Yirmi birinci yüzyıl başladığından bu yana, yabancı olmadığımız, beklenmedik olmayan, ekonomik krizleri ve bu krizleri erteleme çabalarının izdüşümleriyle, egemen diplomasi ve savunma dilinde en geniş çeperiyle bölgesel sıfatıyla sınırlandırılan savaşlarla ve ulus- devletlerin farklı formlarda devam etmesinde yapısal şiddetin farklı görünümlerinin genelgeçerleşmesini gözlemleyebiliyoruz. Ve tabii ki, cinsiyetçi, eril siyaseti. Önceki yüzyılların yine krizlerle başlayan, yarılanan ve tamamlanan tarihlerindeki sabit ortaklık cinsiyetçi, eril siyaset olageldi.
Bu devamlılık ve tanıdıklıklar kuşbakışı pek tabii. Toplumsal – siyasal dinamikleri haritalandırmak için farklı coğrafi ve dönemsel bağlamların özgüllüğüne bakmaya başladığımızda netlikten ziyade sürekli olarak birbirini reddeden olgularla ve uygulamalarla karşılaşıyoruz. Bu reddedişin içinden bir tutarlılık çıkartan belki de, ulusal ve uluslararası siyasette egemen olan şahsiyetçi tahayyül ve pratiktir. Bu nedenle, ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Mısır’da Sisi’nin başkanlıklarında izleri sürülebilen, Türkiye’de son dönemde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sürecinde simgelenen şahsiyetçi siyasetin egemenliğine işaret etmekte fayda var.
Neoliberal kapitalizmin temel taşıyıcısı merkez sağın gerek çağırdığı öznelerde – vatandaşta, tüketicide ve yatırımcı/girişimcide - gerek yönetme pratiğinde merkezde tuttuğu bir unsur olarak şahsiyetçilik, siyasetin öznesi olarak ne cumhuriyetçiliğin yurttaşını, ne liberalizmin bireyini, ne bu iki özne tiplemesinin örgütlü halini merkezde tutar. Bunun yerine, insan ilişkilerinin farklı biçimlerinde ve düzeylerinde kişisel özellikler belirleyici kılınır. Bunun siyasal uzantısı, yönetimin kişisel hasletlerle tanımlanmasıdır; karar alıcıların kişisel özellikleriyle ön plâna çıkartılmalarıdır; izlenen politikaların siyasal kurumlar üzerinden değil karar alıcıların ve uygulayıcıların karakterleri, kişisel eğilimleri, zevkleri, zaafları, zayıf ve güçlü yanlarıyla tanımlanmasıdır. Yukarıdaki örneklerde şahsiyetçi siyaset artık neredeyse her türlü kurumsallığın ve örgütlü siyasetin geri plana itildiği, alınan kararların, mevcut ya da önerilen uygulamaların salt liderlerin kişiliğinde sınırlandırıldığı bir yönetim tekniğine işaret eder. Diğer bir ifadeyle, siyasal olanın yurttaş-katılım-örgütlülük ekseninden koptuğu, salt kişisel alandan beslendiği ve kişisel alana endekslendiği bir siyaset biçimine işaret eder. Buradaki nüans, Bülent Ecevit’in en dürüst siyasetçi olmasının Demokratik Sol Parti için seçim propagandasının dayandığı unsurlardan biri olmasıyla ‘Beyefendi çok sinirli’ olduğu için bazı haberleri yapmamak, başbakan ve/ya da cumhurbaşkanı olduğu için halkın sağlığıyla kişisel olarak ilgilenme yetkisine de sahip olmak; sıradan vatandaşla ilişkisini bir nev’i muhafazakâr tahayyülde olduğu haliyle baba - çocuk, öğretmen - öğrenci, hekim - hasta ilişkisi benzeri bir şekilde kurabilmek arasında görülür. Burada söz konusu olan, 1990’lar boyunca – nafile bir nostaljinin eşliğinde - Ecevit’e yüklenen dürüstlüğün siyaseten işlevselleştirilmesinden de beslenen ve neoliberal düzensizliğin bugün aldığı form için yeterli olmayan şahsiyetçiliktir.
Neoliberal düzensizliğin bugünkü formu Ecevit örneğini en iyi haliyle naif bırakır. Trump’ın kelimenin tam anlamıyla içi dışı birliğinde sergilenen, Erdoğan’ın Filistinli bir kız çocuğu için ağlayabilirken, Berkin Elvan için en sakin beyanı ‘ölmüştür, geçmiştir’ tespitinde bulunabilen kişilik faktörü.
Platon’un yönetim hiyerarşisinde yönetebilme kriterleri olarak yaş ve evrenselin, erdemin bilgisine sahip olmakla yönetilenler üzerinde yetkin olan yöneticinin yönetilenlere yeri geldiğinde hastaları olarak yaklaşabileceği önerisi bugünün şahsiyetçi siyaset ortamlarında bilgiyle ve erdemle değil, sermaye/mülkiyet/finans temelli güç ve bu gücün çerçevelediği ahlâkçılıkla pratiğe dökülüyor. Ya da Aristoteles’in ayırdığı ve ilişkilendirdiği, kişisel mizaçla kamusal tutum alış arasındaki mesafenin sıfırlanmasına işaret edebiliyoruz.
Bu halin özeti, siyasetin yönetime, yönetimin idareye, ahlâkın etiğe, etiğin kişisel iyiliğe-kötülüğe kilitlenmesinde bulunabilir. Böyle bir kilitlenmenin yirmi birinci yüzyılda faşist hatta işaret ettiğini söylemek mümkün. Zira siyasetin bu şekilde okunması, olan biteni, mevcut baskıyı, hak ihlallerini ve kitlesel manipülasyonu hedefleyen kadın düşmanı, ırkçı, ayrımcı, yabancı düşmanı propagandanın kişisel kötülükle tanımlanmasını, böylelikle örgütsüz kılınmasını beraberinde getiriyor.
Faşizmin tarihsel-toplumsal koşullarını es geçen böyle bir okuma toplumsal-siyasal muhalefeti de baştan zayıflatıyor. Faşizmle birlikte gelen öngörülemez, sürekli olarak değişen, moderni tanımlayagelen rasyonel ölçütlerle anlaşılamayan siyasal dinamikleri kişisel mizaçla açıklamak zalimle mağduru kahramanlıkta özdeş olan/kılan bir siyasal anlatıyı beraberinde getiriyor. Böyle bir anlatıda, CHP’nin HDP’yle ittifakı reddedip, İYİ Parti’ye milletvekili aktarması önemsiz bir detay olur: Yaklaşık 80 ‘…milyon nüfuslu bir ulusun … gayrekteş‘ siyasetçiler tarafından nasıl ‘gafil avlanıp, direnmelerine fırsat tanınmadan esarete itildikleri hâlâ açıklanmayı bekliyor‘.[1]
Yirminci yüzyıl faşizm örnekleriyle yirmi birinci yüzyılın faşist anlarının mekânda ortaklığına örnek teşkil eden Yenikapı miting alanının doldurulmasında pay sahibi muhalefet partilerinin tarihsel işlevi de arka planda duruyor. Kişisel mizaçla kodlanan politika tercihleri ve uygulamaları tek bir şahsın mevcudiyetine kilitleniyor. Sanki, siyasetin motoru kötülük, kötülüğün sebebi ve öznesi kişiymişçesine yapılıyor, bunlar. Bu durum, modern siyasetin, ‘nasıl birlikte yaşayacağız’ sorusu için abes ya da nafile yanıtları beraberinde getiriyor. Oysa, bireysel silahlanmayı kolaylaştıran yasa düzenlemeleriyle doğru orantılı olarak artan şiddet vakaları, savunma sanayiinin ihtiyaçlarıyla bağlantılı evrilen militarist dış politika tercihleri ve bölgesel silahlı çatışmalar ve savaşlar, derinleşen gelir uçurumu ve yoksulluk oranlarını salt kurumsal iktidar mekanizmalarında görünür olan kişilerin mizacıyla açıklamak ‘bulmacayı çözmez; sadece farklı bir şekilde ifadelendirir’.[2]
Yirmi birinci yüzyıl dönümünde ileri kapitalist ülkelerde ve sanayi sonrası kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerde yerleşikleşen merkez sağ hükümetlerin otoriter uygulamaları rekabetçi otoriterlik kategorisiyle tanımlandı.[3]
Ekonomik krizin ertelenemediği ve/ya da coğrafi olarak ötelenemediği evreye geçilmesiyle, artık, otoriterlik rekabetçi değil tekçi, mutlak iktidar talep eden gruplarla tanımlanabilir. Bu talebin bir uzantısında grevler, demokratik kitle gösterileri, barışçıl eylemler ulusal güvenlik gerekçesiyle yasaklanırken muktedirlerin muktedir kalabilmeleri için düzenlenen gösterilere özel geniş meydanlar kurulur. Bu talebin diğer bir uzantısında savaş tercihi durur; neoliberal kapitalizmin sürekli kriz[4] ortamının vazgeçilmez istihdam-mülksüzleştirme-rant sektörü olarak inşaatın kentlerden savaş alanlarına taşınmasıdır. Yıkıma inşaat sektörünün eşlik etmesidir. Bu kriz ortamının sözünün yalan üzerinden kurulması ve yalan temelli iddiaların hakikate aday gösterilmesidir. Rejim değişikliğinin söz konusu olduğu bağlamları temsil ettiğini söyleyebileceğimiz bu resimde yalanın rutinleşmesiyle hak ihlallerinin keyfî seyrinin siyaseten tutarlı tek örüntü olması örtüşür. Kısaca (potansiyel) muhalefet ‘vatan hainliği’nde ve/ya da ‘terörist olmak’ta olağan şüpheliye dönüşür; muhalif olmakla yasak olmak özdeşleşir; tekçi güç tanımı dışında kimin nerede durduğu muğlaklaşır. Aristotelesçi dünyayı tersine çevirircesine siyasal duruşunuzun ne olduğu ancak öldüğünüzde açığa çıkar; ama anlaşılmaz. Böyle bir örtüşme yirminci yüzyılın faşizmiyle yirmi birinci yüzyılın faşist anlarının mekânda ortaklığına eklenir. Bugün, 1 Mayıs alanlarının yürüyenlerce değil, sömürenlerce belirlenmesiyle yetinilmemesi, yürüyenlerin çitlenmiş meydanlara kısıtlanması, yürümenin güvenlikleşmesi böyle bir ortamın olağanıdır.
Diğer bir olağan ise, yukarıda işaret edilen şahsiyetçilik, keyfilik ve salt güçle ve mekâna endeksli beden sunumuyla gitgide daha fazla tanımlanan siyasetin sermayeyle ilişkisinin sürekli olarak arka plana itilmesidir. Bununla bağlantılı olarak, Trump’ın erkek şiddeti dozunu dizginleme gereği duymadığı dilinin ABD yönetiminde sermayenin ve yürütme erkinin şahsında birleşmiş olmasıyla bağlantısı geride kalır. Yanı sıra, Gülen cemaatiyle AKP arasında hükümet etmekte kurulan iş birliğinin hızla düşmanlığa dönüşmesi sermaye akışı ve birikim süreçlerindeki çatışma üzerinden değil, Türkiye’nin siyasal tarihinde askerî vesayetin yeri ve darbeler silsilesi üzerinden okunur. Nihayetinde, hükümet etme süreçlerinde gitgide daha fazla baskının ve şiddetin farklı formlarının görünür olması, bireysel hak ve özgürlüklerin gitgide daha fazla kısıtlanması kişisel kıstaslarla tanımlanan iyilikler ve kötülükler dizgesine yerleştirilir. Hükümet etme kişilerin merhametine ve/ya da zalimliğine endekslendiğinde modern siyasetin vaat ettiği öngörülebilirlik ihtimal olmaktan çıkar; beklenti olmaktan da…
Yirmi birinci yüzyılın faşist hattı, yukarıda çizilen, henüz eskiz halindeki siyaset formunda gelir uçurumunun, yoksulluğun, sömürünün derinleştiği, orta sınıfın farklı coğrafyalar boyunca yerinden olduğu, dolayısıyla liberal demokrasilerin zeminlerinin sarsıldığı, sermayenin yeni kimlikler aradığı bir evrede deneyimlenen rejim değişikliklerinin seyrini tanımlar. Bugün Türkiye siyaseti açısından da geçerli olan bu seyir, rekor bir hızla rekor bir erken tarihe çekilen genel seçimlerin ve cumhurbaşkanlığı oylamasının artık siyasal faaliyet, genel ve yerel seçimlerle ilgili, seçim siyasetiyle ilgili alışageldiğimiz siyaset bilimsel ve/ya da siyaset bilimiyle doğrudan bağlantılı siyasal kamuoyu yoklama anketlerinin temsil ettiği, araçsal rasyonalite temelli siyasal tahminlerde bulunmanın kadük kaldığı bir ortamı niteleyen kakofoniyle temsil edilebilir. Burada ‘kakofoni’ tabirini, Elias Canetti’nin yirminci yüzyıl Alman Nazizmini önceleyen gündeliğini tasvir ederken başvurduğu körleşmeden esinle tercih ediyorum. Körleşme, genel olarak bugünün siyasi tarih evresinde özelde Türkiye siyasi tarihinde pek yabancı olmayan bir durumla bağlantılanıyor. Düşünmenin olgudan koptuğu, düşünmenin gündelikten çıktığı, gündeliğin modern zamanların varsaydığı, hırslandığı, talep ettiği ve modern toplumsal düzenlemelerin bir ölçüde sahiplendiği tutarlılıklardan koptuğu bir duruma işaret ediliyor. Canetti’nin Nazizmi çağıran/getiren gündeliğe dair anlatısında dikkat çekici olan, askerlerin, tankların, savaş uçaklarının, bombaların ve öldürmelerin neredeyse yokluğudur; görünen, dönemin farklı düşünürlerinin aynı soruna benzer sorularla bakarken başvurdukları akıl tutulmasıdır – bunun modern insan fikrine duyulan güvenle Nazizm ve İtalyan faşizmi karşısında duyulan ve bu iki ‘felakete’ yakalanmakla kendi elini kolunu bağlamış olmanın hayal kırıklığından çıkan bir tanım olduğunu söyleyebiliriz.
Ardından yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde Latin Amerika’daki askerî darbelerde ve diktatörlüklerde yeniden karşımıza çıkan faşizm uygulamalarının arka planının körleşmeyle, akıl tutulmasıyla değil, ‘şok doktrini’ne referansla çizilmiş olması manidardır. (Kaldı ki, bu örnekler askerî diktatörlükler olarak tarif edilirken, faşizm örnekleminin dışında da tutulabilirler.) Zira burada, ‘Batı’dan ziyade ‘Güney’ vardır; artık akıl tutulması yerine, planlı, araçsal rasyonalite üzerinden işletilen bir başka görmeme tercihi örneklenir. Bu tercihi reddedenler şiddetle susturulurlar. Böylelikle, Güney’in deneyimlediği faşizm coğrafyaya kısıtlanır; bölgesel kılınır - insan aklının evrenselliği gözetilmiş sayılır. Bu kez, düşüncenin salt yönetmeye odaklandığı, kitlelerin alternatif düşünme pratiklerine yönelmelerinin önünün şiddetle alındığı, baskıya rağmen ortadan kalkmayan hak zeminli hareketler karşısında geliştirilecek şiddet uygulamalarının planlanmasına hizmet ettiği başka türlü bir körleşmeden söz etmek mümkün. Öte yandan görmeyen özne yine, büyük sermayenin, silahlanmanın, savaş ticaretinden kâr edenlerin yoğunlaştığı toprakların modern insanıdır. Ve bu toprakların modern hayalini hırsla talep eden lümpenleridir. Yirminci yüzyılın ev sahipliği yaptığı bu farklı faşizm deneyimlerindeki ortak nokta, topluma yaygın şiddetken, Nazi ve İtalyan faşizmi örneklerinde olduğu gibi düşünmekle olgu arasındaki bağ Güney’in gündeliğinde, diktatörlüklere rağmen ortadan kalkmaz; aksine kesintili olsa da direnme çabalarıyla devam eder.
Yirmi birinci yüzyılın faşizm hattına yerleştirilebilecek tahakküm örneklerinden biri olarak Türkiye’de seçim öncesi siyasetin halini kakofoni olarak tanımlamam, faşist hattı İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle sonlandırmayan bir okuma denemesinden kaynaklanıyor. Bu faşizm deneyimini neoliberal kapitalist süreçle bağlantılandırarak anlayabiliyorum. Dolayısıyla, sembolik bir başlangıç gerekiyorsa, Muharrem Tünay’ın ve Galip Yalman’ın analizlerine dayanarak 1980 askerî darbesini ya da biraz daha öncesini, 1978’deki TÜSİAD çağrısını söyleyebiliyorum.5 Parçalı, kesintili işleyen bir süreç, bu. Söz gelimi, 1990’lara bugünden baktığımızda belirli hak temelli örgütlülükler açısından atılan ilk adımlar ve kazanımlar reddedilemeyecek kadar açıkken, Kürtler ve kültürel ve siyasal hak arayışları söz konusu olduğunda elim bir dönemden bahsedilebilir. Yanı sıra, AKP’nin ilk beş yıllık hükümet etme sürecinde hak temelli talepler karşısındaki ılımlı duruşu ve bu kez Kürtlerin kültürel ve siyasal hak arayışları açısından nispeten olumlu yaklaşımı açıkken, yoksullaştırma politikalarına karşı direnen örgütlülükler ve eylemlilikleri baskılamaya dönük sert tutumu eş zamanlı işletilir.
Özetle, bugün Türkiye’de içerisinde durduğumuz erken seçim ortamını parçalı siyaset nedeniyle zorlansak da faşist hat üzerinden değerlendirmek yerinde olur. Böyle olduğunda, aslında TEKEL direnişinin asimile etme ve baskıyla yok etme taktiklerine neredeyse eşzamanlı başvurularak meydanlardan çıkartılmasından itibaren AKP’nin ödünç aldığı liberal siyasal retorikten uzaklaşmaya başladığı söylenebilir. Takiben ve özellikle Gezi Direnişinden bu yana artan şiddetiyle yerleşikleşen otoriter ve faşistik yönetme teknikleri partinin hükümet etme biçiminin niteleyici unsurları olmuştur. Bu evriliş, ne AKP’nin başlangıçta niyetlerini gizleyerek liberal retoriği kullanan ve güçlendiği ölçüde aslına dönen bir siyasal oluşum olması tespitine dayanarak ne de AKP’nin tarihî liderinin asabının yıllar boyunca hızla bozulmasıyla açıklanabilir. Böyle bir açıklama yukarıda da belirtildiği gibi faşizmin yeniden üretilmesinde işlevseldir. Oysa apaçık olan, AKP’nin Türkiye siyasal tarihinde, öncelikle neoliberal kapitalizmin krizini savaşla – nafile - ötelemeye çalışan ve dolayısıyla kendisini dönemsel olarak reddeden bir hükümetler dizisini tanımladığıdır. Bu dizinin takriben son beş yıllık diliminin tutarlı – neredeyse – tek uygulamasının silahla saldıracağı iç ve dış düşman üretmek olduğu da açıktır. AKP’nin bu süremde kendini hâlâ kurmaya çalıştığı siyasal parti olması nedeniyle ve artık tek parti yönetiminin fiilen işlediği göz önüne alındığında siyasetin geçişte sabitlendiğinden bahsetmek mümkün. Nitekim 2016 yazından bu yana bu sabitlemenin belirleyici ortamının OHAL, belirleyici tekniğinin KHK olduğu açıktır. Öyleyse, siyaseten açık olan neredeyse her şey ya kişisel ve/ya da yönetme tekniğine dairdir; siyasal olan neredeyse her şey ise sadece ‘mevcut olduğu için ortadan kalkmayı hak eder’.6
Yirmi birinci yüzyılda deneyimlediğimiz faşist hatları yirminci yüzyıldaki faşizm örnekleriyle ortak bir zemine çeken son unsur farklı dönemlerde, farklı toplumsal bağlamlarda ve farklı coğrafyalardaki ilgili uygulamaların rejim değişikliklerine eşlik etmesidir. Bugün Türkiye’de yaşanan ve 24 Haziran erken genel seçimleri son aşamasını tamamlayacak olan değişiklik sürecinde parlamenter demokrasi lağvediliyor; liberal bireysel haklar ve özgürlükler hukuk pratiğinden siliniyor; dolayısıyla hak temelli siyasetin kanunlarla pekiştirilen çerçevesi olarak hukuk fikrinin yerine yasa düzeni getiriliyor. (Burada hemen, Türkiye’de hakları esas alan bir hukuk sisteminin hiçbir zaman tam anlamıyla uygulamada olmadığına, ancak hiçbir zaman bu denli, bu ölçüde ve bu kadar açık bir şekilde reddedilmediğine dikkat çekmem gerekiyor.) Yeni yasa düzeninin ilk denemelerini OHAL öncesinde ağırlıklı olarak kamu görevinden ihraçlar için başvurulan, OHAL’le birlikte devletin yeniden yapılandırılmasını ve bağlantılı olarak sermaye birikimini ve akışını düzenleyen KHK’larda takip etmek mümkün. Nitekim, 26 Ağustos 2016 tarihinde kanunla (No. 6741), Başbakanlığa bağlı bir anonim şirket olarak kurulan Türkiye Varlık Fonu vasıtasıyla sermayesine ve varlıklarına el konulacak, sermayesi ve varlıkları temellük edilecek, yönetilecek ve işletilecek kamu kurumlarıyla ilgili düzenlemeler KHK’larda yer bulmuştur. Özelleştirme İdaresince verilen 50 milyon TL değerindeki kuruluş sermayesinin vadeli mevduattan getirdiği aylık gelir 480 bin TL olan Fon, 2014 yılında, Cumhurbaşkanlığı seçim propagandasında izleri görülebilen, (yeni) Türkiye’nin kur(t)uluş mitinin inşasını maddi zeminini sunan en önemli ayaktır. Böylelikle, yeni rejim için sermaye devri KHK güvencesinde işletilir.
Öyleyse, yirmi birinci yüzyıl faşizmlerinin Türkiye uğrağını tarif etmek için, pek tabii ki, kurulduğu iddia edilen, yine, yeni(den) ‘büyük Türkiye’yle ilgili olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerin dayandığı, lider olarak belirlenen şahsın mizacına, mizacının inişine, çıkışına, kontrol kapasitesine, kontrolsüzlüğüne bakacağız. Ama mevcudu salt muktedirlerin temsilleri üzerinden, salt bir erkeğin fıtratından doğru okumak faşizmi yeniden üretmektir. Böyle bir okuma tarihselliği kahraman-mağdur ikiliğinde, kahraman-mağdur ikiliğini liderin şahsında kilitler. Nihayeti siyasetsizliktir.
Oysa, tam da faşist hattın işlediği düzlemde, gündeliğin içine yayılan, gündelikten türeyen direniş anları da yer alır. TEKEL’den Gezi’ye ardından mahalle forumlarına, Haziran hareketine ve dayanışma akademilerine kadar uzanan bir direniş dizgesi böyle anların bileşenleridir. Faşist hattın farkında olan, faşist hat karşısında hak temelli direnmeyi ‘tercih eden’, ‘belirli bir süre devam eden’, ‘kendi tarihine sahip’, ‘kendine ait bir hafızası olan’, ‘içerikli olan’, ‘kendine ait bir formu olan’, ‘kendini mutlaklaştıran’, gündeliğin detaylarından siyasal ve toplumsal dönüşüm için imkân yaratma örneklerini adlandıran dayanışma anları – ‘moment’leri – faşizmin farklı versiyonlarını okumak için önemli olgulardır.7 Nitekim, ‘momentler teorisi’ çerçevesinden bakıldığında TEKEL Direnişi örneğinde muktedirin kazanılmış hakları ihlalden ve gerekli gördüğünde barışçıl direniş karşısında şiddet kullanmaktan imtina etmemesinin yanı sıra sendikal mücadelenin kendi iç sorunlarının direnişin dönüşüm yaratma potansiyelini tıkadığını görmenin yanı sıra TEKEL’in bir dayanışma anı olarak gündeliğin içinden faşist hattı kırıcı etkisini de fark etmemizi sağlar. TEKEL Direnişiyle Gezi Direnişi arasında, sadece muktedirin baskıcı uygulamalarının devamlılığı üzerinden değil, dayanışma anlarının seyri üzerinden kurmamızı sağlar. Gezi Direnişini salt bastırılan değil, bedensel ve mekânsal şiddete rağmen ve bu nedenle farklı formlarda devam eden bir imkân arayışı olarak görmeyi mümkün kılar. Yirmi birinci yüzyılın faşist hattına bakmaya çalışırken dayanışma anlarını da hesaba katmamız salt anlatıyı muktedirin tekelinde bırakmama çabasının değil gündeliğin önemsizliğiyle dayanışma anına içkin mutlaklık eğiliminin ‘trajedisi’ arasındaki çelişki, tekrarların fars olmasını engelleyecek şekilde çözülür ve yeniden kurulur. Böyle bir okuma, liberal hukuk düzenleri – sayesinde değil - içerisinde gelişen toplumsal ve siyasal muhalefetin kriz evrelerinde yakalayabildiği momentumun otoriter ya da faşistik önlemlerle kırılmasını engellemek açısından önemlidir.
Faşizmin, ‘siyasetle kurulan bir ilişki biçimi’8 olduğundan hareket ettiğimizde, Nazi Almanya’sındaki toplu öldürmeleri, topyekûn imhayı ve hem Nazi rejiminde hem İtalyan faşizminde hem de Franco rejiminde deneyimlenen sol muhalefetin külliyen lağvedilmesini beklemeden mevcut rejim değişiklik süreçlerinde faşist izlekleri tespit etmek mümkün olur. Yirmi birinci yüzyılda ileri kapitalist toplumları niteleyen neoliberal siyasetin parçalı işleyişi topyekûn ve/ya da küllî uygulamaları geri planda tutar. Baskının parçalılığına karşı direniş formları da parçalı, kesintili bir şekilde işler. Bugün, Türkiye’de hükümet etmenin tanımlayıcı özelliklerinden biri olarak keyfi baskıcı uygulamaların siyasal seyri faşist hatta yerleştirmesine rağmen yönetimin hâlâ faşizmle tanımlanmıyor oluşunda söz konusu parçalılık içerisinden dayanışma anlarının kotarılıyor olmasıdır: Bugün hâlâ HDP’nin parlamenter siyasette duruyor olması, Selahattin Demirtaş’ın hâlâ Cumhurbaşkanlığına aday olması, feminist hareketin hâlâ direnmesi, LGBTİ hareketin tüm sindirme girişimlerine rağmen 1990’lardan bu yana çizdiği rotada devam ediyor olması – tarihi tekerrürden, bizleri farstan kurtarıyor. Şimdilik. (SC/HK)
1 Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, s. 7. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1852/18th-brumaire/ Erişim: 25 Nisan 2018.
2 A.g.y. s. 8.
3 Steven Levitsky ve Lucan A. Way, 'Elections without Democracy: The Rise of Competitive Authoritarianism',
Journal of Democracy, 13(2) (2002), s. 51-65.
4 Sungur Savran ve Neşecan Balkan (Der.), Sürekli Kriz Politikaları, Türkiye'de Sınıf, İdeoloji ve Devlet (İstanbul: Metis, 2004).
5 Burada hemen belirteyim, Tünay'ın ya da Yalman'ın çalışmalarını dönemle ilgili faşizm tespitinde bulunmaları nedeniyle değil sundukları yapısal dönüşüm analizinden doğru referans alıyorum. Muharrem Tünay, 'The Turkish New Right's Attempt at Hegemony', The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey içinde, Atilla Eralp, Muharrem Tünay ve Birol A. Yeşilada (Der.) (Westport, CT: Praeger, 1993); Galip Yalman, Transition to Neoliberalism: The Case of Turkey in the 1980s (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009).
6 Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, s. 7. (Goethe'den - Faust'tan - aktarıyor.) Erişim: 25 Nisan 2018.
7 Henri Lefebvre, 'The Theory of Moments', Critique of Everyday Life, Cilt 2, John Moore (çev.) (Londra, New York: Verso, 2014), s. 634-652.
8 Geoff Eley, ‘Fascism Then and Now,’ Socialist Register, 52 (2016), s. 104.