Rüzgârdan her an yıkılacakmış gibi duran derme çatma tahta kulübenin, yüzlerce toprak yığınına bekçilik ettiği o uzak mezarlıkta dört-beş kişiydiler. Keskin soğuktan ötürü öylesine sarınıp sarmalanmışlardı ki, yüzleri bile doğru dürüst görünmüyordu. Zaten birbirlerine bakmaya da çalışmıyorlardı. Birkaç yaşlı akraba, soğuğa ve rüzgâra dayanamadıkları için, mezarlığın yanında, nereye uzandığı belirsiz dar yola park ettikleri arabalarında, onları izliyordu.
Fırtına şiddetlenirken, rüzgâr, tek tük yağmur damlalarını sağa sola savurmaya başladı. Henüz kazılmış çukurun çevresinde, başları önlerinde, dalgın, umursamaz ifadeleriyle bekleyen kavruk mezarlık işçileri, sabırsızca kürekleriyle oynadılar. İmam hızla bir-iki dua mırıldandı.
Sarıldığı kütleyi neredeyse bütün hatlarıyla belli eden kefen, öbür dünyadan çok bu dünyaya ait korkulu şeyleri hatırlatırcasına, tam o anda ortaya çıktı.
Anneannesi mezara koyulurken Hülya, onun son isteğini de yerine getiremediğini düşündü: Tabutla gömülmek istemişti. Ancak güneşsiz, kasvetli havanın da etkisiyle tablonun en çarpıcı unsuru olarak görünen beyaz şekil, geç kalındığını vurgulamak istercesine, tanımadığı birkaç adamın elleri arasından alelacele mezarın içine kayıverdi.
Şehrin dışındaki bu ıssız mezarlık, üstünkörü defin töreni, bir an önce evlerine ya da işlerine dönmeyi bekleyen, yüzü gözü örtülmüş insanlar, olan biteni adeta gizemli bir hale sokmuştu. Bu gizemi yaratan unsurlar tesadüfi görünse de, neredeyse yüz sene sürmüş bir yaşamı ören sırların bu son sahneyi hazırlamış olduğunun bilincindeydi Hülya. Bu sahnenin apaçık ortaya koyduğu şifrelerde, yaşam bilmecesinin tüm çözümlerinin yattığını bilmek, onda olağanüstü bir ruh hali yaratıyordu.
Mezarın başında dururken, geçmişin, geleceğin üstüne gölgesini nasıl böyle ustalıkla düşürebildiğini merak etti.
Duyduğu acı ya da üzüntü değil, yalnızca bu düşüncenin verdiği şaşkınlık başını döndürdü. Sendelememeye çalışarak mezarın üstüne bir avuç toprak attı. Mezar, diğerleri gibi toprak yığını haline gelince, "rahat uyu" diye fısıldadı. Nedense aklına başka bir şey gelmemişti.
Söylediği şeylerin diğerleri tarafından anlaşılacağından endişe etti bir an. Bu sözler yalnızca anneannesiyle onun arasında kalmalıydı. Ölmeden önce konuştukları, yalnızca ikisinin bildiği ve yalnızca ikisinin dile getirme cesaretini gösterdiği diğer şeyler gibi...
Elindeki karanfilleri, sarıldıkları jelatinle birlikte toprağa gömmek için eğildi. Çiçeklerin şiddetli rüzgâr yüzünden oraya buraya dağılması engellenmiş olacaktı böylece. Karanfiller kısa bir an, onda başka mezarlık anılarını uyandırdı. Kırmızı karanfiller almış olduğunu aslında tam o an fark etti. Gerçi bu uzak ve yabancı semtte fazla seçeneği de yoktu.
Rahat hareket edebilmek için çantasını mezarlığın çamurlu toprağına bıraktı. Bu davranışı imamı şaşırtmıştı. Yüksek sesle duaya devam ederken yüzündeki ifadeyi yakaladı göz ucuyla. Bu mimik rahatsız edici bir dünyevilikteydi ama aceleye getirilen cenazeyle uyum içindeymiş gibi göründü Hülya'ya...
Çiçekleri toprağa gömmeye çalışırken, mezarın başına gelemeyen akrabaların kendisini seyrettiklerinin farkındaydı. Buna rağmen, sanki orada tek başınaymış gibi davranmayı başardı. Ne var ki kısa bir süre sonra, mezarın başında yapayalnız olma isteği dayanılmaz hale gelmişti.
"Hepiniz gidin buradan," diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu; "bu benim törenim, benim ayinim, benim oyunum. Bu sahnede iki oyuncu var. Biri mezarda, diğeri de benim."
Yüzündeki öfkeli ifadeyi kim bilir neye yormuşlardı; ama buna aldırmadı. İşçilerin gelişigüzel kürek darbeleriyle düzelttikleri kabarık, koyu, çamurlu toprağa her dokunuşunda rahatladığını hissediyordu.
Bu rahatlama kısa sürede delice bir coşkuya dönüştü. İsterik denebilecek çılgın, uygunsuz bir sevinç, hızla yayılan hastalıkları gösteren öğretici filmlerin animatik görüntülerini yansılarcasına vücudunu ele geçirdi. İstem dışı gülüşünü gizlemek için yüzünü sıkıca sardı.
Davranışlarındaki aşırılığın belli olmaması için mümkün olduğunca az hareket ediyor ve ruh halindeki bu değişikliği anlamaya çalışıyordu...
Ellerini, ayaklarını kaskatı eden soğuk, hareketsiz kalmasına yardımcı oluyordu gerçi, ama duyduğu ferahlamayı saklamak giderek güçleşiyordu. Derken, bu rahatlamayı yaratan şeyin, mezarlıkta bulunabilmek olduğunun ayırdına vardı. Bir avuç toprakla o mezarı mühürlemek... İsteriye kapılışı kadar hızlıydı bu kavrayış... (BB)
* Ayşe Özmen, "Sen Gülerken", Metis Edebiyat, Ekim 2002