Su, çok hızlı bir şekilde 21. yüzyılın en belirleyici krizlerinden biri haline geldi. İklim değişimi suyun erişilebilirliğini giderek belirsiz bir hale getiriyor. Ve biz de giderek daha fazla su kullanıyoruz.
Son 30 yılda, nüfus ikiye katlandı ama su kullanımı üç kat arttı, çünkü modern dünyanın verimli mahsul çeşitleri eskisinden daha fazla suya ihtiyaç duyuyor.
Tipik bir Batılı, her gün, doğrudan ve suya ihtiyacı olan besinler aracılığıyla kendi ağırlığının yüz katı fazla su tüketiyor. İşte bu yüzden, Nil, Colorado ve Indus gibi dünyanın büyük akarsuları artık belirlenebilir hacimde denize ulaşmıyorlar. Tüm suları çekilmiş oluyor.
Dünyanın birçok yeri, özellikle Ortadoğu, kendini besleyecek sudan yoksun kalıyor. Buna karşılık, sadece suyun değil, fazla suya ihtiyaç duyan hububat, şeker ve pamuğun küresel ticareti de artıyor. Birleşik Krallık, çoğu fakir ve kıraç topraklarda ekilmiş bu tür ürünler için her yıl 25 kilometreküp su ithal ediyor.
Ekonomistler buna "sanal su ticareti" diyorlar. Birçok ülke, o olmazsa aç kalır. Ancak giderek daha fazla ülkede su sıkıntısı çekildikçe ticaret zorlaşacak ve su savaşları tehlikesi büyüyecek.
Aslında birçok adaletsizliğin göbeğinde su sıkıntısı var. İsrail, Batı Şeria'nın kontrolünü ele geçirdiği 1967'den beri, Filistinlilerin burada kuyu açmasını engelliyor. Söylediklerine göre, bu politika, zaten çok kullanılan yeraltı sularını korumak için gerekliymiş. Bu doğru. Ama gerçek şu ki, İsrail suyun büyük bir kısmını alıyor ve Filistinlilerin kullanımını yasaklıyor.
Batı Şeria'nın tepelerindeki yerleşimcilerin yüzme havuzları ve çimlerini sulayan fıskiyeleri var, aşağıda ise, Filistinli komşuları susuzluktan kırılıyor. Burada tanıştığım bazı çiftçiler, her gün üç saat boyunca çocukları ve hayvanları için eşeklerin üzerinde su taşıyorlar.
İsrail'in öteki komşularıyla ilişkileri, ülkenin önemli su kaynağı olan Ürdün nehrini kullanma ısrarı yüzünden kötüleşti. Eski Başbakan Ariel Saron'un anılarında, 1967'deki Altı Gün Savaşları'nın toprak için olduğu kadar Ürdün nehrini kullanmak için olduğu da yazıyor. İsrail, Golan tepelerine, askeri gerekçelerden çok, nehrin çıkış yeri olduğu için de çakıldı kaldı.
Haber bültenlerine dikkat ederseniz, Pakistan'da, Meksika'da, Hindistan, Çin, Endonezya ve başka yerlerde sürekli suyla ilgili gösterilere rastlarsınız. Su sıkıntısı arttıkça, dünya da uluslar arası nehirler üzerinde, her an savaş tehlikesi olan tartışmalarla yıkanıyor. Bunların rahatsız edici bir kısmı da İngiliz İmparatorluğu'nun mirası.
1947'de Hindistan'ın paylaştırılması, Indus nehrinin kontrolünün de bölünmesine yol açtı. Şimdi Hindistan ve Pakistan, yeni Hint hidroelektrik santralı üzerine anlaşmazlığa düştü. Pakistan, santralın, İngiltere'nin kurduğu sulama sistemlerini tehdit ettiğini öne sürüyor. Hindistan'ın Ganj üzerindeki kontrolü, Bangladeş'in aşağı kısımlarında hem sele hem de kuraklığa yol açıyor.
Britanya, Arka'da ardında, on ülkeden geçen Nil nehrinin kontrolünü iki ülkeye veren bir anlaşma bıraktı: Mısır ve Sudan. Mısır şimdi, nehirden bir parça su alan Etiyopya gibi ülkeleri savaşla tehdit ediyor.
Diğer kronik tartışmalardan biri de Güney Asya'da Mekong'da kurulan Çin barajları ve bu konuda devam ediyor Orta Asya'nın karmaşık çatışmaları. Kırgızistan ve Tacikistan halkını kışın sıcak tutan hidroelektrik santralleri, pamuk tarlaları için suya ihtiyacı olan Özbekistan ve Kazakistan'ın su kaynaklarını kesiyor.
Gelecekteki Irak hükümetinin, ajandasındaki ilk konulardan biri Fırat ve Dicle üzerinde kurulu barajlar yüzünden Türkiye ile mücadele etmek.
Su anlaşmazlıklarında en önemli sorun, ülkelerin ortak nehirleri nasıl paylaşacakları konusunda uluslararası bir anlaşma olmaması. Bu konuda ilk dış politika Blair hükümetinin 1997'de BM'de bir su konvansiyonu hazırlanması çabalarıyla oldu. Yine de, 10 yıl sonra, hükümet hâlâ konvansiyonu parlamentoda onaylatacak bir girişimde bulunmadı. Bunun sonucunda da, anlaşma için yürürlüğe girecek yeterlilikte imza toplanmadı.
Başarılı İşçi Partili dışişleri bakanları, özellikle de Margaret Beckett, uluslararası nehirler üzerine yaşanan çatışmalardan sonra bir güvenlik anlaşması üzerine ısrar etmişken, bu durum tuhaf geliyor. Hem de, eski savunma bakanı John Reid, silahlı kuvvetlerimizin gelecekte bir "su savaşları"na hazır olması gerektiğini söylediği halde...
İngiltere'nin dünyaya tavsiye ettiği bir kâğıt parçasını imzalamadaki başarısızlığı sorulduğunda, Uluslararası Kalkınma Bakanı Hilary Benn, 2007'nin başında parlamentoda şunları söylemişti: "Gerekli kaynakları doğrulayan herhangi bir iç çıkarımız olduğuna inanmıyoruz. Ve dost ülkelerdeki hükümetlerin yükünü ağırlaştırmayacak bir şey olduğundan emin olmalıyız."
Hangi kaynaklar? Ne yükü? Dost ülkeler kim? Ve hükümetin bu anlaşmaya ihtiyaç olduğunu gördüğü 1997'den bu yana ne değişti? (FP/NS/TK)
* Fred Pearce'ın İngilizce orijinali The New Statesman'da yayınlanan yazısını Nuray Soysal Türkçe'ye çevirdi.