Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) düzenlediği Salgın Sonrası Dönemde İnsan Hakları Gündemi Sempozyumu’nda sunulan bildiriler kitaplaştırıldı. Kitaptan, Gaye Boralıoğlu imzalı “Budalanın korkusu” başlıklı sunumu yayınlıyoruz.
Bir portre çizerek konuşmama başlamak istiyorum.
Bursa’da doğdu. Politikanın hayatın olağan bir parçası olduğu bir ailede büyüdü. Deniz Gezmişlerin kaçışının konuşulduğu günlerde annesi kız kardeşiyle onu yalnız bırakıp giderken, “Kapıyı kimseye açmayın ancak Deniz abiler gelirse açıp saklayın,” diye tembihlemişti. O da bütün gün Deniz abiler gelse de saklasak diye dua etti. Denizler idam edilince, avukat olmaya karar verdi. Tiyatroyla ilgilendi, sonra da Devlet Türk Sanat Müziği Konservatuarı’nı kazandı. 13 yaşında Kürt olduğunu öğrendi. Gençlik yıllarında İbrahim Kaypakkaya’nın öncülüğünü yaptığı siyasi hareketlere ilgi duydu. Bir gün dernekte yanaklarına sürdüğü allık yüzünden, makyaj yapıyorsun, diye eleştirilince inadına yüzünü neredeyse bir maske takıyormuşçasına boyadı. Ömrü boyunca bir daha hiç silmedi. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nu kurdu, arkasından İnsan Hakları Derneği’nde çalışmaya başladı. İki kez silahlı saldırıya uğradı. Defalarca tehdit edildi. Yıllar boyunca hep aynı ses telefonda “Bugün öleceksin,” dedi. O, devletin düşman ilan ettiği müvekkillerini savunmaya devam etti.
1995 yılında bir gazete yazısında kullandığı Kürdistan sözcüğü sebebiyle 30 ay hapis ve 250 milyon TL para cezasına mahkûm edildi.
Öte yandan üç büyük ödülün sahibi oldu: Aachen Barış Ödülü, Theodor Haecker Politik Cesaret ve Dürüstlük Ödülü ve Uluslararası Hrant Dink Ödülü.
Bugüne kadar hakkında açılmış yüzlerce dava bulunuyor. Yalnızca bir gazetenin genel yayın yönetmenliğini yaptığı için açılan 143 davası var. 12.5 yıllık bir ceza istinafta bekliyor. Her an hapse girebilir, ama o, “Yurt dışına asla gitmeyeceğim. Aslında hepimizin gitmesini istiyorlar ama gitmeyeceğim, cezam kesinleşirse mücadeleme cezaevinde devam edeceğim,” diyor. Cesaretin insanı koruduğuna inanıyor.
Onun adı Eren Keskin!
Eren Keskin hak mücadelesinin sembol isimlerinden biri, üstelik mücadelesini birkaç alanda birden yürütmüş hayatı boyunca: Her şeyden önce bir kadın olarak kendi örgüt arkadaşlarının, solcuların da dahil olduğu erkek egemen bir zihniyete karşı durdu, ikincisi bir hukukçu olarak hak ve adalet ısrarını bütün engellemelere rağmen sürdürdü, üçüncüsü bir insan ve bir Kürt olarak her türlü ötekileştirmeye karşı bir varoluş, bir haysiyet mücadelesi verdi.
Eren Keskin bu memlekette bulunan nadir bir örnek ancak tek örnek değil. Öyle ya da böyle baskıya zulme boyun eğmeden doğru bildiğini söyleyen, mücadele etmeye devam eden cesaret sahibi pek çok insan var bu ülkede. Selahattin Demirtaşlar var, Osman Kavalalar var, Ahmet Altanlar ve ismini sayamayacağımız çoğu cezaevinde olan pek çok insan var.
Peki onlarınki nasıl bir cesaret türü? Zeus’un sınır tanımaz buyrukçu cesareti gibi tanrısal mı? Kimsenin karşılaşmaya bile yeltenemediği Akhilleus’a karşı durup Truva ordularına komuta eden, kenti kahramanca savunan Hektor’unki gibi bir cesaret mi? Yoksa tanrılara meydan okuyan, Zeus’a rağmen kendi gözyaşından ve çamurdan insanı yaratan intikamcı Prometeus’unki gibi bir cesaret mi?
Bana bugün Türkiye’de hak mücadelesi veren, başka bir deyişle haysiyet mücadelesi veren insanların cesareti daha çok Sisifos’unkine benziyor gibi geliyor.
Zeus’un Irmak Tanrısı Asopos’un kızını kaçırdığını ifşa etmesiyle başlar Sisifos’un hikâyesi. Zeus öfkelenip ölüm meleği Tanatos’u Sisifos’un peşinden gönderir fakat Sisifos onu atlatmayı başarır ancak bu kez Yeraltı Ülkesi’ne gönderilir ve orada Tanrılar tarafından bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla görevlendirilir.
Sisifos binbir güçlükle kayayı dağın tepesine çıkarır, tam tepeye vardığında kaya aşağı düşer, Sisifos yeniden onu alır ve yukarı çıkarır, kaya tam tepede yine düşer ve Sisifos bir kez daha kayayı tepeye çıkarır ve yeniden ve yeniden... Camus’ye göre Sisifos’u trajik yapan her seferinde kayanın düşeceğini bilerek yeniden kayayı yukarı taşımasıdır. Homeros’a göre Sisifos ölümlülerin en bilgesidir.
Bugün hak mücadelesi veren onurlu insanların hali de böyle görünüyor. Bir koca kayayı alıp yukarı çıkarmak... Bunun için uğraşıp didinmek, tam bir sonuç elde edecekken kayanın yeniden aşağı düşmesi ve sonra gidip onu yeniden yukarı taşımaya çalışmak... Kayanın düşeceğini bilerek yine de yukarı çıkarmakta inat etmek. Yani zorunluluk ve inadın bir araya geldiği durum. Camus’nün deyişiyle trajik olan.
Türkiye her zaman baskı ve şiddetle yönetilen bir ülke oldu. Sistematik işkence, ötekileştirme, zulmün inkarı, hukukun muktedirin silahı olması yeni mevzular değil. Ama bugün biraz daha farklı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Son dört beş senedir var olan, pandemiden sonra daha da görünür hale gelen tuhaf bir süreç yaşıyoruz. Bütün bağlarından kopmuş, yönünü kaybetmiş, öngörülemez, epeyce pişkin, buna karşılık şiddet ve nefretinden hiçbir şey kaybetmeyen, otoritesini kaybettikçe totaliterleşen, ateşler saçarak bir sarmalın etrafında dönüp duran bir iktidar resmiyle karşı karşıyayız.
Bu dev, Yeraltı Ülkesinde Sisifos’un tırmandığı dağın tepesinde duruyor ve aşağıya taşlar ve ateşler fırlatıyor.
Bu iktidar hali karşısında ne yapılabilir? Doğal olarak şaşırıyoruz, korkuyoruz, bunalıyoruz, hangi cephede nasıl bir mücadele sürdürebileceğimiz konusunda bocalıyoruz. Elimizde kullanabileceğimiz yeni bir kavram yok, karşımızda tutunabileceğimiz yeni bir ütopya yok. Üstelik Ölüm Tanrısı Tanatos iş başında. Salgında kaybettiklerimiz için sessizce yas tutuyoruz. Varlığımız ölümle sınanıyor. Evlerimizde savunmasız ve yalnızız. Topyekûn bir korku bulutu sardı ortalığı.
Ne var ki bu kez korkan yalnız biz değiliz, pandeminin bütün imkânlarından yararlanmasına rağmen, pandemi önlemleri kisvesi altında yasakçı, baskıcı zihniyetini ödün vermeden sürdürmesine rağmen aslında iktidardakiler de korkuyor. Çünkü onların kaybedeceği çok daha büyük! İşte tam da bu korku yüzünden şöyle dikkatlice bakınca biraz da budala gibi görünüyor doğrusu. Ne yapacağını bilemeyen, her gün kendi kendini inkâr eden, bir karar alan, yarın tam tersini savunan, bir bilgi veren, yarın aksini iddia eden, suçlayan, suçlarken suçluluğu ortaya çıkan, hakikat duygusunu yitirmiş budalanın korkusu karşısında nasıl bir cesaret mümkün olabilir?
Dağın tepesinden ateşler ve taşlar ve yalanlar ve riyakarlıklar ve sahtekarlıklar boca eden bu zapt edilmesi mümkün görünmeyen budala deve karşı nasıl bir varoluş, nasıl bir haysiyet mücadelesi vereceğiz? Ne türden bir cesaret bize direnme imkânı sağlayacak? Size şimdi başka bir Budala’dan söz etmek istiyorum. Bir roman kahramanı olarak Budala’dan... Dostoyevski’nin aynı adlı romanının kahramanı Prens Mişkin, 19. Yüzyılın ortalarında hiyerarşik düzenin bütün iki yüzlülüğünün karşısında saflığın simgesi olarak çıkar karşımıza. Tıpkı Dostoyevski gibi sara hastası olan ve ölümle sınanmış olan Mişkin insanların sıkıntılarıyla alçak gönüllü bir şekilde kendine paye biçmeden ilgilenir. Kişisel çıkar gütmez, ilkeleri değil de insan sevgisini esas alır. Kendi iç dünyasını seyreder, dünya ile arasında sembolik bir mesafe bırakır. Usulca, kötülüklerden sıyrılarak, saflığının başkaları tarafından budala olarak nitelendirilmesine aldırmadan yürür.
Romana başlamadan önce aldığı notlarda Dostoyevski Budala karakterini “kutsal çılgın” olarak tanımlıyor.
Kutsal çılgın (holy fool) kavramı aslında dinsel bir kavram. Aziz Paul’ün havari mektuplarında rastlanıyor ilkin. Azizlikle, dünyevilikten uzak olmakla, toplumun kıyısında kalmış olmakla tarif ediliyor. Philip Gorsky şöyle tanımlıyor kutsal çılgın kavramını: “Hesaplanmış ve kışkırtıcı bir etki hedefleyen, dünyanın geleneksel bilgisini baltalayarak çoğu zaman şok edici taktiklerle sıra dışı bilgeliğe işaret eden.”
Bu kavram çok başka bir coğrafyada, başka bir roman kahramanını tanımlarken de karşımıza çıkıyor. Jose Ortega Y Gasset, Don Kişot için kullanıyor. Toplumun genel geçer değer yargılarına aldırmadan kendi kendine verdiği bir görevin uğruna bir yolculuk kat eden, başkaları tarafından deli ya da budala olarak değerlendirilmek uğruna bildiği yolda inatla yürüme cesaretini gösteren bir karakter olarak.
Bugün bu deli çağda, iktidarını kaybetme korkusuyla budalalaşan muktedirin karşısında, bir tür kutsal çılgınlığa ihtiyacımız var.
Her çılgınlık aynı zamanda büyük bir değişimin işaretidir. Çünkü onda süregiden bir gerçekliği tersine çevirme, zamansal işleyişin olağanlığını kırma imkânı vardır. Platon’un Lakhes diyaloğunda Sokrates cesareti akıl ile metanet arasında bir yerde tanımlıyor ve doğrudan bilgiyle ilişkilendiriyor. Bugün bu türden bir cesaretin pek de imkânının kalmadığı bir düzen ya da daha doğru deyişle düzensizlik içinde yaşıyoruz. Bildiğimiz değerler sarsılıyor, ortaklaşacağımız hakikat alanı giderek daralıyor. Kavramlar ve göstergeler arasındaki farkın en fazla olduğu tarihsel dönemlerden birini yaşıyoruz. Pandemi ile birlikte neredeyse tek ifade alanımız olarak kalan sanal dünya gerçeklik duygusunu epeyce muğlak bir alana taşıyor. Sanal gerçekliğin aynasında gördüğümüz kendi hakikatimiz değil. Böylesine belirsiz, kaygan bir zeminden ayrılıp yeni bir ortaklık alanı üretmek için metanet ve akıldan daha fazlasına ihtiyacımız var.
Karanlık zamanlardan geçerken genellikle bu ihtiyacımızı umut kavramının etrafında şekillendiriyoruz. Gerçekten de umut o kadar “umut verici” mi? Bu kavramın bir geçirgenliği var. Bir kere fazlasıyla politik. Maksadı ne olursa olsun herkes umuttan söz ediyor ama neyi umut edeceğimiz konusunda bir uzlaşma sağlanmış gibi görünmüyor.
İkincisi, yine karanlık zamanlara mahsus olarak söylüyorum, devamlı ve muhtelif yönlerden gelen tehditler altındayız, çok cepheli bir savaşın içindeyiz... Çok cepheli derken ne kastediyorum? Can alıcı pek çok mevzu, yalnızca politik alanda değil, ama varoluşumuzun neredeyse her hali tehdit altında. Kadın olarak yaşam alanımız kısıtlanmaya çalışılıyor, hatta yaşamımızın kendisi kısıtlanıyor. Her gün yeni bir kadın cinayetine tanık oluyoruz, yalnız kadınlar değil elbette tüm LGBTQ bireyler de tehdit altında... Çevre duyarsızlıkları, ranta dayalı doğa katliamları, tarihi alanların korunamaması, dur durak bilmeyen yapılaşma... Aslında her türlü yaşam alanında bir tehdit görüyoruz ve bunlarla baş etmeye çalışıyoruz. Bir yerlerden muhakkak umut kırıcı bir şeyler oluyor. Ve bunlar, beklenmedik kaynaklardan, yalnız mücadele ettiğimiz iktidar cephesinden değil, birlikte olduğumuz ya da birlikte hareket ettiğimizi sandığımız yakın cenahtan da gelebiliyor. Ki belki de bu türden umut kırıcılığı iktidarın yarattığından daha acı verici oluyor, daha büyük bir hayal kırıklığına yol açıyor. Umudumuzu yitiriyoruz ve yeniden bir umut üretmek için kendimizi zorluyoruz. Bir noktada mücadele etmek için ihtiyaç duyduğumuz kavramın kendisi bir ağırlık haline geliyor. Umut bizi bir yere doğru götürmüyor da, biz umudu bir yük gibi sırtımızda taşımaya başlıyoruz. İşte tam bu noktada umuttan ziyade inada, ısrara ve cesarete ihtiyaç var.
Cesaret büyülü bir kavram. Geçmişin, geleceğin, şimdinin, yani zamanın hükmünü yitirdiği, dil ile hakikat arasındaki en kısa yol. Ruhun bedenden bir adım önde olduğu nadir varoluş hali. Size artık sizi dinleyecek bir otoritenin kalmadığını, zaten bunun bir öneminin de olmadığını, dolayısıyla otoritenin meşruiyetini tamamen yitirdiğini fısıldayan bir ses... Ruhun nefesi.
Bizi hareketsiz bırakan korkunun dağıldığı, yönümüzü şaşırtan kaosun sükunete erdiği, imkânsızın ihtimale dönüştüğü büyülü an.
Hayatımızın bilfiil kendisinin bir distopyaya dönüştüğü, ölümle sınandığımız, muhtemelen bir devrin son işaretlerini taşıyan bu karanlık dönemi aşmak için yeni bir başlangıca, dinsel anlamda değil ama etik/estetik anlamda kutsal bir çılgınlığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum... Yeni kavramlar, yeni akıllar, belki de yeni bir etiği tartışmaya başlayacak, dilin imkânlarını olabildiğince yeniden kuracak, kuvvetini umut ve arzudan değil, inat ve hakikatten alan, ölümle hesaplaşmış, saf ve vakur, tam da bu yüzden kutsal olan çılgınca bir cesarete...
Konuşmamı tamamlamadan önce kutsal çılgınlıkla ne kastettiğimi hissetmeniz için size küçük bir hikâye anlatmak istiyorum.
Alâmetler Kitabı’nın son öyküsü olan “Yükseliş”i beni çok etkileyen bir olaydan ilhamla yazdım. Bu olay Beyrut’ta gerçekleşti. Beyrut’ta geçen yıl, aptalca ama bir o kadar da vahşice bir ihmale dayanan korkunç patlama sırasında bir itfaiyeci hayatını kaybetti. Adı Seher Fares’di. Nişanlısı Seher Fares’i ölüm yolculuğuna bir düğünle uğurladı. Cenaze töreninde oğlan damatlık kıyafetlerini giymişti, bedeninden küçücük bir parça bile kalmamış olan Seher Fares’in boş tabutu bir gelinlikle sarılmıştı. Damat ve bu boş tabut, davul zurna eşliğinde, omuzlarda karşılıklı olarak dans ettiler. Herkes dans ediyordu ve aynı zamanda ağlıyordu.
Beyrut patlaması, bu coğrafyalarda gerçekleşen pek çok patlama gibi bir gün unutulup gidecek, ama o an, o fotoğraf akıllara çakılı kalacak, belki bir gün benim yaptığım gibi başka edebiyatçılar başka açılardan bu hikâyeyi anlatacak, büyütecek. Seher Fares’in çok güçlü bir hikâyesi var artık.
İşte kutsal çılgınlık derken Seher Fares’in nişanlısının bir cenaze törenini düğüne çevirme cesaretinden bahsediyorum. Böylece muktedirin kararttığı hayat alanını yırtarak bir çığlık gibi gökkubbede yankılanacak benzersiz bir hikâye yazma bilgeliğinden söz ediyorum. (GB/AS)