan duruşma tutanağına "bu sırada meydana gelen deprem nedeniyle oturuma devam edilemedi" kaydını da ekleyerek tutanağı ve dosyayı her nasılsa kırılmamış olan tahta dolabında korumaya aldık.
Deprem anında işittiğim cam sesi meğer arkamızda asılı "Adalet Mülkün Temelidir" levhasının düşüp parçalanmasındanmış. Hükümet binasında fazla sorun yoktu ama ilçe ve çevresi hasarlıydı, kayıplıydı. Hafif hasar, orta hasar, ağır hasar şeklinde derecelendirilen tespit çalışmalarına ilişkin sohbetlerimizde bir arkadaşın, bir kısım köyler için, "o köylere depremden önce de gidilseydi ağır hasar yazılırdı" sözleri, hafızamda kayıtlıdır.
23.10.2011 den değil, 24.11.1976'dan bahsediyorum; merkez üssü Muradiye'nin Çaldıran köyü olan ve yaklaşık 5000 insanımızın canına mal olan 7,5 büyüklüğündeki depremden...
Pekiyi, o depremden sonra bir şey yapıldı mı? Duyduk ki yapılmış. Bilim adamlarının olumsuz raporlarına ve uyarılarına rağmen fay hattı üzerinde afet evleri yapılmış! (Şaka mı acaba?) Şaka değil; toprak gibi kum ve biraz çimento karışımı ve burgusuz tel gibi demirden çok katlı binalar da yapılmış! (Doğup büyüdüğüm kasabada avlulu tek katlı evden sonra "apartumanda oturmak", sınıf ve çağ atlamanın önemli göstergelerinden biriydi!)
Şaşılacak bir şey var mı? Ülkenin muktedirleri katında bilimin sesi, genellikle, rant ve çıkar hesaplarının, kısa vadeli kurnazlıkların gerisinde değil midir? Şehircilik, imar, doğal çevre ve benzeri konularda, hele de mühendis ve mimar odaları, "Büyük icraatçıların" yoluna taş koyan değiller midir? Üniversiteden pek çıt çıkmıyorken bu meslek odalarına ne oluyor!
Deprem öncesinden vazgeçtim. Ülke genelinde defalarca yaşanan deprem ve sair afet deneyimlerine ve olay yerinin deprem bölgesi olduğunun bilinmesine rağmen; deprem akabinde görülen plânsızlık, koordinasyonsuzluk ve yönetim zafiyetine, doğrusu, şaşırmamak mümkün değildir. Hiç olmazsa; ihtiyaç sahiplerine asgari yaşam standardının sağlanması, hizmetlerin ve yardım malzemelerinin güvenlik içinde, adilane, uygarca dağıtılması ve bu işlerin kırıp dökmeden, izleyenleri bile utandırmadan yapılması, yüreklere biraz su serpecekti!
Bazı ırkçı, barbar söz ve davranışları "kem söz sahibinindir" deyip bir kenara koyarsak, yüreklere birazcık serpilecek su, ülke içinde ve dışında gösterilen dayanışma duygusundan, arama-kurtarma kahramanlıklarından geldi.
Ancak, "Ben devletim" geleneksel tavır ve zihniyetine rağmen, resmen görevli ve sorumlu olanların -kendi vicdanlarında sorgulama yapıyorlar mı, kişisel ve kurumsal olarak güven ve saygıyı hak edecek ölçüde kaliteli hizmet verdiklerini düşünüyorlar mı bilmem ama- toplum karşısında, yaptıklarını ve yapmadıklarını izah etmelerini ve hesap vermelerini bekliyorum. Bu hesabı istemeye, geride kalan ve yaşama sevinci örselenen tüm insanlığın hakkı vardır.
Ben yine anılara dönmeye, anmaya, anımsatmaya izin istiyorum: 1700 metre yükseklikte asılı duran Van Gölü kıyısında yeşil güzel Erciş. Yeşilden laciverde "heftrenk" Van Gölü, Çelebibağ, Zilan Deresi, uçan balıkların sığınağı Deliçay, atboyu yükselen otlaklarıyla dağları, yaylaları. Ve çevresi: Nemrut yanardağı, Süphan Dağı, Patnos, Adilcevaz, Ahlat, Muradiye, Çaldıran ovası, Bend-i mahi, Ernis (Yaşar Kemal'in köyü), Van, Şamran suyu, Hoşab Kalesi, bilmem kaçıncı gezegen Müküs (Yeni adı: Bahçesaray. Rakımı çok yüksek, ulaşımı çok zor olduğu için, dünyanın uzağında, yıldızlar aleminde olduğunu söyleyenler vardır. "...Neptün, Üranüs, Venüs, Müküs." gibi), ıssız mekân Akhtamar Adası ve Kilisesi, yeşil Edremit, göle inen yeşillik Reşadiye (Sanırsın, talan edilmemiş İstanbul Boğazı sırtları.) ve daha nereleri. Ve türküleri gibi esprili, öfkeli, neşeli insanları... Hepsine, herkese selâm olsun. Gidenlere de. (AG/HK)
* Ali Güzel, Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi eski Başkanı ve Anayasa Mahkemesi eski üyesi.