Yıldız Teknik Üniversitesi’nden sosyolog/ekonomist Prof. Dr. Emekli Öğr. Üyesi Haldun Gülalp’in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen üniversitelerinde sosyoloji ve siyaset bilimi profesörü olarak görev yaptım. En son görev yaptığım Yıldız Teknik Üniversitesi’nden 2015 yılında emekli oldum.
Toplam kırk yılı bulan akademik yaşamım boyunca binlerce öğrencim oldu. Sayısız sınav, ödev, tez, doçentlik ve profesörlük dosyası okuyup değerlendirdim.
Belki de yılların verdiği alışkanlıkla, üzerinde sanık olarak kendi adımı gördüğüm iddianameye bir hoca gözüyle baktığımda, ziyadesiyle üzüldüm. Hakkımda yapılan suçlamaları ve bunların yapılış şeklini görünce, hayrete ve dehşete düştüm.
İddianame metninin çok özensizce hazırlandığını, görevi ihmal veya belki de görevi kötüye kullanma niteliği taşıyor olabileceğini düşündüm. Bu düşüncemin nedenlerini, iddianamedeki zaafları ve problemleri göstererek etraflıca açıklamadan önce daha genel bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Sosyolojinin alt dallarından biri, suç ve ceza üzerinedir. Bu bilim dalının yaptığı bazı önemli tespitleri şu şekilde özetleyebiliriz:
Birincisi, insan davranışları kültürel olarak çeşitlilik gösterir. Her toplum, bireylerin davranışlarını belli sınırlar içerisinde tutabilmek için kendince bazı kurallar oluşturur. Bu ahlak veya hukuk kuralları toplumlar arasında farklılıklar gösterebildiği gibi, tarihsel olarak da değişebilir.
Dolayısıyla, insanların çeşitli davranış biçimleri arasında hangilerinin normalin dışında, örneğin delilik veya suç kapsamında kabul edilebileceği, farklı toplumlara ve tarihsel zamana göre farklı olabilir.
Kabul edilebilir davranışların neler olduğu, o sırada egemen olan kültürel ve siyasal normlara bağlıdır. O halde anormal diye addedilen davranış biçimlerini, yani delilik veya suçluluğu kişide değil, toplumun kültürel ve siyasal yapısında ve o sırada egemen olan iktidarın niteliğinde aramak gerekir.
Eğer bir toplumda suçlu olarak kabul edilen kişilerin sayısı hızla artıyorsa, o toplumdaki bireylerin oturup hep birlikte suç işlemeye karar verdiğini değil, davranış normlarını tanımlayan kuralların siyasal iktidar tarafından hızla değiştirildiğini, davranış biçimlerindeki kabul sınırlarının hızla daraltıldığını anlamamız gerekir.
İkincisi, tarihsel açıdan bakıldığında, toplumlar modernleştikçe hem suçun tanımının hem de cezaların biçiminin değiştiğini görürüz.
Modernleşmeyle birlikte davranış çeşitliliğine yönelik hoşgörü artmış, neyin suç kabul edildiği konusunda sınırlar yumuşatılmış, cezalar da bedene yönelik fiziki müdahaleler olmaktan çıkarak, daha ziyade özgürlüğü kısıtlayıcı ve mümkünse ıslaha yönelik düzenlemeler biçimini almıştır.
Bunun nedeni anlamak kolaydır: Modern toplumlarda özgürlük en temel değerler arasında kabul edildiğinden, onun kısıtlanması ağır bir ceza sayılır.
Üçüncüsü, biraz önce değindiğim gibi, siyasal iktidarların kendilerine göre suç tanımlarını değiştirerek toplumdaki suçlu sayısını artırma olanağı varsa, bu olanağı fiiliyata çevirmek, modern toplumlarda gözlendiğini belirttiğim hoşgörü yanlısı eğilime aykırılık oluşturmaz mı? Mutlaka oluşturur.
Peki, bu nasıl önlenecektir? Aydınlanma Çağından başlayarak, böyle durumların yaşanmaması için bazı güvenceler kurgulanmıştır.
Modernliği benimseyen toplumlar, medeniyet dairesinde kalmak amacıyla, “insan hakları” diye adlandırdığımız, artık evrenselleşmiş olan ve bireyi siyasal iktidarların kaprislerine karşı koruyan ilkeleri benimsemişlerdir. Bu ilkelerin başında kişinin can ve mal güvenliği ile fikir ve ifade özgürlüğü yer alır.
Taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve bağlı olduğu uluslararası kurumlar açısından değerlendirilirse, ülkemizin bu medeniyet dairesinin içinde yer aldığını söylemek gerekir. Ancak son zamanlarda hızla katlanan suçlu sayıları göstermektedir ki bu konuda bazı sorunlar yaşamaktayız.
Adalet Bakanlığı kaynaklı olup basında yer alan bilgilere göre, 2002 yılı sonunda ceza infaz kurumlarında tutuklu veya hükümlü olarak yaklaşık 60 000 (altmış bin) kişi bulunurken 2018 yılı ortaları itibariyle bu sayı 250 000 (iki yüz elli bin) kişiye ulaşmıştır.
Yani on altı yılda tutuklu ve mahkûm sayısı dört kattan fazla artmıştır. Tutuklu ve hükümlü sayılarını ayrıştırırsak, 2002 yılı sonunda yaklaşık 25 000 (yirmi beş bin) kişi tutuklu iken, 2018 yılında bu sayı yaklaşık 67 000 (altmış yedi bin) kişiye, hükümlü sayısı ise yaklaşık 35 000 (otuz beş bin) kişiden yaklaşık 180 000 (yüz seksen bin) kişiye ulaşmış durumdadır.
Bu sayılara bir de cezaevine girmiş olmasalar bile üzerlerine belli belirsiz bir “terörist yaftası” yapıştırılarak KHK’lar yoluyla işinden atılmış veya başka olağanüstü kısıtlamalara uğratılmış olan on binlerce kişiyi de ekleyecek olursak, şu gözlemleri yapmamız kaçınılmaz olur:
Bir kere, bu kadar çok kişinin birdenbire toplu halde suç işlemeye karar verdiğini herhalde düşünemeyiz. Kaldı ki bir toplumda gerçekten bu kadar çok sayıda suçlu bir anda ortaya çıkmış ise, o toplumda suçluları hapse atmakla çözülemeyecek bazı ciddi sorunlar var demektir.
Ayrıca, bu hesaba göre sayıları kim bilir kaç yüz binleri bulan “teröristler” gerçekten var olsa, toplumun ayakta kalamayacağı açıktır. Dolayısıyla bu kadar çok suçlunun bir anda ortaya çıkmış olduğunu varsaymak aslında hiç gerçekçi değildir.
Sorunun kaynağını, kişilerin toplu halde suç işlemeye karar vermesinde değil, iktidarın bazı normal davranışları anormal olarak, yani suç olarak görmesinde aramamız gerekir.
Nitekim, bilimsel araştırmalar Türkiye’nin son yıllarda demokrasi ölçütlerinde önemli bir irtifa kaybettiğini göstermektedir. Yani, Türkiye’de demokrasi bozulurken, görünürdeki suçlu sayısı artmaktadır. Bu iki gösterge, aynı madalyonun iki yüzüdür.
Şimdi şu soruyla karşı karşıyayız: Türkiye, gerçekten modern, medeni ve insan haklarına saygılı bir ülke midir, değil midir?
Siz Değerli Heyet’e önemli bir görev düşüyor. Burada vereceğiniz karar ile bu soruya bir yanıt vermiş olacaksınız. Ancak ne yazık ki savcılığın hazırladığı iddianame adlı metin size bu konuda yardımcı olacak nitelikte değildir.
Her şeyden önce, yüzlerce kişi için “kes-yapıştır” yöntemiyle hazırlanmış bu kalıp iddianame, şahsıma yönelik ve “savunma” yapmama değer bir suçlama içermediği gibi, önemli eksik ve yanlışlarla doludur.
Etraflıca açıklamaya çalışacağım bu zaafları ana hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz:
(i) İddianame çok sayıda maddi hata, muhakeme hatası ve benimle veya konuyla hiç ilgisi olmayan unsurlar içermektedir.
(ii) İddianameye konu olan fiil ile mahkemeye sevk maddesi arasında bir irtibat yoktur.
(iii) İddianame mesnetsiz bir suçlama yapıp bunu desteklemek için bazı kurgusal unsurlara ve geçersiz yöntemlere başvurmakta, suçlamaları tahmini, hatta hayalî değerlendirmelere dayandırmakta ve bunların gerçeklikle bağı olup olmadığı üzerinde ise hiç durmamaktadır. Bu noktaları açıklamaya çalışayım.
Deliller paragrafındaki maddi hatalar
Daha iddianamenin en başındaki “deliller” paragrafında sorunlar başlıyor:
(i) “Şüpheliler” deyimi var, oysa iddianame tek bir kişi hakkında.
(ii) Deliller arasında, yine çoğul olarak belirtilen, şüphelilerin “tutuklama müzekkereleri” deyimi geçiyor. Bu bana ait olamaz. Ben hiçbir zaman tutuklanmadım.
(iii) 11 Ocak 2016 ve 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamalarından aynı kapsam altında söz ediliyor. Oysa bu ikisi birbirlerinden çok farklı şeyler. Ben sadece 11 Ocak 2016 tarihli açıklamanın altına imzamı koydum. 10 Mart 2016 tarihli açıklama ise toplu imzaya konu olmamış, sadece basını bilgilendirmeye dönük bir metindir. Bu basın açıklaması da herhangi bir suç unsuru taşımadığı gibi, iddianame zaten bu açıklamayı kimlerin yaptığı konusunda bazı isimler belirtmektedir. Dolayısıyla bu konunun da bu iddianamede neden yer aldığı belirsizdir.
(iv) Son olarak ve bence en vahimi, Bese Hozat adlı bir kişinin yaptığı bir açıklamadan söz ediliyor. Bu kişiyi tanımam; kim olduğunu bilmem. Yaptığı açıklamadan haberim yok. Deliller arasında ne aradığı ilk bakışta belli değil. Ama tabii ki iddianame incelendiği zaman kurulmaya çalışılan hayalî ilişki ortaya çıkıyor. O halde, daha en baştaki “deliller” paragrafında karşılaştığımız maddi hataların içerikte ne gibi anlam taşıdığını görmek için iddianamenin detaylarına inmemiz gerekiyor.
İddianamenin içeriğindeki maddi hatalar
İddianame, ilk sayfalarında, benim imzamı da taşıyan 11 Ocak 2016 tarihli metne yer verdikten sonra, biraz önce değindiğim 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasına da yer vermektedir. Ancak, belirttiğim gibi, bu bilginin bu iddianamede neden yer aldığı belirsizdir.
Ardından, bir suçlamaya temel oluşturmak amacıyla dönemin olaylarını kendi bakış açısından özetlemeye çalışan Savcı, iddianamenin 5.nci ve 7.nci sayfalarında, Bese Hozat adlı, benim tanımadığım ve kim olduğunu bilmediğim bir kişinin, 22 Aralık 2015 tarihinde “şüphelilere talimat mahiyetinde” bazı açıklamalar yaptığını belirtmektedir.
Açıkça belirtilmediği halde, benim orada sözü edilen (yani talimat aldığı öne sürülen) “şüpheliler” arasına sokulduğum kabul edilecek olursa, demek ki ben de bu adı geçen kişiden talimat almışım! Savcı bunu neye dayandırmaktadır? Kendi varsayımı dışında hiçbir şeye!
Bu mesnetsiz iddia bazı önemli ilke ve esasları ihlal etmektedir:
(i) Anayasamızın 38.inci maddesine göre, suç ve cezai sorumluluk şahsidir. “Şüphelilere talimat mahiyetinde açıklama” diye bir delil olamaz. Savcı’nın benim bir talimat aldığımı göstermesi gerekir.
(ii) Tamamen hayalî olarak öne sürülen bu iddia, son derece rencide edicidir. Ne demek talimat almak? Ben akademisyen olarak hayatım boyunca gerçeği aradım, araştırdım, kendi düşüncelerimi oluşturup yazdım ve yayımladım; kimseden talimat almam ve almadım.
(iii) Nihayet, bu iddia, sadece bana ve benimle birlikte yüzlerce akademisyene yöneltilmiş aşağılayıcı bir hakaret değildir, bir önemli özellik daha taşımaktadır: Savcı, bir terör örgütü temsilcisi olarak tanımladığı bu kişinin yüzlerce akademisyen üzerinde belli bir güce ve talimat verme yetkisine sahip olduğunu öne sürmekte, bu kişiye akıl almaz bir otorite atfetmektedir. Bu yanlış düşünce, o kişi hakkında ve dolayısıyla adı geçen terör örgütü hakkında adeta propaganda niteliği taşıyan bir iddiadır.
Yine maddi hatalarla devam edersek, iddianame s.10’da imzaya konu olan bildirinin İngilizce metnine yer vermekte, ardından s.11’de tuhaf bir iddia daha ileri sürmektedir:
Buna göre, bildiri metninin İngilizce çevirisi tekrar Türkçeye çevrilirse, “PKK/KCK jargonuyla ‘Kürdistan illeri’ ibaresi kullanılarak ayrıştırıcı ve bölücü bir üslup” kullanıldığı anlaşılırmış! Oysa bildirinin Türkçesinde de İngilizcesinde de Kürdistan deyimi geçmemektedir.
Bu deyimin gerçekten “ayrıştırıcı ve bölücü” olup olmadığı bir yana, böyle bir deyim İngilizce metnin tercümesinden değil, yine tamamen hayalî bir düşünceden kaynaklanmaktadır.
Sayın Savcı neden böyle bir şey öne sürmektedir? Gerçekten İngilizce metni Türkçeye çevirirken böyle bir deyim kullanıldığına mı kani olmuştur? Savcı’nın İngilizce dil bilgisi yeterli midir? Bu çeviriyi yetkin bir çevirmene mi yaptırmıştır? Bu soruları heyetinizin değerlendirmesine bırakıyorum.
İddianame s.13’te başka bir temelsiz iddia yer almaktadır: “Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson, sözde gözaltındaki meslektaşlarıyla dayanışma için çantasında kasıtlı olarak terör örgütü propagandası yapmaya yönelik materyallerle İstanbul Adliyesi’ne gelmiş, uluslararası camiada Türkiye aleyhine karalama kampanyasına destek sağlamak istemiştir.”
Bu tek bir cümlede bile birkaç maddi hata vardır:
(i) “Sözde gözaltındaki meslektaşlarıyla dayanışma” ne demek? Bildiğim kadarıyla birkaç meslektaş tutuklu olarak yargılanmakta iken, adı geçen kişi onların duruşmasını izlemek üzere Adliye’ye gelmişti. Olay basında da yer almıştı.
(ii) “Kasıtlı olarak terör örgütü propagandası yapmaya dönük materyal” nedir? Yine bildiğim kadarıyla adı geçen kişiye buna benzer bir suçlama yöneltilmiş ama yine basında yer aldığına göre, yargılaması beraat ile sonuçlanmıştı. Ben bu bilgileri basını takip etmek suretiyle edinmişsem, görevi ve konumu nedeniyle Savcı’nın bunları benden daha iyi bilmesi gerekmez mi?
(iii) Ancak, diyelim ki adı geçen öğretim üyesi büyük bir suç işlemiştir. Bu durum beni ne ilgilendirir? Böyle bir ayrıntı benimle ilgili iddianamede neden yer alır?
İddianamenin 14.üncü sayfasında, “ikinci bildiri” diye bir şeyden yeniden söz edilmekte ve yine kimleri kastettiği belirsiz bir ifadeyle onun “altına da imza atan akademisyenler” diye bir atıf yapılmaktadır.
Bu iddianın anlamsız ve temelsiz olduğunu yukarıda açıklamıştım. Benim bilgim dahilinde, imzaya konu olmuş ikinci bir bildiri yoktur.
Aynı şekilde, s.14’te, bu kez “Dayanışma Akademisi” adı altında “kamuoyuna ve üniversite öğrencilerine” dersler verilerek birtakım “kışkırtmalar” yapıldığı iddia edilmektedir. Bunu da anlamak mümkün değildir.
Kamuoyuna ve öğrencilere ders vermek neden suç olsun? Fakat, bir an için farazî olarak desek ki bu etkinliklerin suç unsuru taşıyan bir yönü vardır; öyle olsa da bu beni ilgilendirmez, çünkü ben hiçbir Dayanışma Akademisi’nde ders vermiş değilim.
Sonuç olarak, iddianamenin bu denli desteksiz, hiçbir delile dayanmayan, genel ve soyut atıflarla, “şüpheli” sıfatı taşıyan beni ve tabii ki kopyalanmış iddianameyle yüzlerce kişiyi suçlayıp hapis cezası talep etmesi, kabul edilebilecek bir durum değildir.
Esasen suçlamaya konu olan nesne, Barış Bildirisi diye adlandırılan metin ve yüzlerce meslektaşımla birlikte benim de bu metni imzalamış olmamdır. İddianamede bunun dışındaki tüm unsurlar, (Chris Stephenson iddiası gibi) konuyla ilgili olmayan geçersiz şişirmelerden ya da Savcı’nın tahmini veya hayalî yorumlarından ibarettir.
O halde, öncelikle metnin ve bu metni desteklemenin suç oluşturup oluşturmadığına bakmamız, ardından Savcı’nın bunu suçmuş gibi göstermek için başvurduğu yorum yöntemlerini değerlendirmemiz gerekir.
Barış Bildirisi’nin İçeriği ve Suç Unsuru Taşıyıp Taşımadığı
İddianame, s.4’te, herhangi bir vatandaş gibi akademisyenlerin de “eleştiri sınırları içerisinde tepkilerini dile getirme hakkına sahip” olduklarına dikkat çekilmekte, s.14’te ise “suç unsuru barındırmayan bir bildirinin altına imza atmak demokratik bir hak” olarak tanımlanmaktadır.
Gerçekten de Anayasamızın 24, 25 ve 26.ncı maddelerine göre, herkes din, vicdan ve kanaat özgürlüğüne ve düşünce ve kanaatlerini açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Yine Anayasamızın 90.ıncı maddesine göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların hükümleri, yerel yasalara kıyasla öncelik ve üstünlük taşır.
Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9 ve 10.uncu maddeleriyle Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 18 ve 19.uncu maddelerine göre herkesin din, vicdan, düşünce ve bunları ifade etme özgürlüğü vardır.
Ancak, tabii ki düşünceyi ifade etme özgürlüğü bazı kısıtlamalara tabidir; bu bildirinin bir suç unsuru taşıyıp taşımadığını anlamak için de söz konusu kısıtlamaların burada uygulanabilir olup olmadığına bakmak gerekir.
Bilindiği gibi, bu iddianamenin sevk maddesi olan 3713 Sayılı, Terörle Mücadele Kanunu (TMK), 7/2. Maddesi şöyle der:
Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.
Ne var ki, kanun yoluyla oluşturulmuş bu kısıtlama, söz konusu bildiri için geçerli kabul edilemez.
Çünkü benim ve benimle birlikte yüzlerce akademisyenin suçlanmasına neden olan bildirinin hiçbir yerinde, herhangi bir terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterme veya övme veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandası yer almamaktadır.
Üstelik, söz konusu yasa maddesinde çok net bir şekilde görülebileceği gibi, herhangi bir terör örgütünün cebir ve şiddet yöntemleri dışındaki fikirlerini veya yaklaşımlarını savunmak bile yasaklanmamakta, sadece bu yöntemlere başvurmasını övmek veya meşru göstermek veya bunları teşvik etmek yasaklanmaktadır.
Fakat zaten suçlamaya konu olan bildiri böyle bir şey de yapmamakta, herhangi bir terör örgütünün adını bile anmamaktadır.
Sadece ve sadece, vatandaşı olarak, vergi vererek, seçimlerde oy vererek, askerlik hizmeti ve diğer kamu görevi yaparak bağlı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden siyasal iktidarın, o dönemde izlediği, sivil yurttaşların can güvenliği dahil olmak üzere temel haklarını ihlal eden şiddet yöntemlerini eleştirmektedir.
Söz konusu dönemde siyasi iktidarın oluşturduğu devlet kadrolarının orantısız bir şiddete başvurduğu, çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşların raporlarıyla tespit edilmiş, ayrıca bu durum dönemin basın-yayın organlarında da iç karartıcı ayrıntılarıyla yer almıştı.
O halde, suçlama konusu olan bildiri iki şey yapmaktadır: Bir, muhatap olarak sadece devleti kabul etmekte; iki, devletin kendi vatandaşlarına zarar verecek bir biçimde izlediği aşırı şiddet yöntemlerine son vermesini talep etmektedir.
Bildiri şiddeti övmemekte, tam tersine onun son bulmasını talep etmektedir. Herhangi bir vatandaşın veya vatandaşlar grubunun devletten böyle bir talepte bulunması suç mudur?
İddianameyi kaleme alan Sayın Savcı, bunu bir suç gibi göstermeye çalışırken dört farklı stratejiye başvurmaktadır:
(i) Birincisi, daha önce belirttiğim Bese Hozat örneğinde olduğu gibi, imzacılarla terör örgütü temsilcisi kişi veya kişiler arasında gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan bazı bağların veya talimat alıp verme ilişkisinin varlığından söz etmektedir. Bu geçersiz iddianın üzerinde daha fazla durmaya herhalde gerek yoktur.
(ii) İkincisi, hangi bilimsel disipline dayandığı belli olmayan bir yöntem kullanarak, benim zihnimden ve diğer imzacı akademisyenlerin zihinlerinden geçenleri okuduğunu öne sürmektedir. Örneğin, s.2’de “Bildirinin esas amacının,” s.4’te bildirilerin “gerçek amacının” şu veya bu olduğu türünden iddialara yer vermektedir. Anlaşılan, bildirinin bir görünürdeki içeriği vardır, bir de gözden kaçan ama ancak zihin okuma yöntemiyle anlaşılabilecek olan “esas” ve “gerçek” amacı vardır. Tabii ki bu da geçerli bir yöntem olarak kabul edilemez. İddiaların tahmin veya spekülasyonlara değil, somut belge ve kanıtlara dayandırılması gerekir. Bu ilk iki yöntem üzerinde daha fazla durmaya gerek yoktur.
(iii) Üçüncüsü, iddianamede bir siyasal konjonktür analizi vardır. Daha detaylı bir şekilde açıklanması gereken bu yöntem, suç tespitinden ziyade, Savcı’nın kendi görüş farklılıklarına ilişkin bir değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. (iv) Son olarak, bildiri içinde yer alan eleştiriler veya sert bulunan bazı ifadeler, suç unsuru olarak nitelenmektedir. Bu dört yöntemden ilk ikisinin üzerinde daha fazla durmaya gerek olmadığından, suç isnadına yol açtığı anlaşılan son iki yönteme daha yakından bakabiliriz.
İddianamedeki Suçlama Yöntemleri: Siyasal Konjonktür Analizi
Savcı, iddianamenin 7.nci sayfasında aynen şöyle demektedir: “Tarihi perspektif ve konjonktürel bir yaklaşımla incelendiğinde bu bildiri metninin gerek hazırlık süreci ve zamanlaması gerekse içerik itibariyle PKK/KCK silahlı terör örgütünün Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim birimlerinde yürüttüğü şiddet eylemlerinin teorik düzeyde tamamlayıcısı olduğu anlaşılır.”
Ben akademik görevim gereği teorilerle uğraşan bir kişi olarak Savcı’nın burada kullandığı “teorik düzeyde tamamlayıcı” deyiminden ne kastettiğini anlamasam da izleyen sayfalarda verilen bilgilerden şu kadarını anlayabiliyorum:
Bölgedeki çatışmaların şiddetlenmesiyle bu bildirinin yayınlanması aynı zaman dilimine denk gelmiştir. Fakat bundan daha doğal ne olabilir? Çatışmalar olmasa, çatışma olmasın diye bir talepte bulunmanın bir anlamı olabilir mi?
Savcı, kendince yaptığı “konjonktür” analizine göre, s.12’de şöyle demektedir: “yakın dönemde PKK’nın geliştirdiği ‘Serhildan’ teorisi doğrultusunda görünürde yasalara uygun ancak esasta yasaların özüne aykırı bir şekilde ‘demokratik hak taleplerini’ dile getirerek muhatap kitleyi derinden etkileyecek tarzda eylemler gerçekleştirmeyi planladığını; Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin yayınladığı bildirinin de bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak gerekir.”
Bildiriyi neden bu kapsamda değerlendirmek gerekirmiş? Belli değil! Açıklaması yok. Sadece “vurgulamak gerekir” sözü var.
Savcı, aynı şekilde, yine s.12’de, akıl almaz bazı iddiaları tamamen mesnetsiz bir şekilde ileri sürmekten de geri kalmamaktadır: “Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin legal görünüm altında PKK tarafından alınan kararları uygulamaya yönelik bir örgütlenme tarzına sahip olduğunun altı çizilmelidir.”
Neden böylesine aslı olmayan bir şeyin altı çizilecekmiş? Bu kabul edilemez iddiayı Savcı neye dayanarak ileri sürmektedir? Hiçbir şeye!
Savcı’nın dönemle ilgili çeşitli olayları alt alta koyup sıralayarak oluşturduğu “konjonktür analizi” yöntemi, herhangi bir ciddi analize yol açmadığı gibi, esasen aynı zaman aralığında yer alan olayların aktörleri arasında bir bağ olduğu yanılgısını taşımaktadır.
Bu mantığa göre, ben yolda yürürken yanından geçmekte olduğum evin balkonundan kafama bir saksı düşecek olsa, bu evin sahibiyle aramda bir dostluk veya düşmanlık bağı olduğunu mu kabul edeceğiz?
Hiçbir hukuki temele dayanmayan, sadece Savcı’nın spekülasyonundan oluşan bu siyasal konjonktür analizi, bir an için geçerli bir yöntem olarak kabul edilse bile, şunu hatırlamak gerekir ki ülkemizde siyasal konjonktür sık sık ve beklenmedik yönlerde değişir; buna ayak uydurmaya çalışarak suç ve ceza tayin edilemez.
İddianamenin 5.nci sayfasında Savcı’nın kendi anlatımına göre, hükümet tarafından yürütülmekte olan “çözüm süreci,” 20 ve 22 Temmuz 2015 tarihlerinde yer alan iki silahlı saldırı nedeniyle son bulmuştur.
Şu anda suçlama konusu olan bildiri ise “çözüm süreci” adı altında zaten hükümet politikası olarak yıllardan beri sürdürülen sürecin devam etmesini veya yeniden başlatılmasını, yani aynı hükümetin bu kez çatışmaya öncelik vermek yerine, özellikle kentlerde ve yaşam alanlarında toplu ölüm ve yaralanmalara neden olan askeri etkinliklerden vazgeçmesini talep etmektedir.
O halde, örneğin, bu bildirinin yayınlanmasından sadece birkaç ay öncesine kadar devam eden çözüm süreci sırasında akademisyenler sürecin amacı veya yürütülüş biçimi konularında hükümetin politikasına karşı bir itiraz dile getirilselerdi, bu sefer o nedenle mi haklarında dava açılacaktı?
Savcı’nın siyasi görüşleri akademisyenlerden farklı olabilir, hatta Savcı kişisel olarak kendisini hükümetin o andaki politikası her neyse onu savunmakla yükümlü olarak da görebilir. Eğer öyle ise bunları karşılıklı oturup tartışır, fikir alışverişinde bulunabiliriz.
Ancak bunun yeri ceza mahkemesinin salonu olamaz. Savcı, iddianamenin 14.üncü sayfasında hükümetin “yüzde yüz haklıyken haksızmış gibi” gösterildiğinden, s.9’da “hakikatlerin çarpıtılarak” sunulduğundan söz etmektedir.
Bunlar doğru olsa bile, benim ve diğer akademisyenlerin mahkemeye sevk maddesi olan TMK Madde 7/2’de “gerçekleri çarpıtma” veya “hükümet haklıyken onu haksız gösterme” diye bir suç unsurundan bahis yoktur.
Demokratik bir toplumda hükümetin meşruiyeti neye dayanır? Diyelim ki, hükümeti kurmakla görevlendirilen siyasi partinin aldığı oy sayısına. Peki o siyasi partinin görüşleri dışındaki bütün görüşler bu durumda yasaklanır mı?
Başka hiç kimse farklı bir görüş ileri süremez mi? Seçim yarışına katılan çok sayıda siyasi partinin varlığı, tanım gereği farklı görüş ve duruşların da var olabileceği anlamına gelmez mi?
Savcı’nın iddianamedeki yorumuna göre, bildirinin manasını anlamak için zamanlamasına bakmak gerekirmiş. Çünkü o dönemde hükümetin politikası şu yöndeymiş, bildiri ise tersi yönü teşvik ediyormuş.
Yani, zamanlama itibariyle bildirinin öne sürdüğü düşünceler hükümetin politikasıyla çelişiyormuş. Fakat, bunun neresi suç olabilir? Aynı hükümet, ondan çok kısa bir süre önce, Savcı’nın beni bağlantılı göstermeye çalıştığı örgütün liderleriyle pazarlığa oturdu.
O dönem içerisinde, siyasal iktidarın temsilcileri ve sözcüleri, aynı örgütün liderinden övgülerle söz ettiler.
Savcı’nın ortaya attığı ama hiçbir dayanak veya kanıt sunamadığı bir şekilde, benimle veya genel olarak imzacı akademisyenlerle terör örgütleri arasında herhangi bir bağ veya talimat alıp verme gibi bir ilişki söz konusu değilse, geriye ne kalıyor?
Geriye sadece Savcı’nın bildirinin zamanlamasına dayalı olarak öne sürdüğü yorum, tahmin ve hayalî yakıştırmalarından ibaret olan mesnetsiz iddialar kalıyor. Heyetinizin bunları ciddiye almayacağını umuyorum.
İddianamedeki Suçlama Yöntemleri: Eleştirinin Dozu Konusu
Son olarak, Savcı bildiriye suç yüklemek için, dile getirilen eleştirileri sert ve ağır bulduğunu belirtmekte, dünyadan bazı örnekler vererek bu gibi ağır ifadelerin birçok yerde yasaklandığına değinmektedir.
Ne var ki, verdiği örnekler geçersizdir. Ayrıca, iddianamenin 15 ve 16.ncı sayfalarında tırnak içinde gösterilerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarından alıntı olduğu belirtilen bazı ifadelerin kaynağı verilmediği için, bunların ne derece doğru olduklarını veya bağlamları içinde konumuz açısından geçerli örnekler oluşturup oluşturmadıklarını bilme olanağı yoktur.
Buna karşılık, bildiğimiz çok sayıda AİHM kararı, Savcı’nın söylediğinin tam tersini işaret etmektedir. Bunların ilk örneği, bundan 40 yıl önce, 7.12.1976 tarihinde alınmış olan Handyside/Birleşik Krallık (B. No: 5493/72) kararıdır.
Bu kararın 49. paragrafında genel bir ilke olarak belirtildiği üzere, “ifade özgürlüğü, sadece toplum tarafından kabul gören, zararsız veya ilgisiz kabul edilen bilgi ve fikirler için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.”
AİHM’in bu tespiti benzer birçok davada defalarca tekrarlanmış ve nihayet bizim Anayasa Mahkememiz tarafından da yakın bir zamanda (11.1.2018 tarihinde) verilen Şahin Alpay (Başvuru Numarası: 2016/16092) kararında (paragraf 58) yeniden alıntılanmıştır.
AİHM’in düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü konusunda yine yakın zamanlarda karara bağladığı, üstelik bizi yakından ilgilendirebilecek bir başka dava örnek olarak gösterilebilir: Perinçek/İsviçre davasında (B. No: 27510/08; Karar tarihi: 17.12.2013; Genel Kurul Karar tarihi: 15.10.2015), AİHM 2. Dairesi ve ardından Genel Kurulu, İsviçre’deki bir toplantıda Ermeni soykırımı iddialarının yalandan ibaret olduğunu öne süren Perinçek’in İsviçre makamlarınca cezaya çarptırılmasını yanlış bulmuş, Mahkemenin soykırım olduğu veya olmadığı yönünde herhangi bir tespitinin söz konusu olamayacağını, ama bu yönde veya tersi yönde iddia ve açıklamalarda bulunmanın ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu vurgulamıştır.
AİHM kararlarından bu gibi başka örnekler de verilebilir. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, bu örnekte İsviçre hükümeti tarafından öngörülen ve ifade özgürlüğüne ihlal oluşturduğu karara bağlanan ceza, bir hapis cezası değildir.
Oysa, benim yedi-buçuk yıla varabilecek bir hapis cezasıyla cezalandırılmamı talep eden iddianame içinde en çok yeri bu konu, yani hükümete yönelik eleştirinin dilinin ağırlığı konusu işgal etmektedir.
Savcı, terör örgütü propagandası iddiasını, bildiride yapılan eleştirinin sertliğine bağlamaktadır. Fakat, bırakınız örgütün övülmesini, adının bile anılmadığı, tamamen hükümetin uyguladığı şiddet yöntemlerine itirazın dile getirildiği bir metinde, eleştirinin sertliğine bakarak örgüt propagandası yapıldığı sonucuna varılamaz.
Dahası, hükümet politikalarını eleştiri amacıyla kaleme alınmış ve benim de bu duygu ve düşünceyle destek verdiğim bir metnin örgüt propagandası olarak yorumlanması, örgüte çok fazla değer verildiği anlamına da gelir.
Savcı benim yaptığım ve herhangi başka bir vatandaşın yapabileceği hükümet eleştirisini doğrudan doğruya örgüte bağlamaktadır. Devletin izlediği politikaların tek alternatifi, tek muarızı örgüt müdür? Bir başkası itirazda bulunamaz mı?
İddianamenin sevk maddesine yeniden bakacak olursak görürüz ki madde “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi” diye çok açık olarak belirtmektedir.
Burada, devlet ve hükümet politikalarına ağır ve sert eleştiri yönelten kişi diye bir ibare yoktur veya böyle bir eleştiri yapmanın örgüt propagandası sayılacağı anlamına gelebilecek herhangi bir ibare de yoktur. Eleştirinin dozuna bakarak, terör örgütü propagandası yapıldığı sonucuna varılamaz.
Sonuç olarak
Bütün iddianame yorum, tahmin ve hayalî yakıştırmalardan ibarettir. İddianamede, s.15’te, şöyle bir cümle yer almaktadır “Bir kişiye ya da kuruma onur, şeref, haysiyet ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat etmek ya da gerçeğe aykırı yakıştırmalarda bulunmak düşünce özgürlüğü kapsamına dahil edilemez.”
Esasen, hakaret içermediği takdirde, insanlar kasten veya sehven yanlış veya yanıltıcı beyanlarda bulunabilirler. Kimseye bir zarar vermediği takdirde, bunun karşılığı, o yanlışın düzeltilmesi, eğer bir zarar söz konusuysa en fazla tazminat yoluyla bu zararın giderilmesinden ibarettir.
Hakaret suçtur, ama sözgelimi eksik bilgiye veya yanlış değerlendirmeye dayalı bir beyan, sadece yalanlanmaya, yani tekzibe ve düzeltilmeye tabidir.
Acaba Savcı’nın bu iddianamede yaptığı gibi, çok sayıda meslektaşımla birlikte benim de hakkımda (kendi deyimleriyle ifade edecek olursak) “gerçeğe aykırı yakıştırmalarda bulunmak” veya “onur, şeref, haysiyet ve saygınlığımı rencide edecek şekilde” bir takım (somut bile olmayan, tamamen soyut olan) isnatlarda bulunmak hangi kapsama girer?
Sayın Savcı’nın beni sanık olarak niteleyen ve hakkımda hapis cezası talep eden 17.10.2017 tarihli iddianamesi mesnetsiz iddialarla doludur.
Yanı sıra, Savcı yüzlerce kişiye paralel davalar açmak yoluyla hem mahkemeleri meşgul ederek hem de dersleri ve araştırmalarıyla ilgilenmesi gereken öğretim elemanlarını adliye koridorlarında süründürerek, kamu kaynaklarının israfına yol açmaktadır.
Bütün bu nedenlerle ve daha fazla zaman kaybetmeden beraat edilmemi talep ederim. (HG/TP)