Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'nın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki esasa ilişkin beyanını yayınlıyoruz.
TIKLAYIN - Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'ya 2 Yıl 6 Ay Ertelemesiz Hapis Cezası
Bugün burada ne söylesem diye çokça düşündüm.
Düşündüm, çünkü daha 3 hafta önce Leipzig Üniversitesi Barış ve Çatışma Çözümleri Enstitüsü'nden bilim insanlarının önerisi üzerine, ömrümü adadığım insan hakları mücadelesi ve işkencenin belgelenmesi için gösterdiğim çaba nedeniyle aday gösterildiğim Hessen Eyaleti Albert Osswald Vakfı Barış Ödülü'nü alırken duyduğum mahcubiyet düştü aklıma.
Gülten Akın'ın "Savaşı Beklerken" şiirini bu salonlarda meslektaşlarınız, sevgili Aslı Takanay'dan dinledi, ondan esinlenerek ödül töreninde konuşmamı aynı şiirle sonlandırmıştım ben de, şiiri tekrar okumayacağım ama son sözünü bir kez daha tekrarlamakta yarar var.
Hepimize bir kez daha hatırlatmış olalım ki; "İnsan sorumluluktur!" O nedenle 4 Ekim 2018'de heyetinize hangi suça ortak olmadığımızı anlatmak için, sizin beni google'layarak bulduğunuzu tahmin ettiğim ve suç unsuru gibi göstermeye çalıştığınız Cizre ön inceleme raporumuzu da beyanımda zaten alıntılamış, inceleme sırasında bulduğum çocuk kemiğinin fotoğrafı da dâhil, birkaç kez "ceset fotoğrafı" diye rahatsızlığınızı ifade ettiğiniz fotoğraflarla o dönemde yaşananları aktarmaya çalışmıştım.
Size rahatsızlık veren o görüntüler benim işimin bir parçası, ama sizin de işinizin parçası.
Öyle olmalı! Burası bir Ağır Ceza Mahkemesi, dolayısıyla benim 4 Ekim'de yapmış olduğum sunum bir suç duyurusu niteliği taşımalıydı sizin için.
Dosyaya son anda ve esas hakkında mütalaanın ardından eklemiş olduğunuz raporu ve gazetelerde yayınlanmış söyleşilerimi görünce sevinebilirdim o nedenle.
Oysa işimi yaptığım, hem hekim, hem de adli tıp uzmanı olarak hakikatin peşinde olduğum için ödüllendirilmenin yarattığı mahcubiyet duygusu yerine, bu kez hakikatin ve insan hakları mücadelemizin suça dönüştürülme çabası karşısında utanç içindeyim, ne yazık ki.
"Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek, başlar açlık,
bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.
Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerle yuğurulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter! ...", der ya Bertolt Brecht, ben de suç duyurusu olarak ele alınması gereken, çıkıp kimsenin orada çocuk olmadığını, aksini kanıtlayamadığı bilimsel bir gerçekliği ve dolayısıyla savunma delilimizin suç olarak gösterilmeye çalışılması karşısında ancak Brecht ile verebiliyorum yanıtımı...
Geçen hafta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 70. Yılı anıldı.
Bildirgenin girişinde; "İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına" işaret edilir.
Aynı bildirgenin 10. maddesinde "Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir", derken 11. maddede ise "Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır.
Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez", demektedir.
Bağımsız ve tarafsız olmadığını düşündüğüm mahkemelerde; uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan barış talebinin, insan hakları ihlallerinin belgelenmesinin cezalandırılması, insan haklarının, hukuk rejimi ile korunması zorunluluğunun hiçe sayıldığını göstermektedir burada hepimize.
Bildirgenin 70. yılı İnsan Hakları haftası nedeniyle İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak düzenlediğimiz İnsan Hakları Panoraması etkinliğinde konuşan sevgili dostum Eren Keskin konuşmasında Edward Said'den alıntıyla, "entelektüel kriz çözmez, kriz yaratır" demişti.
Peki, nasıl kriz yaratır bir entelektüel? Tabii ki soru sorarak, hakikatin peşinden ısrarla giderek... Yanıtlar kimsenin hoşuna gitmeyecek olsa da, sorularını esirgemez.
Kişisel olarak entelektüellik iddiasında değilim. Yanlış anlaşılmasın. Bir bütün olarak bir yıl boyunca Çağlayan'da dile getirilen her sözle, gene Edward Said'den, "entelektüelin kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, halkın özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde ortak olarak koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulan sesi" tanımlamasına denk düşen olağanüstü birikimedir yaptığım atıf.
Son bir yıldır 542 akademisyen haklarında barış istedikleri için "kopyala yapıştır" iddianamelerle açılan davalarda bugün itibarıyla 1009. duruşmada da olduğu gibi mahkemelerin araştırmadıkları delilleri sorgulamaya, hakikatin peşinde olmaya, rahatsız edici sorular sormaya devam ederek oluşturdu bu birikimi. Belli ki olması gerektiği gibi kriz yaratan bir bütünden söz ediyoruz.
"Çocuğun gördüğü düştür barış.", diye başlar Yannis Ritsos "Barış" şiirine, uzundur şiir. Birkaç dizeyle sınırlayacağım o nedenle...
"...Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye.
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. ..."
Geçtiğimiz bir yıl boyunca kenetlenmiş ellerimizle birlikte durduğumuz tüm dostlarıma bir kez daha teşekkür ediyorum. Barış istemek suç değildir. Suçlamalarınızı kabul etmiyorum.
19.12.2018
Rasime Şebnem Korur
(ŞKF/PT)