1990'lı yılların başlarında Amerika birleşik Devletleri'nde (ABD) "beyaz erkeklerin" ortalama yaşam süresi 72,1 yıl, "Afro-amerikan" erkeklerin 64,5 yıl, "beyaz kadınların" 79,6 ve afro-amerikan kadınların 73,8 yıldı (U.S. Bureau of the Census 1996).
Yaşam süreleri arasındaki bu farklılığın sebepleri, tabii ki bireylerin ten renginden ileri gelmemektedir. Türkiye'de, Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (2005) rakamlarına göre yaşam süresi erkeklerde ortalama 70, kadınlarda 72 yıla ulaşmıştır.
Ancak yaşam süresi bakımından bölgeler arasında belirgin farkların bulunduğundan hareket etmek gerekir. Çeşitli düzlemlerde yer alan avantajlara veya dezavantajlara bağlı olarak değişmektedir. Maddi olanaklar, yaşam biçimleri, beslenme, hastalık riskleri ve sosyal pozisyonlar (örneğin: mesleki pozisyonlar) arasındaki farklar, yaşam süresinin uzun veya kısa oluşunda büyük rol oynamaktadır.
İnsanlık tarihinin başka hiçbir döneminde yaşlılık, yaşlanmak ve yaşlı insan üzerinde bu kadar durulmamıştır. Fakat nasıl ki yaşam sürelerinde farklılık varsa, ülkeler arasında da, bu konularla az ve çok ilgilenenler arasında ayırım yapmak gerekir.
Yaşlılara yönelik birçok çalışma ve hizmetin ortaya çıkmış olması, ama bunların ülkemizde henüz bulunmaması, bu bağlamda bir ölçü kabul edilirse, yaşlılarıyla az ilgilenen ülkelerden biri olduğumuz söylenebilir.
Bu ilgisizliğin bir başka göstergesi de, yaşlı dediğimiz insanların tanımında "yaş" faktörünü kullanırken, kendi toplumumuzdan hareket etmek yerine, Batı ülkelerinin ölçülerini kullanmamızdır. Batı ülkelerindeki yaşam koşulları farklı olduğu için uzun ömürlülüğün ölçüleri de değişmektedir.
Demografik istatistiklerde örneğin Almanya 65. doğum gününü kutlayan kişileri, yaşlı sınıfında değerlendirmektedir. Aynı değerlendirmeyi DİE'nin istatistiklerinde görmek, biraz şaşırtıcıdır. Çünkü Türkiye'de yaşam süresi, henüz Batı ülkelerinin seviyesinden çok geridedir.
Bangladeş, ortalama yaşam süresi en düşük insanların yaşadığı ülkedir. Bu ülkede insanlar ortalama 50 yıl yaşamaktadır. Eğer yaşlılığın başlangıcını 65 olarak kabul ederlerse, ya yaşlılığı bilmiyorlar ya da bilerek yanlış hareket ediyorlar düşüncesi ortaya çıkar.
Bu ülkede yaşlılığın ne zaman başladığı, bizi ancak ikinci derecede ilgilendirirken, emeklilik yaşıyla yaşlılık yaşı arasında, emeklilik yaşı lehine, çok uzun bir süre bulunan ülkemizde, yaşlılığın sınırını 60 veya 65'e yerleştirmek, farklı bir görüntü ortaya çıkarmaktadır.
Eğer yaşlılığın sınırını 65 olarak kabul edersek, çalışır durumdaki insanlarımız, yaşlılık sınırına ortalama 20 yıl kala emekli olmaktadırlar. Yaşam süresinin 70 yıl ise, o zaman Türkiye'de ortalama 45 yaşlarında emekliye sevk edilen insanlar, toplumsal üretime katkı sağlamadan, 25 yıl oyunca "devletten geçinmektedir".
Bu emeklilik sisteminin yaşam süresi şüphesiz çok kısa olacaktır. Bu para kim tarafından karşılanacaktır?
Böylece geldik, yaşlanan toplumlardaki işsizliğe! Üniversite mezunlarının bile yüzde 24'ünün (DİE 2002/Hesaplama: Tufan 2007) işsiz olduğu ülkemizde, eğitim düzeyi azaldıkça, işsizlik problemiyle karşı karşıya olan insanların sayısı da çoğalmaktadır.
Bu da "ne iş olursa olsun, hangi koşullarda olursa olsun, çalışırım" düşüncesinin yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Bunun doğurduğu sonuçlardan biri de "sigortasız" çalışan bireylerin çoğalmasına yol açmaktadır.
Analizler, 2002 yılında sosyal güvenlik kapsamı dışındaki birey sayısının 29,7 milyon olduğunu göstermektedir (DİE 2002/Hesaplama: Tufan 2007). Bu durumdaki kişiler açısından çeşitli riskler yaratan bu durum, sosyal güvenlik sistemi açısından öldürücü darbe anlamına gelmektedir. Çünkü bir taraftan erken yaşlarda kızağa çekilerek emekliliğe sevk ettiğimiz insanların emekli aylıklarını karşılamak gerekmektedir, diğer taraftan bunların maaşlarını karşılayacak "sigortalı" çalışanların sayısı çoğalmamaktadır.
Bindiği dalı kesen bir adamı andıran bu görüntüsüyle, Türkiye'nin AB hayallerini gerçekleştirmesi bir hayli zor görünmektedir. Avrupa'dan Türkiye'ye yönelik çatlak seslerin ardında, bir taraftan çoğalan, diğer taraftan hızla yaşlanan toplumumuzun sosyal problemleri yatmaktadır.
Daha kendi içinde problemlerini çözmekte zorlanan AB'nin Türkiye gibi dev bir yükü, büyük istekle üstlenmesini beklemek çok fazla hayale kapılmak anlamına gelmektedir. Eğer, kendi gücümüzle toplumsal yaşlanmadan kaynaklanan problemlerin üstesinden gelebileceğimizi gösteremezsek, zaten bizle ilgili bol miktarda önyargılara sahip olan Avrupa, bir de demografik gelişmelerin yarattığı sosyal gerçekleri diline dolarsa, bizi AB'de görmek istemeyenlerin ekmeğine yağ sürmüş olacağız.
Yaşlılığın "en önemli sosyal kategori" (Wahl, Heyl 2004, 14) olduğunu seçim öncesi anımsatmak istedim.
Önümüzde daha bir sürü seçim var. Her seçimde Gerontolojiden bir konu seçsek, 2050'ye kadar yaşlılığı keşfedebilir, Gerontolojinin önemini kavramışların sayısını çoğaltabiliriz.(İT/EÜ)
* Doç. Dr. İsmail Tufan, Gerontoloji Bölümü, Akdeniz. Üniversitesi
Kaynakça:
* Wahl, H.-W., Heyl, V. 2004. Gerontologie - Einführung und Geschichte. Kohlhammer: Stuttgart.
* U.S. Bureau of the Census. 1996. Current population reports, special studies: 65+ in the United States. Washington DC: U.S. Government Printing Office.