Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) davası kapsamında yargılanan "Ben Bir Taşım" kitabının yazarı antropolog Müge Tuzcuoğlu da dahil dokuz kişi tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi. BDP Diyarbakır Siyaset Akademisi'ne yönelik operasyonda 8 Mart 2012'de gözaltına alınanların yargılandığı davanın bugünkü durumasında savunmasını yapan sanıklardan tahliye edilenler Ramazan Kızıltepe, Mehmet Çetin, Müge Tuzcuoğlu, Cavidan Yaman, Mehmet Ekici, Mehmet Salih Yalçınkaya ve Türki Gültekin olarak bildirildi. Tahliye kararı çıkan diğer iki kişinin adı henüz öğrenilemedi.
Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesi'nde 19'u tutuklu 27 kişinin yargılandığı dava 14 Aralık 2012'ye ertelendi.
Diyarbakır'da Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Siyaset Akademisi'ne 8 Mart 2012'de baskın düzenlenmişti.
Tanrıkulu: Tuzcuoğlu'nun tahliyesi değil, içerdekiler...
Duruşmayı takip edenler arasında bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, bianet'e yaptığı değerlendirmede, Müge Tuzcuoğlu'nun tahliyesine sevinmemek gerektiğini, içerde kalan binlerce insanın düşünülmesi gerektiğini söyledi.
"Türkiye'de muhalefet yargı üzerinden sindirilemez. Fakat siyasal iktidar kendi düzenini yargı üzerinden inşa etmeye çalışıyor. Türkiye'nin değişik yerlerindeki yargılama profili de bunun göstergesi. Yargı zihniyeti bu olduğu sürece bu tür hukuksal zulümlerle karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz."
"Tuzcuoğlu şimdi tahliye oldu ama diğerlerinden farklı değil. Sonuçta bu yargılamalar yargılanan kişilerin ismi üzerinden kamuoyuna yansıyor. Bizim artık bu adalet düzenine bu hukuk düzenine karşı çıkmamız lazım."
"Gerçekten adil bir hukuk düzeni ve buna uygun yargılama ortamı yaratmamız lazım. Ama bizim mevzuatımız buna uygun değil. O zihniyet değişmedikten sonra hangi yargıcı oraya koysanız o cübbeyi giydikten sonra başka bir zihniyetin cübbesini giymiş oluyor."
"Eskiden bir kesim Türkiye'nin yargı sisteminden zarar görürken şimdi ciddi bir yayılma var ve herkes bu zulümden payını alıyor. O yüzden dokuz kişi tahliye olması değil içerde kalanların kaç kişi olduğu önemli. Tuzcuoğlu tahliye oldu diye sevinmemek lazım. İçerde binlerce insan var."
Tuzcuoğlu: Hem sordum hem yaşadım
Evrensel'in haberine göre, Tuzcuoğlu savunmasında şu ifadelere yer verdi:
* Bu ülkede artık fikirler yargılanmamalı. Artık çocuklarımın yanına gitmek istiyorum. Bu tutuklama; elinde bir taş olan bir çocuğa, bir sosyal bilimcinin, bir polisin veya bir hukukçunun nasıl baktığıyla ilgilidir.
* Yazan herkesin kendine göre bir yazma gerekçesi vardır; bu gerekçeler kişiden kişiye değişir ancak daima, bireysel deneyimin en kişisel yanıyla bağlantılıdır.
* Ben insanların kendi yarattıkları dünya karşısında düştükleri çaresizliği iki farklı ortamda yaşamak durumunda kaldım. Her iki durumda da, insanları ezen mekanizmaları anlamanın, yani onları çözümlemenin ezilenlere gerçek bir destek sağladığını gördüm.
* Ayrıca canavarlara ışık tutmanın, onları hayatımızdan kovalamanın etkili bir yolu olduğundan hiç kuşkum yok. Çünkü antropoloji diğer insan bilimlerinden farklı olarak sorularını, metinlere değil, yaşayan insanlara sormak durumundadır. Antropolojinin karşısındakini hesaba katan, insanların acısına yakından dokunan bir bilimdir.
"Ankara'nın en iyi semtinde otururken..."
* 28 yaşımdayım ve bu zamana kadar birçok kimliğim oldu. Bunlardan birçoğunu, insanlar bana verdi, pek azını da kendim kazandım. İlk kimliğim, genetik kodlamayla belirlenen kadın olmaktı. Ve akrabalarım, memleketim ile Karadenizli, Laz olmaktı. Karadenizli olmam, muhteşem bir coğrafyadan olmam sebebiyle bir kıskançlık yarattıysa da, kadın olmanın ise ne yazık ki daha ağır sonuçlarını yaşadım. Yıllar geçtikçe, kimliklerim de çoğaldı; Ankara'da büyüdüm, şehirli oldum. Okula başladım, öğrenci oldum.
* Çalışmaya başladım, gazeteci oldum. Üniversiteli, sosyal bilimci, yazar, antropolog... Ama her zaman sorguladım bu kimlikleri: babamın kızı, erkek kardeşimin ablası, okulun öğrencisi, gazetenin muhabiri...
* Ankara'nın en iyi semtinde otururken, yoksul mahallerindeki gecekondulara gittim. Oradaki insanları dinledim. TRT'nin ilk spikeriyle de röportaj yaptım. TRT'den atılan işçilerle de. İran Kültür Müsteşarı ile de röportaj yaptım. İranlı mültecilerle de... Fabrika patronlarını da dinledim, o fabrikanın sendikalaşıp işten atılan işçilerini de... Devlet opera, bale sanatçılarını da yazdım. Pavyonlardan ünlenen Ankaralı Namık, Ankaralı Turgut'u da... Kadın kurumlarının taleplerini de kaleme aldım. Genelevde çalışan bir kadını da... Hukuk profesörleriyle de röportaj yaptım.
* 1980'de öldürülen oğlunun mezarına gittiği için davalık olan Ayşe anayı da... Onlarca, yüzlerce insan hikâyesi dinledim. Hayatları yazdım. Patron, müsteşar, işçi, şarkıcı, fahişe, mülteci, hukukçu olmadan önce insan olarak yazdım hepsini. Nasıl ki kendimi sorgulayıp, kimliklerim dışındaki ben ile var olmak istediysem; onların da kimliklerinin ötesindeki insan olmalarıyla ilgilendim.
* İnsan, yaptığı işte kullandığı yöntemi, kendi özel yaşamında da kullanmaya başlar zamanla. Bir matematikçi, hayatta karşılaştığı sorunlarını formüllerle kullanabilir. Bir doktor, her şeyi tedavi etmeye uğraşabilir. Ya da bir gazeteci, hayattaki her şeye "nasıl manşet yaparım" diye bakmaya başlar.
* Bu zamana geldiğinde bırakmalı insan, dedim ve gazeteciliği bıraktım. Gerçekleri yazmak, insanlara anlatmaya çalışmak kadar kutsal bir şey olamaz. Ama ben bunu artık akademik yöntemlerle yapmayı tercih ettim. Yani antropoloji ile...
* Okulu bitirdim. Alan çalışmaları için insanları dinlemeye devam ettim. Onlara sorular sordum; gazetecilikten öğrendiğim üzere. Onlarla birlikte yaşadım, çalıştım, kâğıtçılarla çöpten kâğıt topladım, gecekondu yıkımlarında onlarla birlikte ağladım. Yani hem sordum, hem yaşadım.
"Hem dinledim hem dokunarak yaşadım"
* Gerçekleri yazmak, insanlara anlatmaya çalışmak kadar kutsal bir şey olamaz. Ama ben bunu artık akademik yöntemlerle yapmayı tercih ettim. Ve sonra Diyarbakır başladı.
* Anlamak istedim burada yaşananları. Ve sonra yazmak! Buradaki şu anda bu salondaki herkes mutlaka bir yakınını kaybetmiştir. Ben de yakınımdaki akrabalarımı, arkadaşlarımı kaybettim. Ölümün olduğu yerde her şey bitiyor. Ölüm olunca, söz bitiyor ve bu ölümde silah varsa hiçbir söz söylenemiyor.
* Ben, silahların olduğu bir yere kalemimle geldim. Kalemimle, beynimle ve kalbimde geldim. Ne oldu geldim de? Üç yılın sonuna baktığımda ne değişti? Ne yaşandı? En güçlü çalışmam çocuklarla oldu. Diyarbakır'ın çocuklarıyla. Göçertilen, yoksullaşan, kaybeden ve hepsinin sonunda kazanan, kazanmayı öğrenen ve öğreten çocuklarla.
* Çok yazdım onlarla ilgili, o yüzden burada anlatmayacağım ve bu şekilde, onları bu salondan uzak tutacağım. Yoksul kadınlarla çalıştım. Hiçbir geliri olmadan, onurlu bir hayat örmeye çalışan kadınlarla.
* Bir yandan yoksulluğa dair bir kez daha tezler üretirken, akşamki sofralarının doldurulması için de pratik olarak çalıştım. Diyarbakır sokaklarında refüjlere beraber çiçek ektik, onlar nasıl yoksullaştıklarını anlatırken.
* Hem dinledim, hem dokunarak ben de yaşadım. Ve bir sosyal bilimci olarak, hem toplumsal travmanın nasıl çözülebileceğine dair fikir üretirken, hem de kadınların, çocukların bir telefonuyla yanlarına koştum. Nasıl ki, o Ankara İncesu'daki gecekonduda soba yakmayı ve o evi ısıtmaya çalışmayı öğrendimse, Diyarbakır'da yaşananları, yaşayarak öğrendim. Bu öğrenmişlik üzerine birçok makale ve bir kitap yazdım; birçok panele toplantıya davet edildim.
"Sorularımın cevabı cezaevi olmamalı"
* Yedi ay önce elinde, belinde silahlı insanlar tarafından gözaltına alındım. Bu tutuklama bir sosyal bilimci, bir polis veya bir hukukçunun, yoksul bir mahalleye bakarken ne gördüğü ile ilgilidir. Orası, suça meyilli bir yaşam alanı mı, yoksa sefalete sürüklenmeye direnen insanların bize karmaşık gelen yaşamları mı?
* Bu tutuklama; elinde bir taş olan bir çocuğa, bir sosyal bilimcinin, bir polisin veya bir hukukçunun nasıl baktığıyla ilgili. O çocuk, suç işlemeye meyilli bir eylemci mi, yoksa o anından itibaren önceki yaşamı sorgulaması, anlaşılması, çözülmesi gereken bir çocuk mu? Bir travmatik olay sonrasında gerçekleştirilen herhangi bir eylem karşısında, hukuk nerede, sosyal bilimciler nerede olmalı? Bütün sorularımın cevabının kesinlikle cezaevi olmamalı diye düşünüyorum.
* Peki mahkeme heyeti ne istiyor? BDP'nin siyaset akademisinde dört günlük uygarlık tarihi eğitimine katıldığım için -ki bu konu zaten antropoloji eğitiminde fakültede bize okutulmuş bu bilgiden kaynaklı çağrıldım- eğitimden yargılanmamı ve cezalandırılmamı istiyor.
* Ben artık ülkemde, düşünce üretti, söz söyledi, tartışmaya katıldı diye insanlar yargılanmasın istiyorum. En aykırı görüşler bile sözle aktarıldığı müddetçe, şiddeti uzak tutar.
* Yedi aydır yaşadığım Diyarbakır Cezaevi dünyadaki en ağır insan hakkı ihlallerinin yaşandığı 19 cezaevinden birisi olarak tanımlanıyor.
* Bu cezaevinin bir gün müze olacağına inanıyorum. Ve bu süreçte, hukukçularla beraber, yaşanan tüm travmaları atlatmak için ortak çalışmalar yapmak istiyorum. Bu ülkenin bir genci olarak kaygısızca yazmak istiyorum. Ben memleketime gitmek, denize girmek istiyorum. Ben çocuklarımın yanına gitmek istiyorum. (EKN)