bianet Ege Üniversitesi'nden Prof. Dr. Melek Göregenli'yle Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan gözaltıların ardından yaratılan "Bizi de alırlar mı?, sıra bize de gelir mi?" endişesini ve medyanın nasıl bir tavır takınması gerektiğini konuştu.
Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan gözaltıların ardından yaratılan "Sıra bana da gelecek mi? Beni de gözaltına alırlar mı?" endişesini nedir?
Bu endişeyi kimlerin yaşadığını bilemiyorum, kimlerin yaşamadığını tahmin etmek daha kolay belki. Sanırım AKP’nin her şartta yanında olmak, hiç suya sabuna dokunmadan yaşayan milyonlardan olmak, bir de açıkça “taraf olmamak” hatta “bırakalım birbirlerini yesinler” pozisyonu endişeyi giderecek en garanti pozisyonlardır; önce kimin yeneceğine bakılır sonra yeni bir pozisyon alınır.
Geçmişte, bugün ve gelecekte iktidarın farklı kanatlarının saldırılarına karşı hiçbir garanti vaad etmeyen tek pozisyon ise, politik olarak nerden beslenirse beslensin, askeri olana ve militarizmin gücüne ve araçlarına koşulsuz karşı durma halidir ki bu türün nesli memleketimizde giderek tükenmekte, darbelerin doğrudan hedefi olmuş insanlar bile şu ya da bu argümanla darbe girişimlerinin açıkça ve koşulsuz karşısında olmaktan uzaklaşmaktadırlar.
Bu “endişe illüzyonu” nun inşa edilmesinin, endişeye kapılma ihtimali olanların niceliği ve kimler olduğundan çok ideolojik doğası ilginç bence. Yaygın medyada başlıca iki kutup egemen. Birincisi, laikçi cephe olanın, sanki sokaktaki herkesin Ergenekon Soruşturması kapsamında gözaltına alınabileceğine ilişkin bir kanı yaratmayı amaçlayan ideolojik propagandaya dayanan söylemler üretenlerin ne tür bir toplum mühendisliği peşinde olduklarına ilişkin tahminlerimiz olabilir.
Öncelikle, bu soruşturmanın Türkiye’de gerçekliğini yine medya yoluyla öğrendiğimiz darbe girişimlerinin ortaya çıkarılması ve sorumluların yargılanması amacıyla değil, AKP muhaliflerinin cezalandırılması ve sindirilmesi amacıyla yapıldığı kanaati yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
Özellikle görsel medyada izlediğim bu düşüncede olanların Nazi Almanyası ya da diğer diktatörlüklerden örnekler vererek, AKP’nin bir tür faşist iktidara dönüştüğü ve “sırasıyla hepimizi” hedef alacağı yönünde artık gelenekselleşen bir “korkun ve yanımıza gelin, tek tek durursak hepimizi yiyecekler” siyaseti izlediklerini düşünmek mümkün.
Bu iddiaların gerçek dışılığı bir yana, izlenen bu siyasetin amacı nedir, neye yarar? Öncelikle, bu soruşturmanın, arka planı ne olursa olsun, darbe girişimlerinin ve dolayısıyla gerçekleşmiş bunca darbenin tartışılabilir olmasına yol açma ihtimalini içinde barındırdığının üzerini örter; sivil siyasetin askeri tahakküm altında olmasıyla hesaplaşılmasının, bu memleketin geçmişi ve geleceği açısından önemini azaltır, dolayısıyla olası müdahale ihtimallerini meşrulaştırır. Bu tür bir siyasi pozisyonun, geçmişteki ve gelecekteki, gerçekleşmiş ya da hayal edilmiş darbelerle, kısaca militarizmle, para-militer örgütlenmelerle, faşizmle –doğrudan bağları ya da suç ortaklıkları yoksa bile- cidden dertleri olanları ikna edebileceğini sanmıyorum.
AKP hayatımıza girmeden önce de bu konuları dert edinmişlikleri, attıkları ciddi bir adım yoktur. Bu “sıra sana da gelecek” illüzyonu, Ergenekon Soruşturması’nın hedef kitlesi ne kadar büyütülebilir ve ne kadar çeşitlendirilebilirse, soruşturmanın darbelerle ilişkili hedefinden uzaklaştırılması bakımından o kadar etkili olacaktır.
Bu soruşturmayı yürüten zihniyetin de bu anlayışın yaratılmasında ve böylece hedefi ve amacı konusunda samimiyetinin sorgulanır hale gelmesinde –kuşkusuz başka faktörlerin yanında- büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu söylemin dayandığı ikinci umut ya da beklenti de AKP’ye karşı başta CHP olmak üzere çeşitli kesimlerin oylarını arttıracağı düşüncesidir. Yoksa herkes bilmektedir ki, Ergenekon Soruşturması bırakın “herkes” i, AKP’ye oy vermeyen herkesi hedef almaz, almaya gerek duymaz.
Bu ülkede iktidarların hangi kanadı olursa olsun, genel olarak faşizmin yöntemlerini kullanması (gerek hukukun siyasetin ihtiyaçları doğrultusunda yorumlanması ve uygulanması, insan haklarının genel olarak ihlali, gerekse otoriterlik, tektipçi yurttaşlık anlayışı, içimizdeki ve dışımızdaki düşmanlar tanımlamasının siyasetin temel argümanı olması vb. bakımından) zaman zaman yönetimin doğrudan faşizm haline dönüşmesi, AKP devrine mal edilemeyecek kadar gelenekseldir.
Ergenekon Soruşturmasıyla ilgili gözaltına alınmalar sırasında uygulanan yöntemlere –ki memleket ortalamasının çok üstünde adeta İsveç standartlarındadır- insan hakları bakımından itiraz edenlerin kendilerine içtenlikle sormaları gereken bazı sorular vardır: Bu ülkede sürüp gitmekte olan bin bir çeşit insan hakkı ihlaline, işkenceye karşı ne yaptım? Benim insan’dan anladığım nedir? Kimlerin evine gece baskın yapılınca insan hakkı ihlal edilmiş oluyor? İnsan hakkı kavramının “ünlü-tanınmış” “asker” “genç-yaşlı” gibi değişkenlerle ilişkisi nedir?
Medyada yaygın olarak görünür olan ve AKP yanlılığıyla beslenen ikinci pozisyon ise, Ergenekon Soruşturması’nın, darbe girişimleriyle ve genel olarak askeri vesayet rejimiyle bir hesaplaşma olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Bu anlayışta olanların bu partiye kendinden ve icraatlarından menkul bir demokratlık atfederek AKP yanlısı olmaları meşru bir siyasi tercihtir, herkesin hayali kendine.
Ama başta “Şemdinli’de ne oldu?” “Askeri bir örgütlenmenin demokrat olması ve demokrasinin taşıyıcısı olması mümkün müdür?” gibi sorular olmak üzere pek çok başka soruya cevap aramaları gerekmektedir. AKP’nin ve DTP’nin kapatılması da dahil olmak üzere bütün bu olup bitenlerin hukuk ve demokrasiyle ilişkisinin tartışılabilmesi de bence bu ülkede hukuğa dayalı demokratik bir düzen olduğuna inananların işi, beni aşar.
Medyanın tavrı ne olmalı?
Genel ve siyaseten nötr bir medyadan söz edemeyeceğimiz için genel bir “gereken ya da doğru tavır”dan da söz edemeyiz bence.
Farklı medya grupları, farklı düşüncede olan insanlar, siyasi gruplar, kendi dünya görüşleri doğrultusunda tavır alıyorlar.
Olması gereken -bana göre- kuşkusuz bir emekli general, ünlü bir gazeteci ve bir köylü, bir öğrenci, bir tersane işçisi için aynı insan haklarının aynı samimiyetle ve aynı tutarlılıkla talep edilmesidir. Sabaha karşı evine eli silahlı adamlar geldiğinde ya da ne için suçlandığını bilmediğinde “toplumda tanınmış kişiler” olmanın insanların canının daha çok yanmasına yol açtığına dair bir bilimsel ya da vicdani kanıt yok çünkü.
Ayrıca mesela işkencede ölenlere ya da artık eskisi gibi yaşayamayacak kadar yaralananlara “susma hakkı” tanındığını da sanmıyorum. Bu ikiyüzlülük, medya tarafından görülen ve medyanın kör olduğu farklı türde ve sınıftan suçlu, suçsuz vatandaşlar olduğuna dair genel kanaati besliyor; sıradan insanların haklarının ihlal edilmesini meşrulaştırmakla, normalleştirmekle kalmıyor, medyanın zaten olmayan inandırıcılığını daha da azaltıyor.
Oysa bizim göremediğimiz gerçekleri göstermesi, sırları kısmen de olsa açığa çıkarması ve doğru sorular sorması için medyaya ihtiyacımız var. Ayrıca medyanın bu ve benzeri olaylarda, olan biteni ele alış tarzı, şu ya da bu nedenle siyaseten kahraman olmayan hepimizi, herkesi, siyasi iradeleri konusunda daha da umutsuz kılıyor.
Birileri birilerine, güç sürekli el değiştirerek ya da bölüşülerek bir şeyler yapıyor. Olan biten, siyaseten dahil olunamaz hale geldikçe, muhafazakarlık, otoriterlik, politik iradenin güçlü görünene devredilmesi eğilimi artıyor.
Tarafsızlık, verili kutuplaşmaların dışında hakiki bir taraf olma hali, bir siyasi pozisyon yaratılamadıkça, mit olmaktan öteye gidemiyor. Gerçekten bu sürecin askeri müdahaleleri ve girişimlerini, ihtimallerini ortadan kaldırmasa da, zayıflatabilecek en azından zihniyet arka planı oluşturmada nasıl bir katkısı olabilir?
Geniş bir demokratik cephede –herkesin kendi politik pozisyonlarını koruyarak- sorulması gereken soru belki de bu olmalıdır. Benim kişisel politik kanaatim, bu ülkede darbelerle ve darbe girişimleriyle yapılacak esaslı, gerçek bir hesaplaşmanın, sivil-siyasi güçlerin asıl aktörleri olacağı bir politik süreçle mümkün olduğu yönündedir.
Eli silahlı bir grup, eli silahlı bir başka gruba hesap soruyorsa, bu hesaplaşmanın sonunda kazanan kim olursa olsun, iktidar silahlılarda olacaktır. En azından bu açıdan gerçek bir demokratikleşme, iktidarın askeri-bürokratik doğasına karşı, sivil siyasetin gücüyle yapılabilir.
Ama bu düşünce, verili durumda bu soruşturmanın, ayrıntılarını ve asıl dinamiklerine ilişkin gerçekleri bil-eme-sek de, Türkiye’de ordunun ve darbe yanlısı siyaset anlayışlarının sorgulanması, en azından gayrı meşru olduklarının tartışılabilir hale gelmesi bakımından çok hayırlı olduğunu görmemize engel olmamalı.
Burada önemli olan, toplumun genel olarak muhafazakarlaşmasının, sınıfsal eşitsizlik ve adaletsizlikler konusunda sahip olduğu yanlış bilinçten kurtulamamasının en önemli nedenlerinden biri olan, kendi siyasal iradesinin sürekli olarak ipotek altında olduğuna ilişkin kanaatinin sarsılmasına, belki de değişmesine bu sürecin ne kadar hizmet edebileceği ve bu sürecin bu yönde etkili olabilmesi için nasıl bir siyaset izlenebileceği üzerinde düşünmek ve bu yönde siyasetler üretmektir.
Darbelerle yüzleşememiş, acılarının hesabını sormamanın getirdiği suç ortaklığını atlatamamış bir toplumun, hayatın başka eşitsizlikleri ve adaletsizliklerine karşı mücadele edebilecek ve başka bir dünya tahayyülü kurabilecek “kendine inanma” noktasına gelmesi mümkün değildir.
Bu anlamda bence “tarafsız” olmak da, tarafsızlığı, tarafların inandırıcı olmamasıyla ya da on yıllardır bir “taraf” olmayı becerememiş olmak yüzünden bitaraflığı meşrulaştırabilmek de, inandırıcı olmadığı gibi bütünüyle siyaset dışıdır. Siyaseten nerede durulacağını, neyin tarafında ya da karşısında durulacağını belirleyen, orada kimlerin durduğundan çok neden orada olunduğuyla ilgili değil midir? (EZÖ)