Taha Akyol, 7 Haziran 2008 tarihli Milliyet’teki, “Ordu, Yargı, CHP” başlıklı yazısında , türbanın iptali ile ilgili karardan yola çıkarak , İtalyan Marksist Gramsci’den araklama bir terimle, “tarihsel bloklar” analizi yapıyor ve şöyle diyordu:
“Anayasa Mahkemesi’nin kararını alkışlamak veya eleştirmek mümkün. Ama kurumlara ve topluma yön veren tarihsel dinamiklere bakmak daha ufuk açıcıdır. Bu açıdan gözüken gerçek, ordu, yargı ve CHP’nin rejim konusunda benzer önceliklere sahip bir “tarihsel blok” oluşturduklarıdır... dünya görüşü ya da rejime ilişkin öncelikleri bakımından bu üç kurum arasında önemli fikri örtüşmeler var… Bundan başka bir “tarihsel blok” daha var: Terakkiperver ve Serbest Fırka’dan Demokrat Parti’ye, Adalet Partisi’ne, Özal’ın ANAP’ına, bugün AKP’ye uzanan ve halka dayanan, liberallerin de desteklediği bir tarihsel blok…”
Bunu, Akyol gözüyle, üstümüzde tepişen fillerin tarifi diye da okuyabilirsiniz..Bir filin bacağına körlerin dokunup tarifini istemişler. Her kör farklı bir tarif yapmış. Bu da Taha Akyol tarifi..
Bir gerçek var; Türkiye, bir yarılma , bir kutuplaşma yaşıyor ve bu filler savaşı, çimenleri ezerek yapılıyor. Çimenler, eğer ezilmekten yıldılarsa, bıktılarsa üstte tepişen filleri de doğru tanıyıp, doğru yerlerde saf tutup , olmadık değirmenlere su taşımamalıdırlar.
Akyol’un tarif ettiği “tarihsel blok”lar ne kadar gerçekçi ya da kendi deyimiyle, ufuk açıcı ? Hemen belirtelim ki, iktidar çekişmesinde, “tarihsel blok”lardan söz edeceksek, sınıf kategorilerini kullanmalıyız.
Akyol’un “tarihsel blok”larında sınıflar yok; ordu, yargı, CHP gibi ikisi sivil-asker bürokrasi, biri de politik parti olan iki farklı kategori var.
Diğer tarihsel blokta ise, “…halka dayanan, liberallerin de desteklediği bir tarihsel blok” var..Yazının devamında bunların kimler olduğunu Taha Akyolvari sosyolojik terimlerle anlamaya çalışıyoruz.
Kimlermiş? “..şehirleşme, eğitim, meslekleşme gibi dinamiklerle 'kenar'daki 'faso fiso vatandaşlar' okuyarak, iş tutarak yükseliyorlar, 'Merkez'de yer almak, eşit olmak istiyorlar. Bunun için demokrasiye, liberal değerlere sarılıyorlar.”...
Yani, diğer tarihsel bloku da “kenarda iken merkeze taşınmak isteyenler” oluşturuyormuş….
Kutuplaşmanın, bloklaşmanın, dar, hiçbir şey anlatmayan bir “devlet-sivil toplum” sığlığında tanımlandığı açık.
Bu da zaten Taha Akyolvari sosyolojik çözümlemenin bayat bir örneği..
Bu arada Akyol’un, “Bundan başka bir “tarihsel blok” daha var: Terakkiperver ve Serbest Fırka’dan Demokrat Parti’ye, Adalet Partisi’ne, Özal’ın ANAP’ına, bugün AKP’ye uzanan ve halka dayanan, liberallerin de desteklediği bir tarihsel blok” saptamasının tutarsızlığını yakın tarihle ilgili bilgisi olan herkes anlayacaktır.
DP ile AP arasında bir sürekliliğe kimse itiraz edemez. Ama ANAP’ı, AP’nin mirasçısı görmek de neyin nesi?
Madem öyleydi de, neden Demirel 12 Eylül’de itildiği kuyudan 1980’lerde canhıraş tırmanarak, yasakları yırtarak tapulu arsasına konan ANAP’ı saf dışı etti? ANAP ile AKP arasındaki devamlılık iddiası da bir totoloji.
AKP, olsa olsa Erbakan’ın milli görüşün revizyonist versiyonu; 2000 sonrasında ABD’nin ılımlı İslam modelinin taşeronu bir misyona sahip ve AP, ANAP ve DP ile bağı tamamen bir yakıştırma ve çarpıtma.
Bloklar ve sınıflar
Türkiye’de hızla bir kutuplaşma yaşandığı, bir bloklaşma olduğu açık, ama bunu doğru sınıf tahlilleri üstüne yapmak gerek. Gerçekte, çok hızlı kum fırtınalarının yaşandığı Türkiye toplumsal formasyonunda, üst üste değişen kum tepelerini andıran yeni bloklaşmaların en sonuncusunu nasıl tarif edebiliriz?
İki bloğun ortaya çıktığı gerçek. Birinci blokta, evet Akyol’un tarif ettiği ordu ve yargı var; buna sınıfsal kategorilerle sivil-asker bürokrasi demek daha doğru.
Burada hemen bir parantez açıp sivil-asker bürokrasi için bir egemen sınıf fraksiyonu denebilir mi? sorusu sorulabilir.
Özünde, birer bordrolu-ücretli olarak “sınıf yeri” “ücretliler” olan bu kesimin, bazı ülkeler ve bazı konjonktürlerde, “sınıf konumu”itibariyle egemen sınıf fraksiyonu (deyim N. Polantzas’a aittir) olarak iktidar bloğunun bir bileşeni biçiminde iktidarda söz sahibi oldukları bilinmektedir.
Bizde Cumhuriyetin ilk yıllarında iktidar bloğunun asli unsuru olarak yer alan bu kesimin zaman içinde bloktaki yerinin zayıfladığı ve blokta , bugün TÜSİAD’ da temsil edilen büyük sermayenin asli unsur konumuna yükseldiği söylenebilir.
Ancak yine de son yıllardaki pratikten de anlaşıldığı kadarıyla, sivil-asker bürokrasinin bloktaki etkinliği tam da azalmış değildir ve etkili bir bileşen olarak varlığını korumaktadır.
CHP’nin bu kesimin partisi olarak tanımlanması ise hem tarihsel gerçeklerle hem de parti-sınıf ilişkisi teorisine tam oturmuyor.
CHP, sadece sivil-asker bürokrasinin partisi olmak zorunda değildir; daha doğrusu kitle partileri, ille de bir sınıfın partisi olmayı hedeflemezler.
Öyle olsa, mesela CHP, 1978’de nasıl TÜSİAD’ın umudu haline gelip iktidar olmuştu sorusu havada kalır, 1980’ler ve 1990’larda SODEP; SHP, nasıl yine TÜSİAD onaylı koalisyonlarda ortak oldu sorusu havada kalır. CHP, sivil-asker bürokrasinin de partisi olmakla birlikte, izin ve onay verirse (laik) TÜSİAD’ın ve etki alanındaki irili ufaklı burjuvazinin de partisi olmaya adaydır ve taliptir.
Tam da burada, Akyol’un, patroniçesi TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ Doğan’ı, tarif ettiği tarihsel bloklardan hangisinin altına yerleştirdiğini doğrusu çok merak ediyorum. Doğan’ın en azından bugünkü AKP ile mesafeli durduğu, ama CHP ye de yakın durmadığı ortadadır ve bu durum, ileride analizimizin önemli bir alt başlığını oluşturacaktır.
Ulusal sermaye var mı?
Tekrar başa dönersek; bloklardan birincisinin, ordu ve sivil bürokrasinin yanında müttefik, “ulusal” bir burjuvazi var mıdır?
CHP, bu kesimi de temsil etmekte midir ? Kısaca cevaplayalım; hayır yoktur!.. Çünkü, dünya ekonomisi ile bu kadar halvet olmuş Türkiye kapitalizminde “ulusal burjuvazi” diye bir kategori yoktur, olamaz, o anlamda ulusalcılık da fiktif bir kavramdır.
Ulusal burjuvazi dediğiniz, emperyalizme karşı iç pazarının yüksek duvarlarla korunmasını isteyen, yabancı sermayeye, dış kredi kullanımına, emperyalistlerle eşitsiz dış ticarete karşı çıkan bir kategoridir.
Siz böyle bir burjuva profili tanıyor musunuz Türkiye’de?.. Hayır. Bu söylemleri, sivil-asker bürokrasiden , gönlüm öyle istiyor tarzında, (wishfull thinking) söylem olarak duyabilirsiniz, ama bunun gerçek anlamda savunucusu bir burjuva fraksiyonu yoktur Türkiye’de.
Türkiye burjuvazisi en büyüklerinden başlayarak ve ona tabi, onunla varolan küçük sermayedarlarına kadar, küresel sermaye ile bütünleşmenin, dış kredi, sıcak para, yabancı sermaye kullanımı ile yaşamayı tarz edinmiş, kırık dökük sermaye birikimini ancak bu yolla elde eden, bu yoldan da sapılmamasını isteyen bir karakterdedir artık.
Bu anlamda, küçük istisnalar dışında, ister kendilerini islami, ister laik olarak tanımlasınlar, Türkiye burjuvazisinin ağırlıklı kesimi, çıkarını, küreselcilikte, uluslar arası sermaye ile bütünleşmede görmekte ve neoliberalizm, piyasacılık, özelleştirmecilik ana prensipleri oluşturmaktadır.
Laik sermaye var mı?
Peki farklılık ? Sermayedarlar arasındaki farklılık, AKP ve arka planındaki “İslamlaşma-muhafazakarlaşma” projesine yakın ya da uzak durmada ortaya çıkmakta, genel anlamda sermaye, bu noktada iki farklı kampa bölünmüş görünmektedir.
Ancak hemen belirtelim ki, Türkiye’de “İslami sermaye” gerçeği vardır ama “laik sermaye” diye bir kategori yoktur.
Burjuvalar tek tek kendilerini laik olarak tanımlayabilir, ama laik sermayedarların bir örgütlenmesi yoktur.
Oysa, islami sermaye, “yukarıdan aşağıya”, İslamlaşma projesi ile doğup gelişmiş ve oluşturulmuş, İslamlaşma projesine tabi, ona araç bir sermaye kategorisidir ve bir gerçekliktir.
Bizzat Fethullah Gülen’in holdingler kurun, sermayelerinizi birleştirin, dış pazarlara yayılın talimatıyla oluşturulmuş bir oluşumdan söz ediyoruz.
Buna karşılık , “laik sermaye” diye bir kategori yoktur. İslami sermaye arasında masonik bir dayanışma, uzun vadeli İslami toplum amacı için sermaye birikimini büyütme, onu İslam toplum kurmanın bir aracı yapma çabası varken , diğerlerinin “laisizm” için sermayeleri harekete geçirme ve dayanışma çabaları zinhar yoktur, olmak zorunda da değildir.
Bu kategorideki sermayenin laiklik kaygusu, öznel seçimlerden çok, istikrarsızlık sözkonusu olunca ortaya çıkan bir refleksten ibarettir.
Ne olduğu bilinmesine rağmen, milli görüşcü yüzünü öne çıkarmayarak, neoliberal icraatlarıyla göz doldurduğu birinci döneminde AKP, TÜSİAD’ın, hakim sermaye gruplarının da partisi olmayı başardı..
AB ile tam üyelik yolunda mesafe alıyor, IMF ile iyi frekans tutturuyor, neoliberalizmi, piyasacılığı tereddütsüz uyguluyordu. 22 Temmuz seçimlerinde her 2 kişiden biri AKP’ye oy verirken onların içinde çok yüksek katma değerli oylarıyla TÜSİAD’cılar da vardı.
Ama ne zaman ki, AKP, aldığı oy desteği ile türban serbestisinden başlayıp İslamlaşma projelerini iyice açığa çıkardı ve ciddi bir kutuplaşma yarattı, o zaman TÜSİAD’ın bildik unsurlarından – anti- laik söylemine tepkiden çok, yol açtığı istikrarsızlık nedeniyle- dirsek görmeye başladı. Bu uzaklaşmaya nedenlerden biri AKP’nin Ordu ve yargı ile çatışan İslamlaşma projesi ise, diğer ayağı ekonominin teklemeye başlaması oldu.
İslami sermaye
TÜSİAD, kendini gri alana çekip, kendi gönlüne göre bir iktidar arayışı içine geçedursun, AKP, palazlandırdığı ve kendi islamileşme projesine altyapı hazırlayıcısı sermaye grupları ile yoluna devam ediyor ve AKP sonrası oluşumda da devam edecek.
Bunların bir kısmı , Fethullah Gülen cemaatinden, kısa adı TUSKON olan bir konfederal yapı içinde, yerel ve merkezi yönetimin tüm imkanlarını, ihalelerini, özelleştirme nimetlerini semirerek palazlandırılan bir grup, diğeri kısa adı MÜSİAD olan ikinci bir sermaye grubunun örgütü.
Özellikleri, neoliberalizme inanıyorlar, küreselleşmeciler, piyasacılar, özelleştirmeciler, ama sermaye birikimini ve yayılmayı, İslamlaşma projesi amacına hizmet edecek araç olarak görüyorlar. Bu anlamda asli amaçları sermaye birikimi olan TÜSİAD’cılardan ve çevresinde oluşan Türkonfed isimli konfederal yapıdan farklılaşıyorlar.
İslami sermaye, sermaye ihraçlarını, ılımlı İslamın coğrafyası olarak tarif ettiği Avrasya’ya, Afrika’ya kadar ulaştırıyor, oralarda Fethullah Gülen okullarının misyonerliğinde açılan yoldan ilerleyerek, sermaye bütünleşmelerine gidiyor, ılımlı İslam modelini oralarda da yeşertiyor ve oralardan da besleniyorlar.
AKP, organik ilişki içinde olduğu TUSKON, MÜSİAD gibi sermaye örgütlenmelerine ikinci halka olarak, cemaat ilişkisi olmasa da dönemin nimetlerinden yararlanmak için kendisine yanaşan sermaye gruplarını da eklemeyi denedi, deniyor.
Bunun için de havuç ve sopa ikilisini kullanıyor. Elindeki belediye ihalelerinden TOKİ inşaatlarına, enerji lisanslarına, özelleştirme projelerinden muhtelif teşvik araçlarına kadar kullanabileceği araçları yerine göre sopa, yerine göre havuç olarak kullanarak “tarihsel blok”u içine bu omurgasız sermayedarları da katmaya çalışıyor ve yer yer başarıya ulaşmış durumda da.
TÜSİAD çatısı altında olup bir yandan AKP’yi eleştiriyormuş gibi davranan ama alttan alta AKP ile dayanışan , kontrolündeki medyayı AKP için de kullandıran birçok ikili oynayan sermayedarın varlığı sır değil..
Bir toparlama yapmak gerekirse, sivil ve askeri bürokrasinin ya da ordu ve yargının yer aldığı tarihsel bloku, bir kitle partisi olarak CHP temsile taliptir. Bu blokun içinde egemen sınıf fraksiyonu olarak sivil-asker bürokrasi var.
Bloğa, “laik sermaye”nin dahil olması da bekleniyor. Bu blok, egemenler dışında, işçi sınıfının bir kısmını temsilen sendikaları, teknokratları, beyaz yakalıları , iş dünyasını temsilen bir kısım oda ve dernekleri, köylülüğün bir kesimini, kısaca tüm sınıflardan kesitleri de kucaklamak istiyor.
Taha Akyol’un yazısında bahsettiği “kenar”dan merkeze gelen, faso fiso vatandaşların hepsi, sanıldığı gibi AKP bloğunda değildir, bir kısmı da bu bloktadır.
AKP bloğu ise, cemaat ve tarikat ilişkiler çekirdekte olmak üzere çok farklı sınıf ve tabakaları kapsamaktadır. Bu blok, yukarıdan aşağıya kendi organik sermayedarlarını oluştururken iktidarın nimetleriyle çerçeveyi genişletmeyi, palazlanmayı artırmaktadır ama asli büyük sermaye grubu TÜSİAD’ı kendi çekim alanına henüz alamamıştır.
Peki TÜSİAD ? TÜSİAD bu bloklaşmanın neresindedir?
TÜSİAD nerede ne yapıyor?
İlginç ve gerçek olan şudur: Tarihinin hiçbir döneminde TÜSİAD, politik süreçlere bu kadar inisiyatifsiz , bu kadar pasif yakalanmamıştır.
TÜSİAD, özelikle 2000’lerden başlayarak, merkezin tükenmesi ile politik seçenekler oluşturamamış, politik süreçlere yön vermek yerine arkasından sürüklenmiş ve tabi olmuştur.
Bugün de yine süreçlerin karşısında çözüm üretme aczi içindedir.
2001 krizi ile merkez sağ ve merkez soldaki parti seçenekleri tükenen TÜSİAD, 2002 seçimlerine son dakikada YTP ile Cem-Derviş-Özkan sentetik formülü ile müdahil olamaya çalıştı ve hezimete uğradı.
Seçim sonucunda TÜSİAD, yeni iktidar AKP’yi kerhen kabullendi ama AKP’nin birinci dönem taktik icraatlarıyla avunurken zamanı yine kötü harcadı ve yedek atını oluşturamadı.
CHP ve MHP yi hiçbir zaman üstünde çalışmaya, yakınlaşmaya değer alternatifler olarak göremedi.
Bu partilerin “ulusalcı-milliyetçi” imajlarını TÜSİAD, görmek istediği neoliberal, küreselleşmeci, özelleşmeci, piyasacı parti profiline uygun görmedi, görmüyor. Söz konusu partiler de bu algıyı değiştirecek bir çaba içine girmediler, hatta MHP yer yer TÜSİAD’la çatıştı.
TÜSİAD, 22 Temmuz 2007 seçimlerine giderken AKP’ye örtülü destek verdi. Birinci dönem AKP’sini ikinci iktidar döneminde de bulacağını sandı. Ama yanıldı. 2007 seçimleri sonrasının AKP’sinin türban serbestisi ile başlayan İslamlaşma projesi ile birlikte toplumda yarattığı gerilimi görünce , ona destek verip, arka çıkmak yerine mesafeli durmakla, AKP’yi umduğu yere çekmeye davetle yetindi.
Bugün gelinen noktada ise TÜSİAD, ne sivil-asker bürokrasi ve onları temsile hazır CHP ile aynı blokta görünmeyi yeterli ve gerekli görmekte, ne de AKP bloğu ile fotoğraf vermek istemektedir. Peki ne yapacaktır TÜSİAD ?
Büyük sermayenin, özellikle ekonomide yaşanan sıkıntılar ve derinleşen kriz ortamında, AKP’nin sivri unsurlarının (Erdoğan, Arınç, belki Gül dahil) ayıklanmış haline, merkezden yapılacak takviyelerle oluşturulmuş bir seçeneği, sivil-asker bürokrasi ile uzlaştırmaktan öte bir oyun planı görünmemektedir. Zor bir operasyondur söz konusu olan, ama denenecektir..
Dış dinamikler, senaryolar ve çimenler…
Sürece etki edecek AB ve ABD bu tarihsel uzlaşmaya uyumlu davranmaya hazırlanırken söz konusu dış egemenler, bu süreçte, avantaj elde edecekleri pozisyonlara yöneliyorlar.
AB yeniden Türkiye siyasetinde etkin bir rol kapmanın bu yeni denge arayışında olduğunu kavramış durumda ve AKP’nin şeriatçı yönünün törpülenmesine özen gösteren bir pozisyon almış görünümde.
ABD ise Türkiye egemenleri arasında çıkan bu son krizi yönetme gayreti içine girdi. ABD yönetimi içindeki en şahin kanat da yıpranan ve krizi yönetemeyen AKP’nin kapatılması senaryosunu, genel politikalarına içselleştirmiş durumda.
ABD, ılımlı İslam modelinin hem Genelkurmay’ca, hem farklı ifadelerle TÜSİAD’ca onay görmediğini anlamış durumda. Bu iki gücün, farklı platformlarda, dünyada eksen değişimlerini işaret ederek ABD’ye, hızla yükselen Şangay çizgisini hatırlattıkları dikkatlerden kaçmıyor .
Bu süreçte TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın 19 Mayıs’ta İsviçre’de Saint Gallen Üniversitesi tarafından düzenlenen “Küresel Kapitalizm-Yerel Değerler” konulu 38. Saint Gallen Sempozyumu’nun kapanış oturumunda yaptığı konuşmadaki "Dünyada yeni dengeler Batı aleyhine gelişmektedir. Brezilya, Hindistan, Çin ve muhtemelen Türkiye BM başta olmak üzere tüm uluslararası kurumlarda daha güçlü bir şekilde yer almayı arzulamaktadır”; “Siyasal güç, geleneksel olarak Batı bloğu içinde yer alan ülkelerin aleyhine yeniden paylaşılmak zorundadır” vurguları önemlidir.
Yine, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun’un 7 Haziran’da, "Orta Doğu: Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları" konulu uluslararası sempozyumun kapanışındaki konuşması önemliydi:
“Batı; bugünkü kökten dinciliği İslam'ın bir iç meselesi olarak görmekte, sorunun gene İslam'ın kendi içinde çözülmesi için 'radikal İslam'ın karşısında 'ılımlı İslam'ın güçlenmesini savunmaktadır. Ancak bugün gelinen noktada, ılımlılar ve radikaller olarak gruplamanın beklenen sonucu sağlamadığı, tam tersine radikallerin bu yaklaşımdan cesaret ve yürek kazanarak ılımlılardan bazılarını saflarına katarak daha da güçlenmesine yol açtığı görülmektedir.” .
Konuşmasında Rusya Federasyonu'nun bölgeye geri dönmekte olmasının da dikkat çektiğini belirten Orgeneral Saygun, bölgeye doğunun gittikçe artan etkisinin ,özellikle Şangay İşbirliği Teşkilatı'nın yeni katılımlarla daha da güçlenmesinin Orta Doğu'nun geleceğiyle ilgili yeni dinamiklerin ortaya çıkacağı sinyalini verdiğini belirtiyordu.
Günümüz Türkiyesinde yaşanan gelişmeler iki muhtemel senaryoya işaret ediyor: Birincisi şu; Erdoğan’ın ve yakın çevresinin tasfiye edileceği ve ABD-Fethullahçılar- AKP’liler bloğu ile TÜSİAD-Genelkurmay etrafında yeni bir uzlaşma zeminine doğru gidiş..
İkincisi senaryo daha farklı; Bu uzlaşma arayışını, tasfiyesi öngörülen Erdoğan ve çevresi baltalıyor, vuruşma tercih ediliyor, böylece çatışma daha da derinleşiyor ve bir bilinmeze doğru ilerliyor.
İki senaryodan hangisinin hayat bulacağını yaşayarak göreceğiz..
Bu tepedeki filler savaşında, taraf olmaya zorlanan çimenlere gelince...Bu bloklaşmanın hiçbirinin tarafı olmaması gereken, gerçekte kurbanı olan kitlelerin, kendi bağımsız blokları ile siyaset üretmeleri ve özgürleştirici yol almaları ne yazık ki, bir temenniden öteye gidemiyor.
Toplumsal muhalefeti sürükleme pozisyonundaki sendikaların, konfederasyonların ve diğer kitle örgütlerinin, bu filler bloklaşmasının dışında bir blok olma hedefleri, politikaları ne yazık ki oluşmuyor.
Bu kuruluşları yönetenler, süreci okumak, süzmek ve bağımsız politikalar üretmekten uzaklar.
Ama derinleşen kutuplaşma ve artan sorunlar, doğru çözümlerin başka zeminlerde aranması bilinci ve eylemliliğini geç de olsa dayatacak ve sancılı doğumlar yaşanacaktır.. Ağır bedelleri olsa da… (MS/EZÖ)