Ancak plajların açılmasından sonra bu bölgede spor aktiviteleri yapanların yerini, ortalık yerde soyunup giyinenler, sereserpe güneşlenenler, hatta mangalla piknik yapanlar almaya başladı. Özellikle Bağdat Caddesi, Caddebostan ve Fenerbahçe civarında oturan vatandaşlar, bu manzarayı görmemek için plajın bulunduğu bölgeye uğramaz oldular' diye başlıyordu geçtiğimiz çarşamba günü Sabah gazetesinin haberi.
Daha sonra 'ismini açıklamayan' bir Caddebostanlının yakınmaları ve ismini açıklama konusunda sıkıntısı olmayan yine Caddebostanlı (elli senesini burada geçirdiği de belirtilerek) yüksek mimar Erkan Sözen'in uzmanlığını da hissettiren görüşleri aktarılıyordu. Sözen, bütün eğitimli Türk vatandaşları gibi sözlerine cebinden dünyayı çıkararak başlıyor: "Dünyanın bütün plajlarını görme fırsatım oldu. Hiçbir yerde bu görüntülere rastlayamazsınız. İnsanlar belli bedeller ödeyerek yaşıyorlar. Buranın bir tarzı var. Bu plaj ise buranın tarzına uygun bir plaj değil. Nasıl ki Taksim Meydanı'na gecekondu yapamazsanız, bu bölgeye de böyle bir plaj oluşturamazsınız" diyesi. Haber burada sona eriyor. Öğreneceğimizi öğrendik. Türk basınının hemen hemen bütün zaaflarını içinde toplayan örnek bir haber.
Gazetecilik taslayacak değilim. Gazeteci değilim. Ama bu haberde beni rahatsız edenlerin üstünden birlikte geçebiliriz. 'Büyük ilgi gösteren halk', plajın amacına ulaştığını gösteriyor diye bir oh çekmek üzereyken 'yıllardır burada oturanların dertli mi dertli' olduğunu öğrenerek söz konusu halkın uzaklardan geldiğini, yani dışarlıklı olduğunu anlıyoruz. Daha sonra, bu bölgede yaşayanlardan vatandaş diye söz edilmesiyle konunun halk ve vatandaşlar arasında cereyan eden bir anlaşmazlık olduğuna vâkıf oluyoruz. Burada hitap edilen, biz, yani vatandaşlardan olduğu kabul edilmiş gazete okuru. Dolayısıyla konunun diğer muhatabı olan halktan da bir kişinin olsun burası hakkında düşündüklerinin yansıtılmaması çok doğal. Biz, onlardan yakınan türdeşlerimizin başına gelenlerden haberdar ediliyoruz.
Bizden beklenen, vahvahlanmamız. Elbisesiyle denize giren, şambrelli türden birkaç kişinin buraya nasıl, nereden, hangi koşullardan, nasıl hayatlardan geldiğine dair bir bilgi yerine sayın mahalleli vatandaş mimarın yakın zamanlarda bizim de dünyada pek sık işitir olduğumuz 'hayat tarzı' dersine yer vermek elbette keskin bir ideolojinin yansıması. İnsanların belli bedeller ödeyerek yaşadığı saptamasında o söz konusu edilen 'bedel'in para anlamıyla kısıtlı olduğunu fark etmişsinizdir. Beyefendi, ücret demek istiyor. Yoksa orada denizle tanışan halkın hayatta kalmak için ödediği bedeller, biraz düşünse, mimar beyi uykusuz bırakır.
Medya, 'biz'i saptayıp tescil etme konusunda elbette en militan aygıt. Kara donlu halk, elbette gazetelerin okur profilinin dışında kalıyor. Onları en gülünç halleriyle göstermek, onlardan çaresizlik içinde yakınmak mubah. Bu arada onlarla aramıza gerili perdenin günden güne yükseltildiğinin de farkındayız. Dünya sertleştikçe, ırkçılık, elemecilik, dediğim dedikçilik yükselmeye geçtikçe, 'biz'im de güvenli tarafta, uygar beyaz dünyanın merkezinde değilse de çalışkan kenarında kendimize yer tutmamız gerekiyor. 'Biz'im de bizi Avrupalı bizden uzak tutan safraları bağrımızdan söküp atmamız gerekiyor. Onlar hırsız, onlar pis kokuyor, onlar kaçak gecekonducu, onlar intihar bombacısı, onlar sabıkalı, onlar okumamış, onlar yememiş, onlar aç.
Irkçı yazar
'Bu gazetenin de neresi radikal?' diye şaşıra şaşıra bu gazeteden vazgeçmeyen sebatlı ve umudu kavi okur, yine aynı çarşamba günü belki de sorusuna cevap bulmuştur. Bir yazarımız, her zamanki üslubunun epeyi pohpohlanıp şişirilmiş haliyle olağanüstü bir radikallikle esip savuruyordu. O da yazısına cebine dünyayı cebinden çıkararak başlıyordu elbet. "Dünyayı harmanlayan her Türk, sanırım İstanbul Atatürk Havalimanı'yla gurur duyar"dı ilk cümlesi. Havalimanı "Türkiye'nin 'Arap olmayan' yüzünü ağartıyor"muş. Fransız arkadaşı bile belirtmiş. Ve fakat "Havalimanı'ndan Türkiye'ye giriş yapan insan"ın karşılaştığı tüyler ürpertici manzaralar keyif ve gururdan eser bırakmıyormuş. Yazara keşke yamyam olsalar bile dedirten düşüklükte insanlar durmadan mangal "yelliyor". "Geviş getirerek yatan" "kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında" balık pişiren tek aileye rastlayamazmışsınız.
Yazarın en olağünüstü cümlesi burada patlak veriyor: "Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı!"
Yazarın Kemalizm varaklı çerçevesi içinde sergilediği ırkçılıkla tanışlığımız var. Ama bu kadar cüretkâr bir dille hissiyatını ortaya döküvermesinin altında aramamız gereken, kanımca dünyanın şu halinin kendini haklı çıkardığını hissetmenin verdiği özgüven olsa gerek. Tam zamanıdır. Vurun abalıya.
Yaşadığı ülkede bu rahatlıkla Le Pen'in risalelerinde bile kullanılmasına izin verilmeyecek fütursuzlukta yazabilen, ince, uzun bacaklı, kısa kollu ve kılsız olduğunu anladığımız balıksever yazar, Sabah'ın haberindeki açıklardan birini dolduruyor. Adres veriyor: "Ümraniye plaja indi". "Tesettür anaları" ile "irili ufaklı danaları" oradan geliyorlarmış meğer.
Yazar, hunharca karikatürleştirdiği aç sınıf karşısında kendisinden de bir karikatür çıkarıyor. Eski Türk filmlerinin kötü kalpli Lale Belkıs'ı olarak, neredeyse gülünç kibrinin, küstahlığının, sonunda başından bir kova su dökülerek ya da en beklemediği anda delikanlı şamarı yiyerek cezası verileceğini bildiğimizden gönül rahatlığıyla izlediğimiz bir masal cadısını canlandırıyor. Sami Hazinses, Necdet Tosun, Suna Pekuysal gibi erken devşirilmiş, iyiliğin doğal müttefiki olan kölelerin gözleri önünde köşke yeni gelmiş uzak akraba kıza, taşralıya işkence ediyor. Edepsizliği öylesine gemlenemez ki, mangaldan yakınırken kendi dili kuyruk yağı kokuyor.
Türk ırkının Kemalist yorumlu ıslahı projesinin öncülerinden olmaya niyetli görünen yazarı okuruna emanet ediyorum.
Şükür, derdimiz onunla değil, temsil ettiğiyle.
İnsanları kolları bacakları, donları paçaları, renkleri ciltleriyle işaret ederek onları aşağılık, iğrenç, baş belası ilan etmenin meşru bir dile dönüşmesine karşı uyanık olmalıyız. Bu konuda umursamaz olan herkesin sonunda Arap olma ihtimalini bir an olsun unutmamalı.
Estetik duyguları harap olan bay ve bayanlara gelince. Yürüyüş parkurlarını, açıkta aerobik derslerini de nasılsa filmlerde görmüştük. Yanıbaşınızda zulüm görmüş bir aç ordusuyla yaşarken tokluğunuzun keyfini sınırsız çıkarabilme umudundan bir an önce vazgeçin. Tarih, hayat, adalet buna izin vermez. (YT)