Kentsel dönüşüm bir bütün olarak Türkiye’nin yaşadığı ve yarattığı, yeni mekanlardan ziyade yeni ilişkiler nedeniyle toplumdaki farklı kesimlerin tartıştığı bir gerçeklik. Tıpkı enerji üretmek için yapılan-yapılması plananan barajlar ile yapım tamamlandığında sular altında kalacak kültürel varlıklar arasındaki çelişki gibi, şişen şehri tekrar yaşanabilir kılmak için yapılan (bu nedenle yapıldığı iddia olunan) imar çalışmaları ile kentin eski ve korunması gereken maddi-manevi kültürü arasında da derin bir çelişki bulunuyor. Ne yazık ki Türkiye’de kentsel dönüşüm, mekanların maddi-manevi kültürünü koruyarak yeni ve herkese yetecek alanlar yaratma yönünde ilerlemiyor.
Yelda Yürekli’nin yazdığı "Küçük Moskova" Tuzluçayır, meseleyi Ankara’dan başlayarak ele alıyor ve kentsel dönüşümün temel olarak insan ilişkileri üzerinde yarattığı ve yaratması beklenen muhtemel sonuçlarına odaklanıyor. Öte yandan, mahallenin şimdiki ve 1980 öncesi demografik yapısını kıyaslaması ve birtakım toplumsal olaylara gösterilen reaksiyonlar, kentsel dönüşümün sırf “kentli kalabalıklara yeterli alan açmak için” yapıldığı iddiasını da sorgulatıyor. Okumaya devam ettikçe bu tip mahalleleri dönüştürmek isteyen kişi ve kurumların birden fazla olduklarını fark ediyoruz.
Tuzluçayır, kitapta da okuyacağınız üzre, 1950’li yılların ortasından başlayarak kırdan kente göç eden yoksul halk kitlelerinin önceleri üçerli-beşerli gruplar halinde, daha sonra hızlanarak köy köy yerleştikleri bir mahalle/semt. Önceleri birkaç ailenin tek bir gecekonduyu birlikte paylaştıkları bir gecekondu mahallesiyken, bilhassa 12 Eylül sonrasında yaşanan ve adına da kentsel dönüşüm diyebileceğimiz tapu çalışmaları ile birlikte şimdilerde 4-5 katlı apartmanlarla örülü ve insanların toplanıp biraraya gelebileceği sosyal alanların azlığı sebebiyle eskinin yardımlaşma ve dayanışma kültürünü özleyen ve çoğunluğu birkaç kuşaktır bu mahalleden olma insanların ikamet ettikleri bir yer. Ortak özellikleri arasında, neredeyse tamamının Alevi olması ve Sivas, Çorum gibi birkaç Anadolu şehrinden buraya göç etmeleri sıralanabilir. Bu haliyle Tuzluçayır, Türkiye ve dünya kentlerinde bulunan onlarca kaderdaşıyla birlikte kurulu sistemin deklase tabakalarına ev sahipliği yapan bir mahalle/semt. 1970’lerin politik atmosferinde önemli bir yer tuttuğu için belki okurun gözünde İngiltere’deki işçi blokları gibi bir semt canlanabilir, ancak bu tipte bir düşünce Avrupa’nın ölçülerine göre dikilmiş hayali bir ‘’toplumsal kurtuluş modelini’’ harfi harfine Türkiye’ye uydurmaya çalışmak olurdu. Bu bağlamda ‘’Küçük Moskova’’ Tuzluçayır kitabının da bu algıdan oldukça etkilendiğini söylemek gerek.
Toplumsal iktidar için mücadele eden iki farklı uç, yani deyim yerindeyse savaşın farklı tarafında yer alan devlet ve sol-sosyalist muhalif grupların -bilerek ya da bilmeyerek- Alevi inancına karşı saf tutmada ortaklaştıklarını görmek için güzel bir fırsat sunuyor bu çalışma. Gördüğümüz kadarıyla, aktif bir mücadele içinde olan yahut en azından bir zamanlar aktif bir çalışma yürüttükleri sol-sosyalist hareketler ile halen gönül birlikteliğini sürdüren Tuzluçayırlı görüşmeciler, 12 Eylül Askeri Darbesi’ne giden yolda ve sonrasında Alevi inancına yönelik husumetin de etkili olduğu kanaatindeler. Çalışma, her türlü sınıfsal ilişkiyi ekonomi üzerinden yorumlayan bir anlayışa sahip bireylerin de tıpkı devlet gibi Alevi-Kızılbaş inancını ve inanç sahiplerini belli bir kalıba sığdırmaya çalıştıklarını görmemizi sağlayarak, bu grupların düşünme tarz ve alışkanlıklarının röntgenini çekiyor. Elbette onların yaşadıkları göç deneyimi de böyle düşünmelerinde etkili olmuş. Tuzluçayır’daki nüfusun Tuzluçayır’a göç etme sebepleri arasında daha evvel bulundukları bölgelerde uğradıkları dinî-inançsal baskı olsa da, esas itici gücün ekonomi, yani geçim derdi, daha güzel ve yaşanılası bir hayata ulaşma arzusu olduğunu söylemek mümkün. Bunu, sanayileşmenin beraberinde getirdiği işgücü açığını kapatmak için yürütülen devlet politikaları ile birlikte düşünmek gerek.
Bahsi geçen göçlerin ve Tuzluçayır gibi gettoların oluşması ile toplumsal gruplardaki devlete karşı yürütülen hak arama mücadelesinin 70’li yıllarda yükselişe geçişi arasındaki bağı görmenin ve döneme dair yapılan okumalarda bir parametre olarak kullanılmasının birçok şeyi aydınlatacağını düşünüyorum. Çalışmanın bu konuda öne sürdüğü en önemli sav, Tuzluçayır özelinde, dönemin sol-sosyalist hareketlerinin yoksul Alevi halka değil de, yoksul Alevi halkın sol-sosyalist hareketlere meylettikleri yönünde. Ayrıca, mahallenin kurulmasında/kollanmasında Alevi yoksulları sadece sınıfsal kimliği ile -yani işçi/yoksul olarak- gören/görmek isteyen bu hareketlerin daha büyük roller üstlendikleri söyleniyor. Görüşmeciler, kimi zaman doğrudan, çoğunlukta ise üstü kapalı olacak şekilde bu görüşü dillendiriyorlar. Dönemin sol-sosyalist anlayışının mücadele yürütürken sınıf harici diğer toplumsal kimlikleri dikkate almayan, onları görmezden gelen anlayışının uzantılarını bugün dahi görmek mümkün. Dolayısıyla Alevi, Kürt gibi devletin kabul etmediği kimliklerin barındığı mahallelerin dışında muhalif çalışmaların yürütülememesi, adı geçen politik hareketler adına fikri bir yenilgi olsa gerek…
Her şeyin hızla değişmesi gibi, somut olmayan kültürel miras kapsamına dahi alınabilirliği olan Alevilik/Kızılbaşlık da -olumsuz anlamda- değişiyor ve bunu engellenmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü söz konusu değiştirme/dönüştürme işlemi sadece devlet tarafından değil, çıkarları doğrultusunda toplumda statü sahibi her türlü kişi ve kurumca gerçekleştiriliyor Umulan, Alevi/Kızılbaş inancı ve halkının bu kıskaçtan en az zararla kurtulması… Kitabı edineceklere tavsiyem, her bir satırı iyi okumaları ve görüşmelerden çıkan cümleler doğrultusunda yazarın ifade ettiklerinden fazlasını satır aralarında bulmaya çalışmalarıdır… (OS/HK)