Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) düzenlediği Salgın Sonrası Dönemde İnsan Hakları Gündemi Sempozyumu’nda sunulan bildiriler kitaplaştırıldı. Kitaptan, Nilgün Toker imzalı “İyiyi istemeye cesaret etmek” başlıklı sunumu yayınlıyoruz.
Karanlık zamanlarda “cesaret” kavramını düşünmek için Yahudi tarihi ve literatürü elverişli bir hareket noktası sunar. Yahudilerin vaat edilmiş toprakları arama kararıyla ve ışığa yönelmek üzere Mısır’dan çıkışlarını tarif etmek için kullandıkları bir kavram cesaret. Bir karar verme ve geleceğe yönelme anını, daha doğrusu bir gelecekleri olsun diye ortak bir kararla riske atılma anını tarif ediyor onlar için. Kendi varoluş tarzlarının saygın varlığına izin vermeyen koşulları değiştirme ve kendi özgürlükleri için arayışa geçme iradesine işaret ediyor aynı zamanda. Ve elbette başka bir dünyanın mümkün olduğu inancına veya buna dair bir umuda atıfta bulunuyor. Öte yandan, o cesaretin yerini bugün artık vaat edilmiş toprakları yitirme korkusuna bıraktığını, bu korkudan beslenen bir siyasetin yeniyi arama cesaretine galebe çaldığını da biliyoruz.
Cesaret üzerine düşünmek, cesaretin korkuyla ilişkisi üzerine düşünmek demek bir bakıma...
Evet, cesaretin korku ile bir ilişkisi var ama cesaret korkusuzluk değildir. Cesaretle umut arasında da bir ilişki var ama cesaret umudun tüm içeriği değildir. Cesaret ve onur arasındaki ilişki ise daha kuşatıcı bir ilişki.
Bazı nitelik ve kavramlar ancak örnekler üzerinden gösterilebilir ve anlatılabilir. Bu nedenle olup biteni Balzac’tan öğrendiğini söyler mesela Marx. Balzac Marx’a ne anlatmış olabilir? Balzac romanlarında sıradan hayatlar süren sıradan insanların itirazlarını görürüz; bazı şeylerin değişmesi gerektiğine ve değiştirilebilirliğine dair inancın kahramanca bir sıçramayla değil, o hayatın kendi dinamiği içinden doğuşunu görürüz. Muhtemelen Marx, Balzac romanlarından dünyanın değiştirilebileceğine dair bir inanç olmaksızın cesaretin açığa çıkmadığını; başka deyişle olan biteni değiştirebilecek olan tek şeyin olan bitenin öyle olmasının nedenine ve değişmesine dair bir bilinç, en azından bir “duygu” durumuna yükselmek gerektiğini öğrendi.
Şimdi Balzac’ı dinleyerek söyleyebiliriz: Cesaret dediğimiz şey, korkmama değil, korkuya gömülmeme, korkmamaya karar verme halidir. Odysseus korkmadığı için değil ama artık korkmaması gerektiğine karar vererek çıkmıştı mesela yola. Bu, cesaretin arkasında mutlaka bir karar olduğunu gösteriyor bize. O halde cesaret, kendiliğinden veya tepkisel bir eylemin niteliği değil, tam tersine bir düşünüp-taşınmanın, bir kararın ifadesi. Başka türlü olabileceğini düşünme ve bu başkayı isteme kararında temellenen bir şey yani.
Cesaret bir erdemdir ve tüm erdemler gibi ahlaki varlığa ait bir niteliktir. Ve tam da bu nedenle “iyi” ile bağıntılıdır. İnsanın ahlaki bir varlık olmasını kendisine dayandırdığımız insansal kapasite özgürlük olduğuna göre, tüm erdemler gibi cesaret de özgür olma niteliği ya da özgür olma arzusunda temellenmelidir. Bu, ilkesi iyiyi isteme olan bir erdemin, iyiyi gerçekleştirmeye yöneldiğinde açığa çıkabileceği anlamına gelir. Kötüyü yapma hırs ve kararı, o halde, cesaretle değil korkusuzlukla (korkunun yokluğuyla) açıklanmalı. Bu, aynı zamanda, cesaretin neden korkusuzlukla aynı şey olmadığını da apaçık gösterir. Kahraman da korkusuz kişi değildir aslında; neyi kaybedeceğini seçebilen, onu kaybetmekten korkan, ama buna rağmen eyleyen kişidir.
Özgürlüğünüzün engellendiği, özgür bir varlık olmaktan alıkonulduğunuz koşullarda cesaret, özgürlüğün üstündeki engeli kaldırmaktır. Cesarete ne zaman ihtiyaç duyarız sorusunun yanıtı da burada: Ancak özgürlüğünüz ortadan kaldırılmaya çalışıldığında cesur olmalı ve ahlaki varoluşunuzu geri kazanmak için cesaret göstermelisiniz. Cesaret, ancak bir karanlığın varlığında, karanlığı mümkün kılan bir kötülüğün, zorun, şiddetin varlığında sahip olmamız gereken bir erdemdir. Öyleyse cesaret, özgür olmanın ve iyiyi istemenin kendisidir.
Cesur eylem, özgürlüğün gerçek kılınmasına, özgürlüğün önündeki engellerin kaldırılmasına ilişkin bir kararla icra edilen eylemdir. Özgürlük, insanın ahlaki bir varlık olarak tarif edilmesini mümkün kılan kapasite olduğuna göre, yani hem mecbur bırakılmama hem de kendi kapasitesini açığa vurma gücü olduğuna göre, cesaret doğrudan insan olmanın onurunda temellenir. Başka bir deyişle cesaret, insanın mecbur bırakılmaya ve kendi kapasite ve istemesini gerçekleştirmesinin engellenmesine karşı eyleme kararıdır. Balzac ve Marx’ın kılavuzluğunda tekrar söylersek: Cesaret yabancılaşmaya, nesneleşmeye, insanı sefalete mahkum bırakan yapılara karşı, onları ortadan kaldırmaya yönelik eylemde görünür. Bu nedenle cesaret aslında dönüştürücü, geleceğe yönelen eylemin niteliğidir. Bu eylem, ancak bir kararın, dolayısıyla bir değerlendirme ve yargının ürünü olabilir; dolayısıyla bağımsız karar verme kapasitemize, yani yargı yetisine dayanır.
Tam bu noktada soralım: Korkak kime denir? İçgüdüsel kökenleri olan, varlığımızı sürdürme itkisinden gelen bir yaşantı korku... Bu nedenle aslında itkiler mekaniğinin zorunluluğunda temellenen bir yaşantı. Şayet özgürlük itkiler mekaniğini aşma, değer üretme ve dolayısıyla içgüdülerimize karşı da eyleyebilme kapasitesinin kendisiyse, korku, özgür olmama haline işaret eder. Ya da aslında korku, sosyal ve politik varlık olmaktan çıkma, Arendt’in ifadesiyle insansal dünyadan çekilmedir; kendimizi tüm diğerleriyle birlikte yaşayan bir varlık olarak değil de, tam tersine kendisini tüm diğerlerinden “ayrı” görebilme halidir. Korku, insanı kendi ilgisine kapatan, onu birlikte yaşadıklarının, insanlığın dışına çıkaran itkiyse, bu korkuyu aşma da aslında bir aradalığa, insanlığa yeniden katılma kararıyla mümkün olur.
Cesaret, başkalarıyla birlikte yaşama kararında, kendi özgürlüğümüzün ancak tüm diğerlerinin özgürlüğüne saygı ile mümkün olduğu bilincinde temellenir. Özgürlüğün kolektif bir bağıntıda mümkün olduğu bilincinin, herkes için özgürlük talebine ve özgürlük önündeki engelleri kaldırmak için eyleme çağırdığı durumda açığa çıkan şeydir cesaret. Dolayısıyla bizi özgür ve ahlaklı kılan niteliktir ve karanlık zamanlarda karanlığı yırtma arzusunun kendisidir.
Tüm bunlar, kötüyü yapma kararının cesaret değil, korkusuzluk olduğunu gösterir. Her ne kadar kulağa tuhaf gelse de, bu tarz bir korkusuzluk, bizzat korkuya gömülmüşlüğün bir tezahürüdür aynı zamanda. Tiranın zalimliği, kötüyü yapma arzusundaki sınırsızlık, cesaret değil, kendisi uğruna korkuyu aşıp yönelebileceği bir değere, bir “iyi”ye sahip olmama halidir. Korkusuzluk, kendi iktidarını kaybetme korkusunu, korkuyu aşarak değil, korkuya gömülerek, korkunun belirleniminde kalarak bir aşırılığa yöneltme, cüretkarlık ve pervasızlıkla açığa vurmadır. Aristoteles’in dediği gibi, bir ölçüsüzlük olarak cüret ve pervasızlık, ahlak ve politikanın alanı dışına çıkma, özel ilgiler alanına kapanmadır.
Cesaretle kurulan şeyi kaybetme korkusunun, kötülüğe gömülmeye yol açabilmesinin nedeni, kendisi dışındakilerle bir bağıntı içinde olma duygusunun, sorumluluk bilincinin kaybıdır. Bu nedenle korkusuzluk, sorumsuzluktur da. Ahlaki ve sosyal varlığın niteliği olarak cesaret ise, kendimizle ilgili değil, bizi ahlaki ve özgür varlık kılan bir arada yaşama, yaşamı paylaşma ilkesine dayalı olarak bu bir aradalıkla ve tüm diğerleriyle ilgilidir. O halde cesaret aslında bizi kendi odalarımıza kapanmaktan çıkaran ve dünyaya katılmamızı mümkün kılan erdemdir.
“Salgın Sonrası Dönemde İnsan Hakları Gündemi” kitabına buradan ulaşabilirsiniz.
(AS)