Fotoğraf: Yasin Aras / AA
"Dünya Sallanırken ve Türkiye Düşerken Herkes İçin Ekonomi" ekonomist Dr. Murat Kubilay'ın ilk kitabı. Geçen hafta Doğan Kitap'tan çıkan eser, küresel ekonomiyi ve Türkiye ekonomisini herkesin anlayabileceği şekilde, formüller ve hesaplamalara fazla yer vermeden anlatıyor, değişen dünya ekonomisini olabildiğince basit şekilde aktarıyor.
Küresel ekonomik krizin salgınla beraber daha da büyük bir ekonomik adaletsizliğe yol açtığını, ekonomistlerin 'hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı' zamanları müjdelediğini söyleyen Kubilay, "Yeni küresel düzeni anlamak için bize bir rehber lazımdı" diyor ve ekliyor: Yeniyi tarihle, neden-sonuç ilişkileriyle açıklayan bir rehber."
Biz de Dr. Murat Kubilay'la yeni kitabı üzerinden Türkiye ve dünya ekonomisini, koronavirüs salgınını, krizleri ve değişimleri konuştuk.
"Neoliberal sistem zayıfladı"
Küresel iktisadi sistemde yaşanan değişimden bahsediyorsunuz kitabınızda. Nasıl bir değişim bu yaşanan? Türkiye değişimin neresinde?
Küresel iktisadi düzen ve ona uygun toplumsal ve politik yapıda kabaca her 50 yılda bir güncelleme yaşanıyor ve ülkeden ülkeye değişmekle birlikte farklı bir kapitalizm anlayışına geçiliyor. 1870’ler ve 1920’lerdeki değişimlerden sonra 1970’lerde kurulan mevcut hâkim sistem devletin ekonomideki üretici, tüketici, planlayıcı ve düzenleyici rolünü sınırlayan sermayenin küreselleşmesinin önünü açan bir yapıda. 2007’de öncü şoklarla başlayan küresel finansal kriz, ardından Avrupa borç krizi, devamında Türkiye de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin sarsılması ve en nihayetinde pandemi kriziyle bu neoliberal sistem iyice zayıfladı.
Bunun neticesinde kurumlar için vergilerinin yükseltilmesi, küresel ölçekte asgari vergilendirme esaslarının oluşturularak vergi cennetlerinin kısmen etkisiz hale getirilmesi ve eski dönemlerde bedavacılık olarak nitelenen evrensel temel gelirin herkese sağlanması gibi öneriler yaygınlaştı ve hatta bazısı uygulanmaya başladı. Önümüzdeki süreçte buna çokuluslu şirketlerin denetime alınması, sıcak para şeklindeki sermaye akımlarının sınırlanması ve servet vergilerinin uygulanması gibi başka araçlar da muhtemelen katılacaktır.
Özetle sonunun nereye varacağını henüz bilmesek de devletin görece daha etkili olacağı ve servet adaletsizliklerinin dikkate alınacağı yeni bir 50 yıla giriş yapmakta olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Türkiye de dünyanın bir uzantısı ancak yaklaşık son 20 yılda uygulanan iktisadi model ve siyasi sistem yerel manada da iflas ettiği için bu dönüşüm öncesi sancıları çok daha şiddetli yaşıyor.
"Türkiye Mart 2018'de buhrana girdi"
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu ekonomik kriz olarak değil bir iktisadi buhran olarak nitelendiriyorsunuz. Krizle iktisadi buhranın arasında nasıl bir fark var ve Türkiye neden bir iktisadi buhran içerisinde?
Ekonomik krizin tam bir tanımı olmasa da finansal istikrarsızlıkla birlikte oluşan yaklaşık 1-2 yıl kadar süren ekonomide küçülme şeklinde kendini gösteren ve nihayetinde satın alma gücünün düşüp gelir adaletinin bozulduğu bir durum. Ekonomik buhranlarsa 2008-18 arasında Yunanistan’da yaşandığı gibi uzun süreli, arada kısmen iyi yıllar yaşansa da kriz halinin süreklilik kazandığı, yoksullaşmanın geniş çapta yaşanıp siyasi ve sosyal istikrarsızlığın da devamlılık kazandığı bir durum. Türkiye Mart 2018’de buhrana girdi ve buhranın ikinci aşaması Mart 2020’de pandemi süreci ile paralel bir şekilde başladı.
Önümüzdeki dönemde belki bir iktidar değişiminin ardından finansal istikrar sağlanacak; ancak toplumsal ve siyasi etkiler neticesinde yoksullaşma süreceği ve işsizlik kalıcı hale geleceği için bu buhranın üçüncü bir aşaması daha olacak. Bu aşamanın şiddeti daha az süresi ise daha uzun olacak. İlk iki aşamayı bir korku filmine son aşamayı ise gerilim filmine benzetebiliriz. Tüm bunların arkasında Türkiye’nin ağır dış borç yüküne girmesi, ekonominin büyüme ve istihdam yaratma potansiyelini yitirmesi, kurumsal bozulmanın had safhaya ulaşması ve küresel ekonomilerdeki zayıf seyir etkili. Bu sorunların hiçbirinin çözümü 1-2 yıl boyunca doğru politikalar uygulanmasıyla sağlanamaz, sonuçların elde edilmesi çok daha uzun süre alacaktır. Bu nedenle gerçekçi bir analizle krizde değil buhranda olduğumuzu kabul etmemiz ve bu doğrultuda daha radikal önlemler almamız gerekiyor.
"Çalışanların pazarlık gücü artık az"
Kitabınızda ekonomik sistem içerisindeki dengesizliklerden bahsediyorsunuz. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan bu dengesizlik nasıl ortaya çıkıyor?
Mevcut sistemde hiçbir şey yapmadığınızda, yani bireyler arası miras yoluyla aktarılan servet, aile itibar ve çevre gücü ile eğitimde fırsat eşitliği sağlamadığınızda otomatik olarak adaletsizlikler artar. Çünkü hem sermayenin kar oranı reel ücret artışlarının üzerinde, hem tasarruf oranı onlarda daha fazla, hem vergi istisna ve muafiyetlerinden ötürü ödedikleri vergi gelirlerine kıyasla daha düşük ve hem de iş gücü çokluğu ile teknolojinin istihdamı baltalamasıyla çalışanların pazarlık gücü az.
Tüm bunlardan ötürü artan oranlı vergilendirmenin ve servet vergilerinin vergi cennetleri ile aile vakıf fonları vasıtasıyla etkisiz hale getirilmesini önlemezseniz; bozuk ekonomileri parasal genişlemelerde düzeltmeye çalışırken varlık fiyatlarında balon oluşturursanız bunun sonucunda gittikçe artan servet adaletsizliği ile karşılaşırsınız. Ötesi eğitimin paralı hale gelmesi, niteliğe değil aile gücüne göre kaliteli eğitime ulaşılması bu adaletsizliklerin toplumsal sonuçlarını çok daha keskinleştiriyor.
"Gelişmekte olan ülkelerin ucuz işgücü dışında elleri güçlü değil"
Artık günümüzde fiziki savaşların yerini finansal savaşlar ve ticaret savaşları aldı. Finansal olarak güçlü ülkeler kendilerinden daha kötü durumdaki ülkelerin refah seviyesinin gelişimini engellemeye mi çalışıyor?
Ticaret savaşları birkaç yıl öncesine kadar unutulmuşken ABD ve Çin gerginlikleri neticesinde yeniden başladı. Finansal çarpışmalar ise 1973-88 arasında Smithsonian, Plaza ve Louvre anlaşmaları gibi uzlaşılarla yatıştırıldı. Hatta 2008 sonrasında küresel merkez bankalarının eşgüdüm halinde çalıştıklarını fakat bir yandan da kendi ülke para birimlerini daha rekabeti yapmaya çalıştıklarını gördük. Şu ana kadar özellikle tarım ve teknoloji sektörlerinde korumacılık veya ticaret savaşı hâkim. Finansal çarpışmalar ise Batı kapitalizmiyle çatışan Rusya ve İran’a karşı uygulanıyor, Türkiye de sınırlı da olsa sorunlar yaşıyor.
Fakat ekonomilerin pandemi sonrasında beklenen ivmeyi yakalayamaması, kamu borçluluk oranları ile özel sektör batık kredi hacimlerinin artmasıyla rekabetçilik daha da artacak; neticesinde hem ticari hem de finansal gerilimler de şiddetlenecek. Bunun farklı cepheleri olacaktır; ABD ile Çin arasında, Avrupa’nın kuzeyi ve güneyi arasında ve gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanlar arasında. İlk gruptakiler küresel hegemonya için, ikinci gruptakiler yaşlı kıtanın refahının bölüşümü için üçüncü gruptakiler ise istihdam ve yatırım için çatışacaklar. Gelişmekte olan ülkelerin ucuz işgücü dışında ellerinin çok güçlü olmadığını belirtmek gerek.
"Zoraki büyümelerin sonucu uzun vadede daha fazla yoksulluk"
Kitabınızın arka kapağında “Yalnızca büyüme oranlarına odaklanmak kalkınma ve refah için yeterli mi?” diye soruyorsunuz. Sahiden de günümüzde her şey büyüme verilerine odaklı. Bu ‘büyüme’ denilen şey neden bu kadar önemli?
Gelişmiş ülkeler için büyüme şart değil, daha az büyüyüp bölüşüm ekonomisini ön plana çıkararak hem sürdürülebilirliği hem de refahı sağlayabilirler. Ancak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için büyüme şart. Diğer taraftan sürekli dış açık yaratan ve istihdam yaratmayan büyümenin uzun vadedeki etkisi net olumsuz. Yani kredi pompalamasıyla zoraki büyümelerin sonucu uzun vadede daha fazla yoksulluk oluyor. Bu nedenle ekonominin potansiyelini artıran yatırımlar gerekli.
Yaygın, ücretsiz, bilimsel ve kaliteli eğitim; ar-ge destekleri ve geleceği açık olup Türkiye’nin potansiyelini çıkaracak sektörlere yatırım ile devletin düzenleme, planlama ve bölüşüm sağlama işlevlerini ön plana çıkarması çok kritik. Diğer türlü büyüme yalnızca büyük şirketlere, onların hissedarlarına ve yurt dışındaki tedarikçilerine yarıyor. Hâlbuki enflasyon, cari açık ve işsizlik gibi diğer boyutlara da bakmak gerek. Hatta işsizlik bile işgücü piyasası için tek başına yeterli ölçüt değil; iş gücüne katılım, ücretler genel düzeyi, haftalık çalışma saati, kayıtdışılık gibi diğer boyutların da göz önünde tutulması lazım. İşte bu nedenle salt büyümeye değil, büyümenin kaynaklarına ve diğer göstergelere de bakmak şart.
"Dünyanın daha keskin ve hızlı önlemlere ihtiyacı var"
Türkiye ve dünyada her gün ekonomik krizler konuşulur hale geldi. Dünyanın ekonomik ekosistemi çöküyor mu? Başka bir ekonomik sistem mümkün mü?
Bir çöküşten bahsetmek şu an için abartı olabilir, bunun yerine çatırdama veya sallantı demek daha yerinde olur. Neoliberalizmde ekonomik krizler tatsız bir sonuç değildir, yeni normaldir. Almanya gibi az sayıda ülke bu durumu fırsata çevirir, bunun haricinde yoksul ülkelerde dahi olsa varlıklı kesimin gücü artar. Bu sistemin yarattığı sorunlar servet adaletsizliği, küresel ısınma ve hala geri kalmış ülkelerde etkisini savaşlarla gösteren emperyalizmdir. Dünya bu sorunları artık kaldıramaz halde; bu nedenle Davos ve Bilderberg gibi güce haiz olanların toplantılarında, bu konulara ilişkin zenginlerin aleyhine dahi olsa belirli çözümler aranıyor. Çünkü büyük istikrarsızlıklarla ellerindeki gücün risk altına girmesini istemiyorlar.
Doğaya daha özen gösteren ve adaleti dikkate alan sistemler öneriliyor. Fakat bu önerilerdeki olası sonuçlar ile temenniler arasındaki fark çok büyük. Yani esasında bizlere sunulan çok küçük reformlar. Hâlbuki dünyanın daha keskin ve hızlı önlemlere ihtiyacı var. Sürdürülebilir büyüme, kaynakların planlamayla kullanılması, etkin piyasa denetimi, fırsat eşitliğinin sağlanması gibi kavramları ön plana alan bir ekonomik sistem mümkün. Yani kapitalizmin daha insancıl bir formu kesinlikle mümkün, asıl soru işaretiyse bu formu ne derece insanileştirilmesine müsaade edileceği ve edilmediği noktada toplumların ne derece gücünü kullanacağı. Bu derece büyük adaletsizlikler kalıcı istikrarsızlık ile eksik demokrasilere yol açabilir ya da daha önce yaşanmamış düzeyde toplumsal adalete geçiş için fırsat yaratabilir.
"Orta direk gittikçe fakirleşiyor"
Kitabınızda vergi yükünün orta direğin üstüne yüklendiğinden bahsediyorsunuz. Neden bu konuda ezilen taraf orta direk?
Bunun üç temel nedeni var; ilki şirketlerin vergiden kaçınmalarının kolaylaşması ve gelir vergilerinin üst sınırının düşürülmesi. Yani zengin kesimin vergideki payı düştü. İkinci nedeni ise verginin kaynağının ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilere kayması ve tüketimde orta gelir grubunun ön plana çıkması. Son olarak Türkiye’ye özel bir şekilde 2013’ten itibaren iktidar partisi gücünü korumaya çalıştığı ve asıl oy tabanı en düşük gelirliler olduğu için; sosyal transferler ile asgari ücretin mümkün suret yüksek tutulması. Orta direk ise taleplerini siyasileştiremediği için hem işveren hem de devlet tarafından eziliyor. Bunun en tipik örneği ise maaşı gittikçe asgari ücretleşen ve tüketim toplumuna göbekten bağlanmış olan beyaz yaka. Dolayısıyla zenginin kayırılması, yoksulun oy gücüyle kendini korumasıyla orta direk sıkışıyor.
M. Murat Kubilay hakkındaLisans ve yüksek lisans öğrenimlerini sırasıyla ODTÜ İşletme ve Finansal Matematik bölümlerinde tamamladı. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak görev yaptı. Ardından akademik kariyerine ara vererek İstanbul'a taşındı; burada yerli ve yabancı portföy yönetimi şirketlerinde hisse senedi, emeklilik ve yatırım fonları müdürü olarak çalıştı. Doktora çalışmalarına Marmara Üniversitesi'nde başladı, King's College London'da uluslararası finans alanında araştırmalarını tamamladı. Londra'da KOBİ ölçeğindeki şirketlere finansal/ kurumsal danışmanlık verdi. Kubilay, Türkiye'de de finansal/ kurumsal danışmanlık hizmeti vermekte olup; ekonomi ile siyasete ilişkin görüşlerini çeşitli yazılı ve görsel medya kuruluşları vasıtasıyla yayınlıyor. |
(HA)