Yazar, Psikanalist Nilüfer Güngörmüş’ü edebiyat ve psikanalizin kesiştiği noktalardaki kitapları ve çok yönlü çalışmalarıyla tanıyoruz.
Bu eserleri dışında “Büyük A” isimli bir öykü kitabı da olan Güngörmüş ile yazdığı tek öykü kitabı hakkında konuştuk.
Kitaptaki öyküler bizleri, yaşam ve ölümün sınırlarında farklı kadınlık deneyimlerine, korku ile karanlıkta var olmaya, gidilen yollara, atomların sırrına, dönemeçlere, patikalara, Isadora Duncan’ın dansına, Sevim Burak’ın terziliğine, oyun oynamaya şahit kılıyor... Bitmiyor... Kendisinin deyimiyle “Buyurun, harflerle siz buradan devam edin!” diyor.
Öykü kitabınızın da ismi olan “Büyük A” dan başlayabilir miyiz? Aynı zamanda kitabın ilk öyküsü, ancak içerde (diğer öykü isimleri gibi) başlık “büyük a” olarak yazılmış. Önce, ‘burada bir kelime oyunu mu var, yoksa Lacan’a atıf mı?’ diye düşündüm, sonra ‘A’nın keşfedilmiş olana bir hayret, şaşırma olabileceğini de… Öykü boyunca içinizdeki “karanlığa” bakıyor, ona farklı anlamlar veriyorsunuz. “Büyük A” ile karanlık arasında kurduğunuz ilişkiyi biraz açabilir miyiz?
Kelime oyunu yapmayı düşünmemiştim, ama neden olmasın? Olabilirdi de… Büyük A başlığıyla ilgili söylediklerinizin hepsi geçerli olsa gerek! Veya başkaları için farklı yepyeni çağrışımları olabilir. Öyle olmasını isterim. Bu yüzden benim için taşıdığı ya da taşımadığı anlamları söylemek sınırlayıcı olur mu diye tereddüt ediyorum.
Dile getirdiğim bu çekinceyle kapıyı açık bırakabildiğimi umarak şu kadarını söyleyebilirim. Başlık, hikâyeyi yazarken bir yerde alfabenin harflerini çıkartıp etrafa fırlatma fikri doğunca ortaya çıktı. Duygusunu ise birinci sınıfta okumayı sökme anının duygusu olarak tanımlayabilirim. Harflerin birden birbirlerine bağlanan anlamlı şekillere bürünmesi ve birden karalığın içinden seslendirilebilen bir metnin çıkması. Bu yüzden bu başlığın bütün kitabın başlığı olabileceğini düşündüm. “Buyrun harflerle buradan siz devam edin”, demek gibi.
Lacan’ın büyük a’sıyla benzerlik ise ilginç gerçekten. Aslında bu hikâyeyi yazdığım sırada Lacan’ın büyük a’sına dair hiçbir fikrim yoktu. Hiç duymamıştım bile diyesim geliyor ama muhtemelen duymuşumdur, okuyan biriyim çünkü, bir yerlerde gözüme çarpmıştır. Ama en azından o sırada zihnimde farkında olabileceğim yerlerde duran bir bilgi değildi.
Yani hiç aklımda yoktu! Fakat sonradan bu kavramı gerçek anlamda tanıdığımda bazı anlam yakınlıkları beni şaşırttı. Şimdi bir psikanalist olarak, “hiç aklımda yoktu” diye bir şey olamaz derim. Kimliklerimizi öznel deneyimlerin yanı sıra en geniş anlamıyla kültür şekillendiriyor. Ve yeryüzündeki bütün bilgiler yeryüzünün bütün suları gibi birbirine bağlanıyor.
“Atomların Sırrı” öykünüzde dansçı Isadora Duncan’ın, uzaktan gelen, cızırtılı bir ses eşliğinde ormandaki dansı var:
“Karanlık ormanda kaybolmuş bir insanın korkudan eser tanımayan şarkısı. Yalnızca, çok uzun ooooooo-oooo’larıyla bir çeşit yakınmaya benziyor. Kıvırılıp bükülen bedeniyle, gökyüzüne yükselen, arkasına saklanan, birdenbire ortaya çıkıveren, açılan kapanan elleriyle Isadora Duncan şarkıya eşlik ediyor.”
Öykü, Duncan’ın dansıyla birlikte korku-korkusuzluk, varlık-yokluk, maddenin katı-sıvı-gaz halleri arasında adeta atomlar gibi dans ediyor, dönüşüyor ve doğmakta olan bir bebeğin aldığı ilk nefesteki ölümüne ağlayışın bilinmezliğiyle, kapanmayacak bir boşluğun sorusuna dönüşüyor. Sizde sanatçıyı ve onun dansını çeken neler var?
Isadora Duncan’ın savrulur gibi bir dans edişi var. İnsanın dayanıksızlığının ve ölümlülüğünün timsali gibi. Bu anlatıya kaynak oluşturan sahneyi bir fotoğrafta görmüştüm.
İnsanın doğumdan ölüme bir saman alevi gibi savrulup sönüşünün fotoğrafı gibi gelmişti bana. Kendimizdeki bütün bu dayanıksızlığı ve sonluluğumuzu bildiğimiz halde nasıl yaşamaya devam edebiliyoruz?
O gücü ve korkusuzluğu nereden buluyoruz? Ben o gücü sanattan veya ruhsallığımızdaki temel duygulardan biri olan estetik duygusundan aldığımızı düşünüyorum.
Bu anlatının, Isadora Duncan’ın yaşam öyküsüyle benim için en önemli diyebileceğim iki buluşma noktası, bir Isadora’nın trajik kayıpları ve ölümü, iki onun o gördüğüm fotoğrafta bunlardan habersiz dans ediyor oluşu. Trajik ölümünü biliyorsunuzdur mutlaka: Üstü açık bir arabada giderken boynundaki şal arabanın tekerleklerine dolanıyor, boğularak ve boynu kırılarak ölüyor.
Bundan önce ise daha büyük bir trajedi var: İki çocuğu, Seine Nehrine yuvarlanan bir arabada boğularak ölüyor. Annenin ölümünü bir tür bilinçsizce gerçekleştirilmiş intihar gibi düşünebiliriz. Hayatın bize neler getireceğini bilmiyoruz, titrek bacaklarla, kahramanca ilerlemeye çalışıyoruz.
Öykülerinizi Fransız feminizminin etkili isimlerinden Hélène Cixous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva gibi düşünürlerin çalışmaları içinde yer alan “dişil yazın” kavramı ve feminist bir edebiyat bakışıyla okudum. Patriarkal dil ve anlatı yapılarını sorgulayarak, bunların dışına çıkmayı amaçlayan bu metinlerde dil ve anlatı biçimleri, kadınların yaşam deneyimlerini daha doğru bir şekilde yansıtmak için “yeniden” şekillendiriliyor. Öyküleriniz bana kadınlık deneyimleri, sembolleştirmeler ve dilin farklı kullanımları ile birlikte, her şeye rağmen içinde kendimizi ait hissettiğimiz bir mekan/kundak gibi geldi. Her bir öykünün içeriği kadar, birbiriyle konuşmasını, sıralanışını da bir süreç gibi yorumladım.
Bu düşünceleriniz beni onurlandırıyor. Kadınlık meseleleri hiçbir zaman bu yazarların savunduğu şekilde bir çıkış noktası olmadı benim için.
Ama ben bir kadınım ve meselelerimin bu düşünce ve kaygılarla örtüşmesi, sesimin bir kadın gibi çıkması ve dişil’e bir ses olabilmesi hem olağan geliyor hem de beni mutlu eder. Daha çok benim için karanlık olan, dile gelmeyen alanları keşfetmeye çalışıyorum. Öykülerin bir süreç gibi sıralanışından bahsetmişsiniz. Karanlıktaki harflerden Akasyakasya’ya giden yol gerçekten benim için bir süreçti. Yorumunuz bana o yolu benimle birlikte yürüdüğünüzü düşündürdü. Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.
Senaryolarınız, çevirileriniz dışında Sevim Burak’ın yarım kalan eseri üzerinde çalışarak Ford Mach 1 romanını yayına hazırladınız, ayrıca A’dan Z’ye Sevim Burak kitabınız var ve Sevim Burak biyografisini hazırlıyorsunuz. Sevim Burak’ın ve edebiyatının sizdeki yerini nasıl tanımlıyorsunuz? (Kitaptaki öykülerde de terzi Sevim karakteri var) Sevim Burak’ın yazma pratiğine de atıfla mesleğiniz, yaşamınız ile öyküleriniz arasındaki bağları dokuyan “ipler/kelimeler” neler?
Sevim Burak’a gönülden bağlılık hissediyorum. Onun yazıdaki oyunculuğunu ve mizahını çok seviyorum. Onun oyunculuğundan ders almaya çalıştım. Kelimeyi kelimeye yakıştırmayı onun gibi becerebilmeyi isterim.
Bence bu şiir demek ya da düz yazıda şiirsellik demek. Mesleğim, yaşamım ve öyküler arasındaki bağları oluşturan kelimeler diye düşününce… metinlerin kendisidir, metinleri oluşturan kelimelerin tamamıdır o bağlar diyebilirim. Ama yeni bir bağlamda bağlanan, benim yaşamım olmayan yeni bir öyküyle dile gelmiş bağlar.
Öykülerdeki karakterler dışında dile gelen mendiller, yalnızlığa karşı örülebilen ipek şallar, mektup yazan saçlar, dizler, bilekler, sertleşmemiş damarlar, taşlaşmamış böbrekler, sarkmamış rahim, gibi birçok nesne ve uzuv da konuşuyor, yaşıyor... Öykülerinizdeki kadın karakterlerin psikolojisinde öne çıkan kavramların, sembollerin, nesnelerin toplumsal cinsiyet ile ilişkisi nasıl şekilleniyor?
Bunların bir kısmı kadına eşlik eden nesneler, diğerleri de kadının vücudunun parçaları. Bende bir sürü çağrışımları ve anlamları var. Küçük kızın gözünden kadın dünyasının gizemli nesneleri, annenin güzel bedeni, annenin dünyaya bebekler getirmesi, küçük kızların anneye benzeme arzusu, küçük kızların kadınlarla erkekler arasındaki farkı anlamak için aralarında yaptıkları komik konuşmalar, bir kadına dönüşme özlemleri ve korkuları…
Toplumsal cinsiyet sözü kulağıma ciddi ve savaşçı, sanki biraz da steril geliyor. Benim için daha çok kadınlığın meraklandırıcı, renkli, doğurgan dünyasını, onun hem büyüleyici hem de korkutucu oluşunu temsil ediyor.
“Bu öyküler yazıldığı sırada hâlâ normalin sınırları içinde düşünülebilecek bir hayat yaşıyorduk"
Öykülerinizde “travma” kavramını ele alıyor musunuz? Ya da nasıl ele alıyorsunuz? Travmanın dil ve anlatı üzerindeki tahrip edici, “anlatılamaz” olarak ifade edilen etkilerini aşmak, anlatıda nasıl mümkün olabilir?
Ölümlü olduğumuza dair kavrayışımızın ister istemez travma etkisi yaratan bir yanı var. Bu anlamda öyküler travmayla ilişkilendirilebilir. Ama dil ve anlatıyı tahrip eden travmatik etki daha farklı kaynaklardan çıkıyor.
Bu öyküler yazıldığı sırada hâlâ normalin sınırları içinde düşünülebilecek bir hayat yaşıyorduk. Bugün bir varlık sorunu olarak ölümlü oluşumuzun değil, her an gerçekten ölebilecek oluşumuzun yarattığı yıkıcı etkiyle başa çıkmaya çalışıyoruz. Bence söz ve her türlü sanatsal ifade, tanımı gereği bu yıkıcı etkiyi aşmak üzere ortaya çıkıyor zaten.
“Güzel ile Çirkin” öykünüzdeki oyunu biraz açar mısınız? Oyun, düşlem ve yaratıcılık kişisel tarihle nasıl buluşabilir?
Çocukken çok oynadığımız bir oyundu. Bu öyküdeki anlamı benim için esas olarak kardeşim ve ben çok küçükken babamızla bu oyunu oynadığımız o anlardan geliyor. “Kim babanın gözüne daha çok girecek” oyunu diyebilirim; böyle çekişmeli ve heyecanlı bir oyun.
Psikanalizde olduğu gibi edebiyatta da yaratıcı bir süreç inşasıyla, yeni bir hikaye oluşturulması, bunun dile dönüştürülmesi var. Sanal zekanın (niteliği tartışılsa da) sanattaki kullanımı artıyor. Bu uygulamaların psikanalize ve edebiyata etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yapay zekanın da sanatçılar ve halis yazarlar için bir araç olacağını düşünüyorum. Yaratıcı yapıtlarını ortaya çıkarmaya yarayan bir araç.
Ama popüler işler için yapay zekanın hazır sanat, edebiyat şablonlarını kullananlar da olacaktır. Psikanalize etkisini ise böyle bir dünyada yetişen ve yaşayan insanların deneyimleri sonuçlar verdiğinde, yani daha uzun yıllar sonra göreceğiz herhalde.
(AT/EMK)