Birgün gazetesinden Hakan Tahmaz, AKP ve Fettullah Gülen cemaatini hedef aldığı ileri sürülen "İrticayla Mücadele Eylem Planı" başlıklı belgeyle ilgili gelişmeleri, bu konu etrafında süren tartışmaları ve bu tartışmalarda önemli yere sahip Taraf gazetesinin yayın politikasına ilişkin dillendirilen eleştirileri Bağımsız İletişim Ağı, bianet'in proje koordinatörü Ertuğrul Kürkçü ile konuştu. Bu arada SHP Genel Başkanı Hüseyin Ergün'ün, sola dair değerlendirmeleri de konuşuldu. Söyleşiyi kısaltılmamış haliyle aktarıyoruz.
-AKP ve Fettullah Gülen cemaatini hedef aldığı ileri sürülen "İrticayla Mücadele Eylem Planı" belgesiyle ilgili süren tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, aslında süregelen gerilimin, mücadelenin bugün aldığı yeni biçimlerden biri. Bu belge yayınladı veya ortaya çıktı diye bir çatışma ortaya çıkmış değil.
-Devam eden hangi mücadelede?
Egemenler arasındaki iktidar mücadelesi. Statüko otoriter/milliyetçi bir rejim ekseninde mi muhafazakâr/ liberal bir rejim ekseninde mi tesis edilecek? Sermaye sahipleri ve egemenler arasındaki ikilik bu soru çevresinde dönmeye devam ediyor. "İrticayla Mücadele Planı"yla başlayan tartışmayı bu gerilimin bir yansıması veya yeni bir aşaması olarak görebiliriz. Şöyle olmuyor: Taraf gazetesi, her hangi bir belgeyi yayınladığı için, Türkiye gerilim yaşamıyor. Gerilim var olduğu için ve çeşitli yönleriyle açığa çıktığı için taraflardan biri tartışmaya Taraf gazetesi üzerinden de katılıyor.
Ergenekon ile başlayan bu süreç, askerin sivil siyaset üzerindeki vesayetine ve toplumu biçimlendirilme çabalarına karşı bir mücadele mi?
Bu sürecin Ergenekon'un devamı olduğuna katılırım. Fakat Ergenekon'u, merkezi bir devlet örgütü olarak görmüyorum. Ergenekon, eksantrik bir örgüt. Merkezi devlet aygıtının dışına itilmiş ve atılmış ama karışıklıklar çıkararak devletteki eski konumunu tekrar elde etmek isteyen bir tür fesat örgütü bu. Artık devlet gücünü bütün kapasitesiyle kullanamadığı için sürekli, hata üzerine hata yapıyor. Silahlı kuvvetlerle de çatışarak ilerlemeye çalışıyor. Bence bu belge resmi olmayabilir ama hakikidir. Bunda Genelkurmayın onayı ve rızası olmadığı kanısındayım. Genelkurmayı bir müdahaleye ikna etmek için aşağıdan geliştirilen eylemlerin bir parçası bu. Sadece silahlı kuvvetlerle sınırlı değil, bürokrasi içersinde, medya içersinde, hatta AKP içersinde uzantıları var. Belgenin sahte olduğunu düşünmüyorum. Yani bana polis hazırlamış ve koymuş gibi gelmiyor.
-Sizi bu düşünceye iten nedir?
Daha önce hazırlanan "Lahika", "andıç" vb. adlarla anılan ve medyaya düşen çeşitli rapor ve belgelerle sürekliliği, benzerlikleri var, bir tutarlılık gösteriyor. Darbe günlükleriyle ve Eruygur'un şemalarıyla ve Kara Kuvvetlerinin hazırladığı söylenen "sosyete fişlemesi"yle zihniyet ve yapı uygunluğu var. Ama, kısa zamanda ve çalakalem hazırlanmış. Yok olmamak için direnen Ergenekon'u batağa sokan adımlardan biri.
-Genelkurmayın bilgi veya onayı dışında yapılan bu tür çalışmaları sürekli korumasını neye bağlıyorsunuz?
Bu tıpkı bir politik partinin kendi içindeki açmazları dışarıya yok gösterme, sorunları ve krizleri içeride halletmeye çalışmasına benzeyen bir şey. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışı. Genelkurmay bunun aynı zamanda kendisine karşı da bir komplo olduğu biliyor. Fakat bunu böyle söylediği an, tartışmalı, güçsüz duruma düşecek ve imajı çizilecek. Benim gördüğüm kadarıyla Genelkurmay, Ergenekon'un bir bölümünü tasfiye ediyor, bir bölümüyle uzlaşıyor, bir bölümünü tesirsiz hale getirmeye çalışarak, yangını kontrol altına almaya çalışıyor.
-Bugüne kadar Genelkurmayın bu tür olaylar karşısında almış olduğu pozisyon, caydırıcı değil, daha çok kollayan hatta son tahlilde özendirici oluyor.
Doğru. İş görme tarzları bu. Kendisini sivil denetime açmadıktan sonra, yargıyı tekleştirmedikten sonra bu yapı kendini hep üretecek. Genelkurmayda kararlı, istikrarlı bir tutum yok. Genelkurmay Şili ordusu gibi davranmak istiyor.
-Şili ordusu nasıl davrandı?
Şili ordusu, örneğin komşusu Arjantin'deki gibi darbe dönemin hesabını vermiyor. Darbe dönemin suçlularını koruyor. Cinayetler çok açık biçimde ortaya çıktıkça tek tek cezalandırma yoluna gidiliyor. Sivil yönetim, Bachelet yönetimi silahlı kuvvetlerle çatışarak değil anlaşarak tesis ediyor otoritesini. Unutmayalım Pinochet Şili'de bir mahkeme karşısına çıkmadan veda etti dünyaya. Oysa Arjantin'de diktatörlüğün tasfiyesi süreci daha köklü ve derin oldu, İtalya'da ise Gladio bambaşka bir yoldan tasfiye oldu. Türkiye'de de asker, benzetmek mümkünse gidişata "Şili usulü" uyum göstermeyi tercih ediyor. Askerler de küresel denklemin ve bunun içe yansımasının ne olduğunun farkında. Fakat kurumun tamamını yeniden düzenlemek istemiyor. Türkiye sermayesinin de durumu aynı.
-Nasıl bir benzerlik söz konusudur?
Sermaye de eski günahlarının hesabını vermeye yanaşmıyor. Sermaye 12 Eylül'ün, 12 Mart'ın ortağı değil miydi? TÜSİAD, TİSK onların sözcüleri bunların hesabını vermeden, yeni yönetişim, yeni çalışma düzeni, yeni sendikal düzen, yeni sol diye herkesin işine burnunu sokuyor. Askerler de bu açıdan tıpkı sermaye sahipleri gibi davranıyor.
-Askeri savcı, Ergenekon savcılarıyla, Başbakan, Genelkurmay Başkanıyla görüştü, meclisteki bütün partiler belge konusunda ortak tutum içindelermiş gibi görülüyor. Bu görüşmeler sonrasında Başbakan dâhil birçok kesimde bir miktar geriye çekilme göze çarpıyor. Yeni bir uzlaşma söz konusu mu?
Hükümetle, ordunun üst kademesi arasında bir uzlaşma aslında 2007 Mayıs'ından beri var. Yaşar Büyükanıt döneminde başladı. Bu günlerde içeriğin açıklanması yeni yeni istenen meşhur Dolmabahçe görüşmesinde uzlaşma sağlandı. Şüphesiz anlaşmaya, her iki tarafın her aşamada sadık kalması söz konusu değil. Herkes kendi çıkarına göre sağa sola çekebiliyor, eğip bükebiliyor, yan çizmeye yeltenebiliyor, ama artık çatışma değil uzlaşma var.
-Hükümet ile ordu arasındaki uzlaşma neye dayanıyor?
Bence şöyle: Herkes kendi asıl işini sürdürecek, ordu siyasetin işine, hükümete karışmayacak, hükümet de, ordunun Kürt meselesindeki, devlet-din işlerinin ayrı olması konusundaki hassasiyetine ve güvenlik konusundaki ihtiyaçlarına cevap verecek. Gene de bu "irticayla mücadele planı"nın hükümetçe ele alınışında bir tuhaflık var.
-Nedir tuhaflık?
Sözü edilen belge zaten Ergenekon savcılarının elindeydi, Ergenekon soruşturmasının kanıtları arasındaydı. Taraf gazetesi de bir biçimde belgeyi oradan ele geçirdi. Dolayısıyla, bu zaten re'sen soruşturma altındaki bir belgeydi. Belge Taraf'ta ortaya atıldı, kamuoyunda, medyada tartışıldı, konuşuldu sonunda AKP ve Genelkurmay kendi savcılıklarına gittiler. Belgede sözü edilen faaliyetlerin soruşturulması yargıdan istendi. Ama zaten soruşturuluyordu. Soruşturulması zorunluydu. Böylece başlandığı yere dönülürken AKP müdahil olma hakkını kullanmaya sevk edilmiş oldu. Ancak bu süreçte çok daha önemli başka şey meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
-Nedir bu?
AKP ile birlikte Fettullah Gülen cemaati de meşrulaştırılıyor. Bu tartışmayla, Gülen cemaatini de demokratik siyasal yaşamın bir parçası olarak görmeye çağrılmış olduk. Gülen kim? ABD'de yaşayan Türkiye'ye çeşitli sebeplerle gelemeyen, Türkiye İslamında geleneksel olarak mevcut olmayan bir tür ruhban sınıfı yaratma çabasında, dine dayalı bir cemaat ilişkisi sürdüren ve bu çerçevede bir hâkimiyet mücadelesi içinde yer alan bir eski vaiz. Bunu kimi zaman AKP içinden yapıyor, kimi zaman AKP ile çatışarak sürdürüyor. AKP ise yasalar çerçevesinde kurulmuş, oyunu kuralına göre oynayarak seçim kazanmış, hükümet olmuş bir siyasi parti. Bu partinin hakları pekâlâ bir kamusal tartışmanın konusu olabilir. Peki, toplum olarak Fettullah Gülen'e neden kefil olmamız gerekiyor? Doğrusu bu "plan" tartışmasından en karlı çıkan bu cemaat oldu: Fettullah Gülen cemaati AKP hükümetinin yanı sıra kendisinin de demokrasi icabı savunulması zorunlu "hakları"nın var olduğu kanaatini kontrol altında tuttuğu medya ve siyaset kanallarıyla topluma dayatmış oldu.
AKP ve Tayyip Erdoğan'ın bu belgenin imal edilmiş olmasından kuşkulanmasının bir nedeni de bence bu süreçte Gülen cemaatinin kendilerine eş koşulmuş olması. Sanki iktidarda AKP-Gülen koalisyonu varmış gibi oldu. O yüzden Genelkurmay da artık AKP'den değil, "cemaat"ten şikâyetçi. AKP ile asker arasındaki yakınlaşma bununla da ilgili olabilir. Elimde hiçbir kanıt olmadan bu belgenin emniyet içindeki Gülen cemaatine bağlı kişilerce tutuklanan avukatın bürosuna konulduğunu söyleyemem. Ancak belgenin soruşturma dosyasından çıkarılıp, böylesine açık bir tartışma sonucunda Gülen cemaatinin meşruiyet düzeyinin yükseltilmesi için bir kaldıraç olarak kullanılmasında cemaatin bağlantılarının bir rolü olmuş olabilir.
-Bu türden servis edilmiş belgeleri yayınlamak Taraf gazetesinin neredeyse kimliği haline geldi. Bu gazetecilik açısından tartışılıyor. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Gazetecilik tarihinde böyle tek, tek şeyler var. Örneğin Nixon'u bitiren ABD'deki Watergate olayı... Bu vakada ise sistematik ve sürekli bir biçimde başka hiç kimsenin ulaşamayacağı ve onlara ulaştırılmayan hacimde ve miktarda dosya ve belge akışından söz ediyoruz. Bu apayrı ve yepyeni bir şey, dünyada da böyle bir örnek bilmiyorum, duymadım. Bence buna gazetecilik diyemeyiz. Bu dosyaları Taraf gazetesinin elinden çektiğimiz zaman geriye ne kalır? Bu dosyalar olmadan önce ne vardı? Yazar havuzuyla, haber yelpazesiyle sekiz, on bin satan bir gazete vardı, bu belgelerle birlikte tirajı arttı. Git gide Taraf gazetesi belgelere, belgeler de Taraf gazetesine bağımlı hale geldi. Gazetecinin belgeye gitmediği, belgenin biteviye gazeteciye gittiği bir süreç olağan bir gazetecilik faaliyeti değil. Ama doğrusu bu belgeler kimin önüne gelse yayınlamak ister.
-Siz de yayınlar mıydınız?
Yayınlarız. Fakat şöyle yayınlarız. Bunları doğrulatmak için çaba gösteririz. Olduğu gibi yayınlamayız. Belgeyi yayınlayan gazetenin başındaki kişi yayından sonra "bu belge sahte de olabilir" diye mütalaada bulunamaz. Bunu yayınlamadan önce araştırması gerekir. Kaynağına son derece bağımlı hale gelen, kaynağını reddetme gücü kendisinde neredeyse kalmamış bir yayıncılıktan söz ediyoruz.
-Taraf gazetesinin yayınladığı belgelerin çoğu doğru çıktı. Mesela Aktütün baskın raporu gibi. Doğrulandığında yayınlanmalı mıdır?
Aslında gizli diye bir şey olmamalı. Biz kamu adına yürütülen her şeyi saydamca izleyebilmeliyiz. Onun için elbette bizi yönetenlerin yaptığı her şeyi ortaya koyup didikleyebilmemiz gerekir. Ama ben hiçbir çaba göstermeden bu "gizli" belgelerin gelip, gelip hep beni bulmasında bir tuhaflık ararım tabii. (HT/EK)
İKİNCİ BÖLÜM:
SOSYALİSTLER VE DARBELER: Piyasa Solculuğuna Karşıtlık Devletçiliği Gerektirmez