Görsel: csgorselarsiv.org/ Emre Orman
Yetkili kurumlar, kadın örgütleri, erkekler, kadınlar, medya, yargı… Hemen herkes “erkek şiddeti nasıl önlenir?”, “Erkekler kadınları öldürmesin diye ne yapmak gerekir?”
Bilgi Üniversitesi akademisyenleri M. Buket Soygüt, Aras Türay, soruya hukuk araçları üzerinden yanıt sunuyor.
İki akademisyenin yayına hazırladıkları “Kadına Yönelik Erk’ek Şiddeti ile Mücadele, sorunlar ve çözüm önerileri” isimli kitap, hukuk uzmanlarının erkek şiddetine dair çözüm önerilerine detaylıca yer veriyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Türk Ceza Hukuku Derneği’nin 7-8 Aralık 2019’da üniversitenin Santralİstanbul Kampüsü’nde düzenlenen sempozyumdaki sunumlardan oluşan kitap, ceza hukukundaki ilgili maddelerden, yargı pratiklerine kadar geniş bir alanda bilgiyi okurla buluşturuyor.
M. Buket Soygüt, kitaba dair, “Feminist hukuk doktrinini ve İstanbul Sözleşmesi’ni artık ders kitaplarına almamız gerek” diyor.
“Suç olması gereken bazı eylemlerin henüz adı bile konmuş değil”
Kitabın adından başlayalım kadına yönelik şiddetle mücadelede sorunlar ve çareler… Önce sorunları duyalım. Neler sizce?
Kitabın adından başlıyorsak “Erk’ek” şiddetini es geçmeyelim isterseniz. Somut sorunları saptayabilmek için önce kaynağına inmek gerekir. Aslında feministlerin dilinde tüy bitti ama bir kez daha söyleyelim. O temel sorun, ataerkil cinsiyetçi kültür, toplumsal cinsiyet ve onu yeniden üreten “erk”, “patriyarki”.
Bir başka deyişle kadına biçilen toplumsal rolle ilgili. Bu nedenle biraz dil oyunu yaparak derdimizin cins olarak erkeklerle değil ama “erk” ile olduğunu özellikle vurgulamak istedik. Zira iktidar da kadına şiddeti sahiplenir görünüyor, ancak kavramların içini boşaltarak, gerçek meseleyi örterek ve üstelik İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi düşünerek.
Zaten Sözleşme’nin uygulama kanunu diyebileceğimiz 6284 sayılı Kanun’da kadının adı halen yok ya da ikinci sırada: Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun. Gördüğünüz gibi kadın halen bir yere (devlete, aileye, kocaya vs.) ait olmak zorunda!
Temel sorunu böylece saptadıktan sonra diğerlerinin hepsinin bu zihniyetin pratiğe yansıması olduğunu söyleyebiliriz.
Peki bu pratikler neler?
Şeytanın avukatlığını yaparak sorayım mesela cezalar yetersiz mi? Evet gerçekten bazı eylemler bakımından yetersiz.
Suç olması gereken bazı eylemlerin henüz adı bile konmuş değil, örneğin ısrarlı takip, genital organların mutilasyonu, zorla gebe bırakma, zorla kısırlaştırma, zorla evlendirme gibi.
Bazı şiddet eylemlerinde seri yargılama, uzlaştırma, hükmün açıklanmasının geri bırakılması gibi cezaya alternatif oluşturan veya cezada indirim sağlayan usullerin uygulanması söz konusu.
Somut olaylarda daha çok eş ya da partnere karşı işlenen intihara yönlendirme, terk, tehdit, konut dokunulmazlığının ihlali, şantaj gibi suçların kadına/eşe/partnere karşı işlenmesi nitelikli hal olarak düzenlenmiş değil. Tecavüz edenle evlendirilerek failin cezadan kurtulması imkanı yeniden getirilmek isteniyor. Bütün bunlar iktidar eliyle yaratılan “cezasızlık”tır.
Diyelim ki yeterli cezalar var. Etkin mi? İnfaz kanunu değişikliğini yakın zamanda gördük. Yargının çekingen bir şekilde verdiği cezalar yine iktidar eliyle affediliyor!
Tüm bunlar biz ceza hukukçularını ilgilendirir elbette. Yıllardır da bu sorun ceza hukukçularının tekeline veya sorumluluğuna bırakıldı sanki. Ama esas sorun ya da çözüm ceza hukuku alanında değil. Ceza ne zaman devreye girer? Suç işlendiğinde yani şiddet vuku bulduğunda. Ve esasen bastırıcıdır.
Evet bir ölçüde ve varsayımsal olarak cezanın caydırıcılığından da söz ederiz ama pratiğin böyle olmadığını da biliyoruz. O halde sorun, hukuk ve yargı da dahil olmak üzere toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin içine işlediği tüm sosyal, siyasal ve ekonomik mekanizmalarda.
Örnek verir misiniz?
Sonuncudan başlarsak mesela, ev kadınlarının emeği görülüyor mu? Devlet, kadının ekonomik hayata katılımını ne kadar destekliyor? Bugün çok az işveren kreş yükümlülüğünü yerine getiriyor. Akademik hayatta bile kadın araştırma görevlisinin potansiyel “anne” olarak bir süre sonra “atıl” kalacağı düşünülür ve kürsüde bir de erkek asistan varsa entelektüel yatırım kadına değil erkeğe yapılır. Veya nafakayı tartışıyoruz halen.
Somut sorunlara dönersek, İstanbul Sözleşmesi layıkıyla uygulanmıyor. Tedbirlerin uygulanması sorunlu, kurumlar arasında işbirliği ve koordinasyon eksik, tedbirlerin uygulanması sırasında kadının kimliğinin ifşası söz konusu olabiliyor.
“İstanbul Sözleşmesi göz ardı ediliyor”
Mesela yasal olarak cezalandırma mümkün olsa da sizce yargı kadın açısından bir karar veriyor mu? Erkek bakış açısıyla mı işliyor yargı sistemi?
İkincisi ne yazık ki. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile şekillenen yargı pratiği beraat ve indirim nedenleri ile kalıplaşmış yargıyı sürdürüyor.
Ve ne yazık ki, Ceren Damar davasında olduğu gibi bazı savunma avukatları da acımasızca bundan faydalanıyor. Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç hukukun parçası olan İstanbul Sözleşmesi göz ardı ediliyor.
Yine şiddet davalarında ispat sorunu söz konusu. Kadının beyanı esastır ilkesi çarpıtılıyor, seks işçilerinin her tür cinsel ilişkiye rıza gösterdikleri varsayılıyor, aktif cinsel yaşamı olan kadınların veya yaşadığı travmanın sonucu olarak beyanları arasında küçük farklılıklar bulunan kadınların tanıklığının güvenilirliği de dayanaksız biçimde sorgulanıyor.
Özel hukuk yargılamalarında da durum farklı değil. Nafaka meselesinde mesela, duruşmaya gelmeyen erkek zorla getirilmiyor bile. Zaten genellikle mal kaçırıyor.
“İstanbul Sözleşmesi’ni görmeyen hocalar var”
Santral İstanbul’da düzenlenen sempozyumu kitaba aktarma fikri nasıl oluştu?
Sempozyumun bileşenleri zaten sorunun ayırdında olan uzmanlar ve uygulamacılardı. Kendimiz söyleyip kendimiz dinleyelim istemedik.
İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması bize, karşı bir manevra olarak lehe söylemlerin ve gerekçelerinin tarihe not düşülmesi gerekliliğini düşündürdü.
Zaten Türk Ceza Hukuku Derneği’nce oluşturulan projede kitabı hedeflemiştik; Üniversitemiz de (İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi) bizi destekledi.
Meslektaşım Aras Türay ile birlikte pandemi sürecine rağmen biraz gecikmeli de olsa yazıları toparlamayı başardık. Çok değerli tespitler yapıldı.
Prof.Dr. Türkan Yalçın, ceza hukukunun eksiklerini ve sınırlarını anlattı ki yukarıda belirttiğim gibi konunun multidisipliner yönünü tespit ederek sempozyumu açmış olduk. Avukat Nazan Moroğlu da bütün konuşulanları toparlayarak sorunları ve çareleri raporladı.
Ayrıca çuvaldızı biraz da kendimize batıralım istedik. Akademiye de dokunalım. Zira temel ceza hukuku kitaplarında bile İstanbul Sözleşmesi’ni görmeyen, hatta açık biçimde aykırı söylemlerde bulunan hocalar var. Feminist hukuk doktrinini ve İstanbul Sözleşmesi’ni artık ders kitaplarına almamız gerek. Bu konuda bir referans kitap oluşturduk diye düşünüyorum.
Tüm sunumlara yer verdiniz mi? Nelere göre tercih ettiniz?
Tüm sunumlara yer verdik. Hatta sempozyumda zaman kısıtlaması nedeniyle söylenmeye fırsat bulunamayan hususların da eklenmesini ve sunumların güncellenmesini de sağladık. Hepsi çok kıymetliydi.
Bir hukukçu olarak yargıda kadınlar açısından olumlu anlamda bir evrilme olur mu?
Neden olmasın, ama kolay değil. Ancak sorunuzu ben “yargı”dan daha geniş olarak “akademiyi” ve hukuk camiasını da işin işine katarak cevaplamak isterim. Çünkü yukarıda dediğim gibi hukuk anlayışının da değişime açık olması ve farklı disiplinlerden yararlanması gerekli.
Örneğin, ceza hukukunun son çare özelliğinden bahsettik. Ancak cezanın devreye girmesi gereken hallerde hukukçuların - özellikle akademisyenlerin - feminist hukuk doktrinleri üzerine de düşünmesi hatta önce onları görmesi gerekiyor. Mesela klasik meşru müdafaa doktrininde mevcut saldırı koşulu, başlamış ve devam eden saldırı olarak anlaşılır.
Bu durumda yıllardır süregelen şiddete maruz kalan kadın öğrenilmiş çaresizlik içinde halihazırda kendisine saldırıda bulunmayan ancak somut verilere bakıldığında bunun değişmesi için de bir neden bulunmayan kocayı örneğin uykusunda öldürdüğünde veya yaraladığında, bunun yine kanunda meşru müdafaa koşulu olarak yer alan “tekrarı muhakkak” olan saldırı niteliğinde kabulü mümkün olabilir. Nasıl? Psikolojide “örselenmiş kadın sendromu” olarak nitelendirilen halin varlığı söz konusu ise. İşte bu iki kavramı bağdaştırmak mümkün. Doktrinde ne mutlu ki bunu tartışan genç meslektaşlarım var.
Bu görüşlere göre örselenmiş kadın sendromu kusurluluğu azaltan bir neden olarak veya kusurluluğu etkileyen arızi bir neden olarak da kabul edilebilir. Yargı bu kavramı ve tartışmaları görmeli, duymalı. Elbette daha çok akademik tartışma gerekli.
Tabi böylesi bir değişim için hukukçuların felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi ve psikoloji ile haşır neşir olması gerek. Bu da bizi hem temel eğitim hem de hukuk eğitimini sorgulamaya kadar götürür. Dolayısıyla sorunuza cevap olarak evet evrim mümkün ama adı üzerinde devrim değil, hızlı olmayacak.
Yargıda hiç mi değişiklik yok?
Kısmen var, örneğin haksız tahrik uygulamasında yasa değişikliğinin de etkisiyle tahrik edici bir eylemin varlığı aranmaya başlandı. Eskiden yargıçlar erkeğin kadının mini etek giymesinden, piercing takmasından, başka bir erkeğe “cilveli” biçimde saat sormasından vs. tahrik olmasını indirim nedeni sayıyordu. Ancak ataerkil kodlar değişmediği için bu sefer kravat indirimleri sahnedeki yerini almaya başladı. Bir başka deyişle ataerkil cinsiyetçi kültürden kurtulmadıkça hukuki araç istenirse kolaylıkla bulunuyor.
Yine, önleyici hukuk araçlarının güçlendirilmesi şart. Yani ceza hukuku dışında da başvurulabilecek yollar var. Öncelikle 6284 Sayılı kanundaki tedbirlerin güçlü bir irade ile uygulanması gerekiyor. Medeni Hukuk’un elinin güçlendirilmesi şart. Mesela evlenme yaşı 16’ya kadar düşebiliyor. Buradan başlamak gerek. Veya iş hukukunda mobbing davalarında ispat sorunlu. Bunları da çözmek gerek.
Bir başka husus, kadın aktivistler ile akademisyenlerin daha çok etkileşimde bulunması gerekiyor. Kadın örgütlerinin pratikleri çok değerli ancak yalnız bırakıldıklarını düşünüyorum. Uygulamanın doktriner bir altyapı ile daha sağlam bir biçimde yargıda ileri sürülmesi gerek.
Elbette Tüm bunlar için öncelikli etken iktidarın iradesidir. Örneğin, hakimlere savcılara eğitimler verildiği dönemlerde daha cesur kararlar çıktığını eğitimlerin bitmesi ile eskiye dönüldüğünü de biliyoruz.
Son olarak neler eklemek istersiniz?
Malum pandemi sürecindeyiz. Bu süreç kadının kamusal alana katılımını dijital ortam aracılığıyla artırdı ancak bu sefer de sanal şiddet artmaya başladı. Bu sefer de cinsiyetçi kültür kadın üzerinde adeta bir panoptikona dönüştü. Pandemi sonrasında da internet kullanımı giderek artacağına göre başta siber- stalking’in suç olarak düzenlenmesi olmak üzere gerekli hukuki çerçevenin oluşturulması şart.
Dijital alan demişken değişime dilden başlamak gerekiyor. Önce kadına “kadın” demek gerek. Yani yolun başında sayılırız. Bizler şiddet karşıtları belki yaşlanacağız ama Tomris Uyar’ın dediği gibi “uslanmayacağız”!
(EMK)