Güney Afrika'da ırk ayrımcılığına dayalı rejimi (Apartheid) yıkarak yerine tüm ırkların eşit temsil edildiği bir demokrasi getirmek için verilen mücadeleye önderlik eden Nelson Mandela'nın Afrika Ulusal Konseyi (ANC) 9 üyesiyle birlikte yargılandığı meşhur Rivonia Davası'ndaki savunmasını, Emre Hepdeniz'in çevirisiyle yayınlıyoruz.
***
Güney Afrika durumunun uzun ve kaygılı bir değerlendirmesinin ardından, 1961 Haziranı’nın başında ben ve bazı çalışma arkadaşlarım ülkedeki şiddet kaçınılmaz olduğundan, hükümetin barışçıl taleplerimize güçle karşılık verdiği bir dönemde Afrikalı liderlerin barış ve şiddetsizlik vaazları vermelerinin gerçekdışı ve yanlış olacağı sonucuna vardık.
Bu sonuca kolay ulaşılmadı. Ancak diğer her şey başarısızlıkla sonuçlandığında, barışçıl protestonun tüm kanallarından men edildiğimizde, siyasi mücadelenin şiddet içerikli biçimlerini benimseme ve Umkhonto we Sizwe’yi kurma kararı verildi. Böyle bir yolu arzuladığımızdan değil, yalnızca hükümet bize başka bir seçenek bırakmadığından bunu yaptık.
Başka seçenek kalmayınca
Kanıt AD’de Umkhonto’nun 16 Aralık 1961’de yayımlanan manifestosunda şunları söyledik: “Her ulusun yaşantısında yalnızca iki seçeneğin kaldığı vakit geldi – boyun eğmek ya da savaşmak. Güney Afrika artık böyle bir zamandadır. Boyun eğmeyeceğiz; halkımız, geleceğimiz ve özgürlüğümüzü savunmak için tüm gücümüzle karşılık vermekten başka seçeneğimiz yok”.
Ulusal Özgürlük Hareketi’nde politika değişikliği için baskı yapmaya karar verdiğimiz 1961 Haziranı’nda hissiyatımız buydu. Söyleyebileceğim tek şey yaptıklarımı, kendimi ahlaki açıdan zorunlu hissettiğim için yaptığımdır.
Bu kararı aldıktan sonra ANC de dâhil çeşitli örgütlerin liderlerinden görüş almaya başladık. Kiminle konuştuğumuzu ya da ne söylediklerini söylemeyeceğim fakat mücadelenin bu aşamasında Afrika Ulusal Meclisi’nin rolüne ve Umkhonto we Sizwe’nin politika ve hedeflerine değinmek niyetindeyim.
ANC’nin görüşü
ANC hususunda, örgüt şu şekilde özetlenebilecek net bir görüş belirtti: ANC, yerine getireceği siyasal bir işlevi olan kitlesel bir siyasi örgüttü. Üyeleri kesinlikle şiddet içermeyen politikada birleşmişti.
Tüm bunlar sebebiyle şiddete girişemezdi, girişmeyecekti. Bunun vurgulanması gerekir. Böyle bir bünye sabotaj için gereken ufak, sıkı sıkıya bağlanmış bir örgüt haline çevrilemez. Böyle bir iş üyelerin elzem olan siyasi propaganda ve örgüt faaliyetlerini devam ettirememeye başlamasıyla sonuçlanacağından politik açıdan da doğru olmazdı. Örgütün doğasını tümden değiştirmek de hoş görülemezdi.
Diğer yandan, izah ettiğim bu durum göz önüne alındığında ANC usulünce denetlenen şiddete artık karşı gelmemek boyutunda 50 yıllık şiddetsizlik politikasını terk etmeye hazırdı. Böylelikle bu tip eylemlere girişen üyeler ANC tarafından disiplin cezasına tabi olmayacaklardı.
‘Usulünce denetlenen şiddet’ diyorum çünkü benim kurmam durumunda örgütü her daim ANC’nin siyasi kılavuzluğuna tabi tutacağımı ve ANC’nin rızası olmadan düşünülenden farklı hiçbir faaliyet şeklini benimsemeyeceğimi açıkça ifade ettim. Şimdi de Mahkeme’ye bu şiddet biçiminin nasıl belirlendiğini anlatacağım.
Umkhonto’nun kuruluşu
Umkhonto, bu kararın sonucu olarak 1961 Kasımı’nda kuruldu. Bu kararı aldığımızda ve akabinde tasarılarımızı biçimlendirdiğimizde ANC’nin şiddetsizlik ve ırkların uyumu mirasına oldukça yakındık. Ülkenin, Siyahlarla Beyazların birbirleriyle savaşacakları bir iç savaşa sürüklendiğini hissettik. Savunma daha önce Hece Dergisi Haziran 2017 Afrika Özel Sayısı'nda yer aldı.
Durumu tetikte inceledik. İç savaş, ANC’nin temsil ettiği her şeyin yıkımı anlamına gelebilirdi; iç savaş çıkarsa, ırkların barışına ulaşmak her zamankinden daha zor olacaktı. Hâlihazırda, Güney Afrika tarihinde savaşın sonuçlarının örnekleri mevcut. Güney Afrika Savaşı’nın yaralarının sarılması 50 yıldan fazla sürmüştür. Her iki taraftan da çok sayıda can kaybı yaşanmadan mümkün olamayacak ırklar arası bir iç savaşın yaralarını sarmak ne kadar sürer?
Pek çok yıl iç savaştan kaçınmak düşüncemize baskın gelse de şiddeti politikamızın bir parçası olarak benimsemeye karar verdiğimizde bir gün, böyle bir savaş olasılığıyla yüzleşebileceğimizin farkına vardık. Tasarılarımızı biçimlendirirken bunu hesaba katmamız gerekiyordu. Esnek, zamanın gereklerine uygun davranmamıza izin veren bir tasarıya ihtiyacımız vardı; her şeyin ötesinde, bu iç savaşı son çare olarak tanıyan ve bu sorunla ilgili kararı geleceğe bırakan bir tasarı olmalıydı. İç savaşa adanmak istemiyorduk, ama kaçınılmaz hale geldiğinde hazır olmamız gerekiyordu.
Sabotaj
Mümkün dört şiddet biçimi mevcuttu. Bunlar, sabotaj, gerilla harbi, terörizm ve devrimdi. Biz ilk yöntemi benimseyip başka bir karar almadan önce onu sonuna kadar uygulamayı seçtik.
Politik artalanımız göz önüne alındığında bu mantıklı bir seçimdi. Sabotaj can kaybını gerektirmiyordu ve ırkların ilişkilerinin geleceğine dair büyük umut vaat ediyordu. Huzursuzluk azamide tutulacaktı ve şayet politikadan olumlu sonuç alınırsa demokratik hükümet gerçekleştirilebilirdi. O dönemde hissiyatımız bu şekildeydi ve manifestomuzda da şunları söyledik (Kanıt AD):
“Biz, Umkhonto we Sizwe olarak özgürleşmeye asla kan dökerek ya da sivil çatışmayla ulaşmaya çalışmadık. Geç kalınmış şu dönemde bile umudumuz, ilk eylemlerimizin herkesi Ulusalcı politikanın yol açmakta olduğu dehşetengiz durumu idrak etmesidir. Hükümet ve destekçilerini çok geç olmadan kendilerine getirmeyi ve böylece iç savaşın çaresiz haline ulaşmadan hem hükümetin hem politikalarının değiştirilebilmesini ümit ediyoruz.”
İlk tasarının temeli ülkemizin siyasi ve ekonomik durumunun itinalı bir tahliliydi. Güney Afrika’nın büyük çapta yabancı anaparaya ve dış ticarete dayandığına inanıyorduk. Elektrik santrallerinin planlı tahribatının, demiryolu ve telefon iletişimine edilecek müdahalenin kapitali ülkeden kaçırabileceğini, eşyanın sanayi bölgelerinden limanlara zamanında ulaşmasını daha da güçleştirerek uzun vadede ülkedeki ekonomik yaşantıya ağır bir yük teşkil edip ülkenin seçmenlerini mevkilerini yeniden düşünmeye mecbur bırakacağını düşündük.
Ülkenin ekonomik can damarlarına yapılacak saldırılar hükümet binaları ve Apartheid’ın diğer simgelerine yapılacak sabotajlarla ilişkilendirilecekti. Bu saldırılar halkımıza esin kaynağı olma işlevi görecekti. Ayrıca şiddet içeren yöntemlerin benimsenmesinde direten kişiler için çıkış noktası olacak ve destekçilerimiz için hükümetin şiddetine karşılık verdiğimizin, daha güçlü bir rota tuttuğumuzun somut kanıtları olabileceklerdi.
Ayrıca kitlesel eylem başarılı şekilde düzenlenir, kitlesel bir karşılık alınırsa davamıza diğer ülkelerde de sempati duyulmaya başlanacağına, Güney Afrika Hükümeti’nin üzerinde daha büyük bir baskı oluşacağına inandık.
O dönemdeki tasarı buydu. Umkhonto sabotajlar düzenleyecekti ve en başından beri üyelere operasyonları tasarlarken ve uygularken hiçbir koşulda insanlara zarar verip onları öldürmemeleri üzerine katı talimatlar veriliyordu. Bu talimatlara ‘Bay X’ ve ‘Bay Z’nin kanıtlarında değinilmiştir.
Umkhonto’nun yönetimi
Umkhonto’nun işleri üye seçme ve Bölge Komutanlıkları oluşturabilme –ki oluşturdu- yetkilerine sahip Ulusal Üst Komuta tarafından denetlenip yönetiliyordu. Taktikleri ve hedefleri belirleyen Üst Komuta, eğitim ve maliyeden sorumlu bir bünyeydi. Üst Komuta’nın altında yerel sabotaj gruplarının yönetiminden sorumlu Bölge Komutanlıkları vardı.
Bölge Komutanlıkları’nın, Ulusal Üst Komuta tarafından belirlenen politika çerçevesinde saldırılacak hedefleri seçme yetkisi vardı. Önceden belirlenmiş çerçevenin dışına çıkma yetkileri olmadığından insan hayatını tehlikeye atan ya da tekmil sabotaj tasarısına uymayan eylemlerde bulunma yetkileri de yoktu. Örneğin, Umkhonto üyelerinin operasyona silahlı gitmesi katiyen yasaktı. Tesadüf eseri, Üst Komuta ve Bölge Komutanlığı terimleri 1944 ile 1948 arası İsrail’de faaliyet göstermiş ulusal Yahudi yeraltı örgütü Irgun Zvai Leumi’den alınmıştır.
İlk operasyon
Umkhonto’nun ilk operasyonu Johannesburg, Port Elizabeth ve Durban’daki Hükümet binalarına 16 Aralık 1961’de yapılan saldırılardır. Hedef seçimi, değindiğim politikanın kanıtıdır. Şayet yaşamı hedef almayı amaçlamış olsaydık boş binaları ve elektrik santrallerini değil, insanların bir araya geldikleri hedefleri seçerdik. 16 Aralık 1961’den önceki sabotaj tekil gruplar tarafından gerçekleştirilmiştir ve Umkhonto ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hatta bunlardan bazıları ve daha sonraki eylemler diğer örgütlerce üstlenilmiştir.
Umkhonto manifestosu operasyonların başladığı gün yayımlanmıştır. Beyaz nüfus, eylemlerimize ve Manifesto’ya tipik olarak şiddetli bir tepki verdi. Hükümet gerekli adımları sert şekilde atacakları tehdidinde bulunup destekçilerine metin olmalarını, Afrikalıların taleplerine aldırmamalarını salık verdi. Beyazlar değişim önererek buna karşılık vermediler; savunma karargâhları fikrini ileri sürerek bizim çağrımıza karşılık verdiler.
Buna karşın, Afrikalılar yüreklendiren bir cevap verdiler. Ansızın yine umut vardı. Bir şeyler oluyordu. İlçelerdeki insanlar siyasi haberlere merak duymaya başladılar. Başlangıçtaki başarılar büyük hevesleri tetikledi ve insanlar özgürlüğün ne kadar yakın bir zamanda edinileceği üzerine yorum yapmaya başladılar.
Fakat biz, Umkhonto’da Beyazların karşılığını kaygıyla ölçüp biçtik. Çizgiler çizilmekteydi. Beyazlar ve Siyahlar ayrı kamplara ilerliyorlar, iç savaşı önleme olasılıkları da gitgide düşüyordu. Beyaz gazeteleri sabotajın ölümle cezalandırılacağını söyleyen raporlar servis ettiler. Bu gerçektiyse, Afrikalıları terörizmden uzak tutmaya nasıl devam edecektik?
Zaten çok sayıda Afrikalı etnik sürtüşmeler sonucunda ölmüştü. 1920’de, meşhur lider Masabala Port Elizabeth hapishanesinde tutulurken onun salıverilmesini talep etmek için toplanan bir grup Afrikalıdan 24’ü polis ve Beyaz siviller tarafından öldürüldü. 1921’deki Bulhoek meselesinde binden fazla Afrikalı öldü. 1924’te Güneybatı Afrika kayyumunun, köpek vergisi konulmasına karşı ayaklanmış bir gruba karşı güç kullanmasıyla 200’ün üzerinde Afrikalı öldü. 1 Mayıs 1950’de 18 Afrikalı polis kurşunuyla grev sırasında öldü. 21 Mart 1960’da 69 silahsız Afrikalı Sharpeville’de öldü.
Ülkemizin tarihinde daha kaç Sharpeville olacak? Ve ülkemiz şiddet ve terör gündem olmadan daha kaç Sharpeville’e katlanabilir? Böyle bir aşamaya gelindiğinde halkımıza ne olacak? Uzun vadede kazanmamız gerektiğinden emindik fakat bu bize ve ülkenin geri kalanına neye mal olacak? Ve şayet bu gerçekleşirse, bir daha Siyahlar ve Beyazlar ne zaman barış ve uyum içinde birlikte yaşayabileceklerdi? Bunlar karşılaştığımız sorunlardı ve bunlar da kararlarımız.
Gerilla harbine doğru
İsyanın hükümete, ayrım gözetmeksizin tüm halkımızın katli hususunda sınırsız fırsat sunacağına tecrübeyle ikna olduk. Fakat kendimizi güce karşı savunmak amacıyla uzun vadeli bir güç kullanma girişiminin hazırlıklarını yapmayı görev bilmemizin asıl sebebi, tam olarak, Güney Afrika toprağının halihazırda masum Afrikalıların kanına bulanmış olmasıydı. Şayet savaş kaçınılmazsa bunun halkımıza en uygun koşullarda yürütülmesini istiyorduk. Bize en uygun olasılıkları vaat eden ve her iki taraf için de can kaybı riskinin en düşük olduğu savaş biçimi gerilla harbiydi. Dolayısıyla gelecekle ilgili hazırlıklarımızda gerilla harbini mümkün kılmak amacıyla önlemler almaya karar verdik. (NM/EH/NÖ)
Yarın: Savaş sanatı ve devrim üzerine çalışmaya başladım
Nelson Mandela/ Rivonia Savunması
Biz kanuna başkaldırmayı seçtik/ 1
Karar zamanı: Boyun eğmek ya da savaşmak/ 2
Savaş sanatı ve devrim üzerine çalışmaya başladım/ 3