Güney Afrika'da ırk ayrımcılığına dayalı rejimi (Apartheid) yıkarak yerine tüm ırkların eşit temsil edildiği bir demokrasi getirmek için verilen mücadeleye önderlik eden Nelson Mandela'nın Afrika Ulusal Konseyi (ANC) 9 üyesiyle birlikte yargılandığı meşhur Rivonia Davası'ndaki savunmasını, Emre Hepdeniz'in çevirisiyle yayınlıyoruz. Savunma daha önce Hece Dergisi Haziran 2017 Afrika Özel Sayısı'nda yer aldı.
***
İlk suçlu benim
Üniversite mezunuyum ve Johannesburg'da, Oliver Tambo ile ortak olarak birkaç yıl avukatlık yaptım. Ülkeyi izinsiz terk ettiğim ve 1961 Mayıs'ının sonunda halkı greve teşvik ettiğim için beş yıla çarptırılmış hükümlü bir mahkûmum.
Öncelikle devletin, açılış konuşmasında Güney Afrika'daki mücadelenin yabancılar ve komünistlerin etkisi altında olduğu beyanının tümüyle yanlış olduğunu söylemek isterim. Ne yaptımsa bunu dışarıdan herhangi birinin söylemesiyle değil, Güney Afrika'daki tecrübemle ve gurur duyduğum Afrikalı köklerimle, hem bir birey hem de halkımın lideri olarak yaptım.
Gençliğimde, Transkei'de kabilemin yaşlılarının eski günlerle ilgili hikâyelerini dinlerdim. Bana aktardıkları hikâyelerin arasında atalarımızın anayurdumuzu savunmak için yaptıkları savaşlarla ilgili hikâyeler de vardı. Dingane ve Bambata, Hintsa ve Makana, Squngthi ve Dalasile, Moshoeshoe ve Sekhukhune, isimleri tüm Afrika ulusunun şerefi olarak övülürdü.
O zamanlarda hayatın karşıma, halkıma hizmet ederek özgürlük mücadelelerine naçizane katkımı sunmak için bir fırsat çıkarmasını umardım. Bu davada bana yöneltilen tüm suçlamalarla ilgili olarak yaptıklarımı yapmamın sebebi budur.
Sabotajı inkar etmiyorum
Bunları söylemişken, derhal ve ayrıntılarıyla şiddet sorununa değinmeliyim. Şu ana dek mahkemeye bildirilmiş olanların bazıları doğru, bazıları yanlıştır. Ne var ki bir sabotaj tasarladığımı inkâr etmiyorum. Bu planı ne bir aymazlık hissiyatıyla ne de şiddeti herhangi bir şekilde sevdiğimden yaptım. Bu planı Beyazlar'ın pek çok yıldır halkıma uyguladığı zorbalık, istismar ve baskıdan doğan politik durumun serinkanlı ve ağırbaşlı bir değerlendirmesinin sonucunda yaptım.
Umkhonto we Sizwe'nın oluşumuna destek olan kişilerin arasında olduğumu ve 1962 Ağustosu'nda tutuklanana dek meselelerinde büyük rol oynadığımı doğrudan doğruya kabul ediyorum.
Az sonra vereceğim savunmada devletin tanıklarının yarattığı belirli yanlış izlenimleri düzelteceğim. Diğerlerinin yanı sıra, kanıtta değinilen belli başlı eylemlerin Umkhonto tarafından yapılmadığı, yapılmış olmasının mümkün olmadığını açıklayacağım. Ayrıca Afrika Ulusal Meclisi ile Umkhonto arasındaki ilişkiye ve bu iki örgütün meselelerinde şahsi olarak rol aldığım kısma değineceğim.
Keza, Komünist Parti'nin rolüne de. Bu konuları uygun şekilde açıklayabilmek için Umkhonto'nun ereğini, hedeflerine ulaşmak için nasıl yöntemler salık verdiğini ve neden bunların seçildiğini açıklayacağım. Ayrıca bu örgütlerin eylemlerine nasıl dâhil olduğumu da açıklamak zorundayım.
Suçlamaları reddediyorum
Umkhonto'nun, açıkça örgütün politikasının dışında kalan ve bize yöneltilen suçlamada hükmedilen bir dizi eylemden sorumlu olduğunu reddediyorum. Bu eylemlerin nasıl meşrulaştırılabileceklerini bilmesem de bunların Umkhonto'nun yetkisiyle gerçekleşmediklerini ispatlamak için örgütün kökenlerine ve politikasına kısaca değinmek isterim.
Umkhonto'nun kuruluşuna yardım eden kişilerin arasında olduğumdan hâlihazırda bahsetmiş bulunuyorum. Ben ve diğerleri bu örgütü iki sebeple kurduk. İlk olarak, hükümetin politikaları sonucu Afrikalıların şiddete başvurmalarının kaçınılmaz olduğuna ve şayet insanlarımızın duygularını yönlendirmek ve düzenlemek hususunda güvenilir önderlik tayin edilmezse bu ülkedeki çeşitli ırklar arasında savaşta bile ortaya çıkmamış yoğun bir öfke ve saldırganlığa sebebiyet verecek terörist ayaklanmalar olacağına inanıyorduk.
Diğer sebep ise Afrikalı insanların beyaz üstüncülüğü ilkesine karşı mücadelelerinde başarılı olmaları için şiddet olmaksızın hiçbir yolun mümkün olmadığını hissetmiş olmamızdır. Bu ilkeye karşı muhalefetin tüm hukuki ifadelerinin mevzuatla susturulduğu bir durumda, bir yanda kalıcı olarak ezilmeyi kabul edeceğimiz diğer yanda hükümete başkaldıracağımız bir konuma sokulduk.
Biz kanuna başkaldırmayı seçtik. Yasalara ilk önce şiddete herhangi bir şekilde başvurmaktan sakınarak karşı geldik; bu biçim mevzuata tabi tutulup ancak hükümet güç gösterisiyle muhalefeti politikalarına kadar parçalama yoluna gidince şiddete şiddetle karşılık verme kararını aldık.
Fakat benimsediğimiz şiddet biçimi terörizm değildi. Umkhonto'yu kuran bizim, tekmil Afrika Ulusal Meclisi üyeleri olarak ardımızda ANC'nin siyasi anlaşmazlıkları şiddet uygulamadan, uzlaşma yoluyla çözme geleneği vardı.
Güney Afrika'nın siyah ya da beyaz olsun tek bir topluluğa değil üzerinde yaşayan tüm insanlara ait olduğuna inanıyoruz. Etnik bir savaş istemedik, bunu son dakikaya kadar da önlemeye çalıştık.
Şayet mahkeme bu hususta şüphe içerisindeyse, örgütümüzün tarihinin söylemiş olduklarımı ve akabinde Umkhonto'nun benimseme kararı aldığı yöntemleri tanımlarken söyleyeceklerimi doğruladığı görülecektir. Dolayısıyla Afrika Ulusal Meclisi ile ilgili konuşmak isterim.
Afrika Ulusal Meclisi
Afrika Ulusal Meclisi, 1912'de Güney Afrika Kanunu ile ciddi şekilde engellenen ve sonrasında Anayurt Kanunu'yla tehdit edilen Afrikalıların haklarını savunmak için kuruldu.
38 yıl boyunca –yani 1949'a kadar- kesin surette kurumsal mücadeleye bağlı kaldı. Talepler ve çözümler sundu; Afrikalıların dertlerinin barışçıl şekilde yatıştırılacağı ve peyderpey tüm siyasi haklara erişebilecekleri inancıyla hükümete delegasyon gönderdi. Ama Beyaz hükümetler aldırmadılar, Afrikalıların hakları da artmak yerine azaldı. 1952'de ANC'nin başına geçen ve sonrasında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen liderim Şef Luthuli'nin sözleri şöyleydi:
"Hayatımın otuz yılının beyhude bir şekilde, sabırla, serinkanlılık ve dürüstlükle kapalı ve sürgülü bir kapıyı çalmakla geçtiğini kim inkâr edebilir? Ilımlı tavır ne meyve vermiştir? Son otuz yıl, hemen hiç hakkımızın olmadığı bir seviyeye geldiğimiz şu güne dek, haklarımızı, ilerlememizi en çok kısıtlayan kanunların dönemi olmuştur".
Pasif direniş
1949 sonrası bile ANC şiddete başvurmayı önlemekte kararlıydı. Ne var ki o dönemde geçmişte katı katıya uygulanan kurumsal protesto yöntemlerinde değişiklik olmuştu. Bu değişiklik apartheid yasasını protesto etmek için belirli kanunlara karşı yapılan barışçıl fakat kanunsuz mitinglerde somutlaştı.
Bu politikaya uygun düşecek şekilde ANC benim de gönüllü sorumlusu olarak konumlandırıldığım Muhalefet Kampanyası'nı başlattı. Bu kampanya pasif direniş ilkelerini temel alıyorduı. 8,500'den fazla kişi apartheid yasalarına karşı gelip hapse atıldı. Yine de bu başkaldıranlar kampanya boyunca şiddete dair tek bir örnek sergilemedi.
Ben ve 19 görevdaşım kampanyanın düzenlenmesinde oynadığımız rol sebebiyle mahkûm edildiysek de cezalarımız başlıca hâkimin tüm süreçte disiplin ve barışçıllığın vurgulandığını gördüğü için düştü. ANC'nin gönüllü kısmı da bu dönem kuruldu ve 'Amadelakufa' kelimesi ilk kez bu dönem kullanıldı.
Bu dönem gönüllülerin belirli ilkeler üzerine yemin etmelerinin istendiği dönemdir. Gönüllüler ve yeminlerine ilişkin kanıt bu davaya tamamen bağlam dışı dâhil edildi. Gönüllüler beyazlara karşı bir iç savaşa girişme andı içmiş siyah ordunun askerleri değillerdi, değiller. Onlar ANC'nin önayak olduğu kampanyaları yürütmeye, bildiri dağıtıp grev organize etmeye veya kampanyaların gerektirdiği belirli eylemleri yerine getirmeye hazır bulunan adanmış emekçilerdi, hâlâ da öyleler. Bu gibi eylemlere kanun tarafından biçilen hapis ve kırbaç gibi cezalarla yüzleşmeye gönüllü oldukları için gönüllü olarak anılıyorlar.
Komünist yaftası
Muhalefet Kampanyası sırasında, Kamu Güvenliği Kanunu ve Ceza Yasası Değişikliği meclisten geçirildi. Bu yasalar kanuna karşı protesto yoluyla işlenen cürümler için daha sert cezalar getirdiler. Buna rağmen protestolar devam etti, ANC şiddetsizlik politikasına bağlı kaldı.
1959'de Meclis Paktı'nın ben de dâhil ileri gelen 156 üyesi Komünizmi Bastırma Kanunu'na ilişkin suçlardan ve vatan hainliğinden tutuklandı. ANC'nin şiddetsizlik politikası değerlendirmeye alınsa da mahkemenin yaklaşık beş sene sonra verdiği hükümle ANC şiddet politikasından muaf bulundu.
ANC'nin mevcut rejim yerine komünist bir devlet kurmayı amaçladığına dair bir dava maddesinin de dâhil olduğu tüm mahkemelerden beraat ettik. Hükümet her daim kendine muhalefet eden herkesi komünist olarak yaftalamayı istedi. Bu iddia, mevcut davada tekrar ediliyor fakat belirteceğim üzere ANC komünist bir örgüt değildir, hiçbir zaman da olmadı.
1960 yılında Sharpeville'de gerçekleşen silahlı saldırının sonucunda olağanüstü hal ilan edildi ve ANC kanundışı bir örgüt olarak takrir edildi. Özenli bir değerlendirmenin sonunda, çalışma arkadaşlarım ve ben bu hükme itaat etmeme kararı aldık. Afrika halkı hükümetin bir parçası değildi ve onları yöneten kanunları kendisi koymuyordu.
Biz Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi'nde yazılanlara, 'Hükümet yetkisinin temelini halkın iradesinin oluşturduğuna' inandık ve bizim için yasağı kabul etmek Afrikalıların ilelebet susturulmasını kabul etmekle eşti. ANC dağılmayı kabul etmedi, yeraltına girdi. Yaklaşık 50 yıllık fasılasız zahmetle kurulmuş bu örgütü muhafaza etmeyi görev bildik. Kendine saygısı olan hiçbir Beyaz siyasi örgütün, söz hakkının bulunmadığı bir hükümet tarafından yasadışı ilan edildiği takdirde dağılmayacağından eminim.
"Saklanmak zorunda kaldım"
1960'da hükümetin yaptığı referandumla Cumhuriyet kuruldu. Güney Afrika nüfusunun yaklaşık yüzde 70'ini oluşturan Afrikalıların oy kullanma hakları yoktu ve hatta teklif edilen kurumsal değişiklik için onlara danışılmadı. Hepimiz teklif edilen Beyaz Cumhuriyet'in altında kalacak geleceğimizden kaygılıydık ve Ulusal Kurultay çağrısı yapmak için, herkesin dâhil olacağı bir Afrika Konferansı toplamak ve şayet hükümet Kurultay'ı toplamazsa, istenmeyen Cumhuriyet'in arifesinde dev mitingler düzenleme kararı alındı.
Konferansa çeşitli siyasi görüşten Afrikalılar katıldı. Bu konferansta sekreterdim ve akabinde Cumhuriyet'in ilanına denk gelen ulusal sokağa çıkmama eylemini düzenleme sorumluluğu altına girdim.
Afrikalıların tüm grevleri yasadışı olduğundan böyle bir eylemi düzenleyen kişi tutuklanmaktan kaçınmalıydı. Ben bunu düzenleyecek kişi seçildiğimden evimi, ailemi ve işimi bırakıp tutuklanmamak için saklanmak zorunda kaldım.
Sokağa çıkmama eylemi, ANC'nin politikasına uygun olarak barışçıl bir gösteri olacaktı. Düzenleyenlere ve üyelere, şiddetin hiçbir türlüsüne başvurulmaması hususunda itinayla talimatlar verildi. Hükümetin buna cevabı daha sert kanunlar çıkarmak, silahlı kuvvetlerini mevzilendirip ilçelere devasa bir güç gösterisi olarak, insanları sindirmek için Sarazenler, zırhlı araçlar, askerler göndermek oldu.
Bu, hükümetin salt güç kullanarak yönetmeye karar verdiğinin bir göstergesiydi, bu karar da Umkhonto yolunda bir mihenk taşı oldu.
Bunlardan bazıları bu davayla ilgisiz görünebilir. Aslına bakılırsa hiçbirinin alakasız olduğunu düşünmüyorum çünkü umuyorum ki bunlar Ulusal Özgürlük Hareketi'nin çeşitli şahıs ve bünyelerince, en nihayetinde takınılan tavrın takdirini mahkemece mümkün kılacaktır. 1962'de tutuklandığımda hâkim düşünce can kaybını önlemekti. Bunun şu an, 1963'te de hala böyle olduğunu biliyorum.
50 yıllık şiddetsizliğin sonu
1961 Haziranı'na dönmeliyim. Biz, halkımızın liderleri olarak, ne yapmalıydık? Güç gösterisine ve sonrasının geleceği imasına boyun mu eğmeliydik, yoksa bununla savaşmalı mı; eğer savaşacaksak, bunu nasıl yapacaktık?
Savaşa devam etmek konusunda en ufak şüphemiz yoktu. Bunun dışındaki her şey aşağılık teslimiyetti. Sorunumuz savaşıp savaşmamakla değil savaşa devam etmenin yöntemiyle ilgiliydi. ANC olarak her daim etnisiteye dayanmayan bir demokrasiyi savunduk ve etnik grupları hâlihazırda olduklarından daha fazla birbirinden uzaklaştırabilecek herhangi bir eylemden kaçındık.
Fakat 50 yıllık şiddetsizliğin Afrikalılara daha baskıcı mevzuatlar ve gitgide azalan haklardan başka şey getirmediği inkâr edilemez gerçeklerdir. Mahkemenin bunu anlaması pek kolay olmayabilir fakat insanlar uzun zamandır şiddetten, Beyaz adama karşı savaşıp ülkelerini geri alacakları günden bahsetmektelerdi ve biz, ANC liderleri, yine de her daim şiddeti önleyip barışçıl yöntemlerin izlenmesi konusunda onlara üstün geldik.
Bazılarımız 1961'in Mayıs ve Haziran'ında bu konuyu tartışırken, etnisiteye dayanmayan bir devlete, şiddet kullanmadan ulaşma politikamızın hiçbir kazanımı olmadığı ve destekçilerimizin bu politikaya olan güvenlerini yavaş yavaş kaybederek rahatsızlık verici terörizm düşünceleri geliştirmekte oldukları aşikardı.
Her yeri şiddet sarmıştı
Aslında o tarihe kadar şiddetin Güney Afrika siyasi ortamının bir niteliği haline gelmiş olması da unutulmamalıdır. Şiddet, 1957'de Zeerust'lu kadınlara paso taşıma zorunluluğu getirildiğinde, 1958'de Sekhukhuniland'de çıkarılan büyükbaş hayvanları ayırma uygulamasında, 1959'da Cato Manor halkının paso baskınları protestoları sırasında, 1960'ta hükümet Pondoland'e Bantu Yetkilerini uygulamaya kalktığında yaşandı. Bu karışıklıklarda 39 Afrikalı öldü.
Warmbaths'te 1961 yılında isyanlar çıktı; Transkei hep ağzı burnunda bir huzursuzluk kitlesi oldu. Her huzursuzluk açıkça Afrikalılar arasında kaçınılmaz şekilde büyüyen, şiddetin tek çıkış yolu olduğu inancına işaret ediyordu – bu, iktidarını elinde tutmak için güç kullanan hükümetin ezilene buna karşı çıkmak için güç kullanmayı öğütlediğinin göstergesiydi. Kentlerde siyasi mücadelenin şiddet içerikli biçimleriyle rastgele planlar yapan küçük topluluklar peydahlanmıştı bile.
Hal böyle olunca, layıkıyla yönlendirilmediği takdirde, bu toplulukların yalnız Beyazlara değil, Afrikalılara karşı da terör uygulayacakları tehlikesi baş gösterdi. Bunların arasında Zeerust, Sekhukhuniland ve Pondoland'daki Afrikalılar arasında hâsıl olan şiddet biçimi özellikle rahatsız edicidir.
Giderek, sebebi bu olsa da, hükümete karşı bir mücadele olmaktan çıkıp can kaybı ve öfkeden başka hiçbir şey sağlamayı hedeflemeyen şekilde yürütülen, kendilerine yönelik bir iç çatışma halini alıyordu. (NM/EH/NÖ)
Yarın: Karar zamanı: Boyun eğmek ya da savaşmak
Nelson Mandela/ Rivonia Savunması
Biz kanuna başkaldırmayı seçtik/ 1
Karar zamanı: Boyun eğmek ya da savaşmak/ 2
Savaş sanatı ve devrim üzerine çalışmaya başladım/ 3