Tuğrul Eryılmaz gazeteci, sinemacı, TV danışmanı ve programcısı, iletişim hocası, memleketin en Rolling Stone'cusu, memleketin iz bırakan dergilerinin ismi, IPS İletişim Vakfı kurucusu, dolayısıyla bianet ''patron''larından bir müzmin muhalif...
Tarih 28 Ocak 2006. Dönemin bianet editörü Emine Özcan’ın Şakacıktan 60 Kutlu Olsun Tuğrul! başlıklı haberi şöyle başlıyor:
“Saat gece yarısına yaklaşıyor. Mekan Beyoğlu Cezayir. İçerisi kalabalık. Ama bu kalabalık hiç de sıradan değil. Elif Şafak, Yıldırım Türker, Nadire Mater, İpek Çalışlar, Emre Aygen,Yazgülü Aldoğan, Ragıp Duran, Ertuğrul Kürkçü, Cengiz Çandar, Bumin Güneri, Murat Çelikkan, Gülnur Savran, Cengiz Çandar, Işık Alumur Ayşe Karabece, Mehmet Yılmaz, Ziya Öztan, Sedat Ergin, Füsün Özlen, Nilay Karaelmas, Nurcan Akad, Canan Parlar, Ümit Fırat ve Sevda Ferdağ... Herkesler orada.”
Tarih 17 Ocak 2014 yer yine Beyoğlu Cezayir. İsimler hemen hemen aynı. Daha da fazlası var: Hilmi Hacaloğlu, Ahmet Şık, Selen Tokcan, Ertuğrul Mavioğlu, Sevin Okyay, Çiğdem Mater…
Gazeteciler, iletişim fakültelerinde öğrencisi olma şansını yakalamış genç gazeteciler, akademisyenler, sinemacılar, Cihangir mahallesinden komşuları, 50 yıllık Mülkiyeli yoldaşı Bumin Güneri, bin yıllık arkadaşları ve 18 yıldır güne birlikte başlayan ama artık onsuz çıkartmanın burukluğuyla hüzünlü Nazan Özcan ve Radikal İki'ciler, ancak bu partide biraraya gelebilirlerdi ve gelmişler işte.
Ve saat 20.30 civarında Tuğrul Eryılmaz oğlu Hüseyin Özdemir ve eşi Gülizar Özdemir'le akşam yemeği yemek üzere kapısından girdiği Cezayir'de ''iyi ki doğdun Tuğrul'' sesleri ve çığlıklarla karşılaşıyor; gözleri nemleniyor, şaşkın ve mutlu.
Bir muhabirin patavatsızlığına rağmen gizlice organize edilmiş sürpriz partinin 2006’dan beri tek bir farkı var: Tuğrul Eryılmaz’ın doğum günü 19 Ocak ve Tuğrul Eryılmaz sekiz yıldan beridir ilk defa doğum gününü kutluyor ama 17 Ocak'ta.
Eryılmaz ile bianet’e 60. doğum günü vesilesiyle verdiği röportajdan sekiz yıl sonra tekrar biraraya geldik. Pek tabii sekiz yıldır o hep bizim yanımızdaydı ama bu vesileyle sekiz yıla bir dönüp bakmak istedik.
"Biz hakikatin, gerçeğin peşindeyiz"
Havadan sudan konuşmak istesek de Türkiye’nin ve Türkiye medyasının hali sebebiyle de söyleşi hep “ne olduk”, “ne yapmalıyız”a odaklandı. Tuğrul Eryılmaz son yedi yılı şöyle anlattı:
2006’dan bu yana doğum gününüzü kutlamıyorsunuz neden?
Doğum günüm 19 Ocak. Hrant Dink’in öldürüldüğü gün ile aynı güne denk geliyor. Bu çok üzücü bir şey. Eskisi gibi arkadaşlarımı bir yere toplayıp dans edip eğlenmek gelmiyor içimden. Olmuyor. 19 Ocak’ta başka bir şey yaşıyorum. Zaten kutlanacak çok da bir şey kalmadı.
Ama Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın kokteylinde son derece umut dolu bir konuşma yapmıştınız.
O başka bir şeydi. O kadar genç insan biraraya gelmişti. Az kişiydiler, sayıları 100 bile değildi ama olsun. Orada genç arkadaşlar yaş ortalamalarının 31 olduğunu, yüzde elli kadın kotası olduğunu, aralarında LGBT bireylerin olduğunu söylediler. Bu çok keyif verici.
Bilinçli olarak bir şey yapmışlar ve kendilerinden öncekilere hiç benzemiyorlar. Umut buradan geliyor. O çocukların önünde 30 sene var. Gözüm tuttu onları kaldı ki şartlar da onları zorluyor. Mahcup etmeyecekler bizleri.
Artık direksiyon onlarda olmalı. Onlar bir şeyler yapıp bizleri katmalı. Belki virajlarda bizden fikir alabilirler ama istemezlerse dinlemezler de. Ama dinleseler iyi olur. Homurdanarak geldiğim bir toplantıyı, çok umutlu ayrıldım.
"Tepedekilerin beceriksizliği alttakilere ödettiriliyor"
Şartlar zorluyor diyorsunuz. bianet sizinle son söyleşiyi 8 yıl önce yaptı. Geriye dönüp bakarsak medyada ne değişti? Ne hale geldik?
Medya çok tek kutuplu olmaya başladı. “Atatürkçü” ideolojinin baskısından kendimizi kurtarmaya çalışırken dinci grupların dümen suyuna girmek gibi bir tehlike oluştu.
Bizim bir görevimiz var. Hakikatin, gerçeğin peşindeyiz. Ve onu sadece aktarırız, o kadar.
Ama gıdım gıdım her sene daha fazla otosansür uygulamaya başladığımız hissettim. Kendimi de şöyle ikna ediyordum:
“Şu Kürt milletvekilinin mektubunu yayınlarım, bu konudan da taviz vereyim” diyordum.
Ama bu son zamanlarda tepeye vurdu.
Ama diyelim ki ben bir anda çıldırdım ve Müslüman oldum. Ama bu da sizi kurtaramıyor. Hangi Müslüman diye soruyorlar. Yani işler kabusa dönüştü. Ben Türkiye’nin yetiştirdiği en kıvrak zekalı adamlardan biriyim ama başa çıkamayacağımı hissettim.
Gazete de satmıyor. Patronlar masrafların azaltılmasını istiyor. Tepedeki insanların beceriksizliği orta ve alt kademedekilere ödetiliyor. Kağıttan düşülüyor, personel azaltılıyor.
Hem etik dertlerin var, hem siyasi baskılar hem de ağır mesleki dramlar yaşıyorsun. Ve 65 yaşındaki biri olarak kendini haklılaştıramıyorsun. O anda da itirazlarımı ortaya koydum ve onlara güle güle dedim. Beni öyle bir duruma getirdiler ki kendimi attırmak zorunda kaldım. Bunu da tazminatımı almak için yaptım, onu da verdiler.
Peki bu süreçte sermayenin medyaya bakışı nasıl değişti? Bir dönem sermaye gruplarının medya sektörüne girmek için büyük yatırımlar yaptıklarını okuyorduk. Ancak şu son dönemde kulis haberleri ATV Sabah’ın satışında bile sorun olduğunu yazıyor.
Sekiz yılda çok şey değişti. Önceden Doğan Grubu’nda durum daha demokratikti. Daha tahammül edilebilirdi. Ama artık öyle bir duruma gelindi ki gazetelerde açtığınızda militan misyonerler görüyorsunuz. Nerdeyse köşe yazarların yüzde 90’ı böyle. Özellikle de dinci gazetelerde.
Sol muhalif gazetede deseniz kalmadı. İttire kaktıra BirGün’ümüz var, o da 12 bin- 13 bin satıyor. Sola en yakın gazete Radikal’de, ki 20 bin zor satıyor, bize bile tahammülleri kalmadı.
Burada iktidarlarla işbirliği yapan yayın yönetmenleri ve köşe yazarlarının da en az patronlar kadar günahı var. “Kanaat önderi olacağız” diye akıllarını kaçıracaklar. Türkiye’ye nizam vermeye çalışan bir takım adamlar ve kadınlarla dolu. Televizyonu açın, on kanal seçin, çıkıp fikir söyleyen 30 kişi yok.
Bu öyle bir yozlaşma ki neresinden tutsan elinde kalıyor. Genç gazeteciler serseme dönmüş durumdalar, taraf olma kültürü içinde yetişiyorlar. Gazeteciliği konuşan yok.
2000’lerden bu yana, Türkiye’de otoriterleşme her dönemde kendini medya üzerinde hissettirdi. Patron- siyaset- yayın müdür üçgeninin yüzde otuzu de gazetecilik yapmaya çalışıyor. Birbirlerine manşetten hakaret eden gazeteler görüyorsunuz. Sanki başka derdimiz yok.
Peki haber isteyen, gerçek habercilik yapılmasını isteyen sermaye yok mu? Onlar neden dahil olmuyorlar?
Canlarına okuyacaklar diye korkuyorlar ve şimdiye kadar yaptıkları hataları ödüyorlar. Hataları sadece sol yapmadı. Sermayenin de hatası çok. İki ihale, üç avanta için neler yapmadılar. Saygınlık kalmadı. Gazeteciliğin bir ağırlığı olmak zorunda. Ben yargıç gibi, polis gibi kamu görevi yapıyorum. Halkı bilgilendirmeye, haberdar etmeye çalışıyorum. Ama bu ortadan kalktı.
Otoriter sistemde gazetecilik nasıl oluyorsa, Türkiye’de onu yaşıyoruz. Her şeyi göze almış insanların numaraları olmasa hayat çok kötü. Çünkü gazetelerin başındaki bir sürü insanın gazetecilikle uzaktan yakından alakaları yok.
"Muhabir olmazsa haberi nereden bulacaksın?"
Siz işten çıkarılmadan hemen önce Radikal Ankara bürosundaki herkesi işten çıkarmıştı. Ertesi gün Eyüp Can köşesinden “Radikal kapanmıyor, dijitalleşiyor” diye yazmış ama işten çıkarmalardan da bahsetmemişti. Bu dijitalleşme işten çıkarmayı zorunlu mu kılıyor? Habercilik nasıl yapılacak bundan sonra?
Geçen gün televizyonda New York Times’ın dijital sorumlusu muhabirin ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Muhabir olmazda haberi nereden bulacaksın? Kamu adına iktidar odaklarını nasıl denetleyeceksin?
Pat diye dijitalleşemezsin. Okullara tablet dağıtarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorunlarını çözdüklerini sandılar. Bizim gibi geri ülkelerde teknoloji böyle fetiş olur. Onu yaşıyor.
Bir şeyi unutuyorlar: Gazeteci değilsen gazetecilik yapamazsın. Nedir bu yazıya düşmanlık? Guardian’ın da tirajı düştü ama çatır çatır basıyor gazetesini. Bu zihniyet meselesi.
Satışın düşükse üretim araçlarını değiştirerek sonuç alamazsın. Bu soytarılıkları dijitalde izleyeceğiz artık. Patron da kağıt parası yok, kopyala yapıştır haberle azıcık mutlu olacak.
Peki ya yurttaş gazeteciliği? Gezi direnişinde medya ya yönelik eleştirilerle birlikte bu çok tartışıldı. Sosyal medyanın etkisi haber alan ve haber veren kavramlarını değiştirdi mi?
Herkesin futbol oynama hakkı var, çıkar dışarı oynar. Herkesin film çekme hakkı var, kamerayı alır çeker. Yurttaş gazeteciliğini tabii ki yaparsın. Ama orada da bir eğitim vardır. Ama salt bununla olmaz.
Türkiye’de kaynağı doğrulama derdi hep vardır. İnsanlar histeriyle bir haber veriyorlar ama bir sürü de yanlış bilgi veriyorlar. Bu gibi işlerin altında insanların imzaları olmalı. Nickname’lerle gazetecilik olmaz.
"Çıkar bir fanzin, yayınla haberini"
İçinde bulunduğumuz tablo çok karanlık. Nereye gidiyoruz, ve bu karanlıktan çıkmak için ne yapmalıyız?
Türkiye’de işler böyle giderse gazeteciye ihtiyaç kalmayacak. Bir ülkenin siyasal iklimi medya ikilimini de belirler. Hiçbir şeyin iyi gitmediği bir ülkede medyanın iyi olması mümkün değil.
Kürtler öldürülür, eşcinseller taşlanır, çocuk gelinlerin haberlere çıkmasını yasaklanırken “Ben nasıl iyi gazetecilik yaparım” diye sorulmaz. Yapamazsın, yaptığında elinde kalır.
Ama yol bulacaksın kendine. Gazeteciliğin yaratıcı kısmı burası. Çıkar bir fanzin. Haberin yayınlanmıyorsa, haberini bozdularsa, korkuttularsa yayınlat orada.
İnsanları eylem birleştirir. Sadece örgütlenmeyle, yollarda yürümeyle eylem olmaz. Gazetecilerin eylemi de kendine uygun mecradır.
Para kazanmazsın ama mesleğin adına etik bir duruş sergilersin. Herkes bir yerden sistemle olan derdini paylaşmalı ki sistem bir şekilde geri adım atsın.
Ben bir süre İngiltere’de yaşadım. İngiltere’de National Union of Journalist (Ulusal Gazeteciler Sendikası-NUJ) var. Yerellere kadar örgütlenmişler. Türkiye’de sendikalı gazeteci sayısının yüzde bir olduğundan bile emin değilim.
İnsanız, zaafımız var. “Yayınlatmakta diretirsem işten atarlar, parasız kalırım” derdimiz azalır hiç olmazsa. Mesleğini doğru ve namuslu yapmaya çalışırsın.
Atomize olmuşuz, paramparçayız. Hiç değilse sendika bir iletişim ağıdır. Liverpool taraftarı boşuna “You’ll never walk alone” (Asla yalnız yürümeyeceksin) demiyor. Tek başına gidersin gümbürtüye. Ama bu birliktelik hissi çok önemli. Ortak tek şey gazetecilik. Misyoner olmayan, angaje olmak gazetecilik. Diğerleri de olsun, istediklerini yapsınlar ama bize de yer açılsın.
En Rolling Stone'cu!
Dedik ya "Memleketin en Rolling Stone'cusu" diye. Tuğrul Eryılmaz gece boyunca bir dolu doğum günü hediyesi aldı. Ama aralarından en çok sevdiği bu fotoğraftı. (EA)