Her insanın kendi tarihi var. Kişi, içine doğduğu şartlar, seçtiği ya da seçemediği koşullar ve tüm bunlar neticesinde oluşan kendi “rolünü” yaşarken, hayatının aslında herkesinki gibi biricik olduğunu gözden kaçırabiliyor. Bazı durumlarda ise yaşanan münferit hayatlar, farkında olmadan tarihin birçok noktasına ışık tutabiliyor. Hatta bazen o kadar ki, anlatılan resmî tarihin perde arkasını ve bireysel olarak insanların yaşadıklarını görebiliyor, ruhunuzun en derinlerinde hissedebiliyor ve belki de kendi yaşamınızdan çok tanıdık gelen noktalar bulabiliyorsunuz.
Bir Alman’ın Hikâyesi tam da böyle bir kitap… Sebastian Haffner’in bu otobiyografik çalışması, birkaç hafta önce İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Haffner’in çocuklarının uzun uğraşları neticesinde, yazdığı müsveddelerin bulunmasının ardından basılabilen eser, ancak Haffner’in ölümünden sonra yayımlanabilmiş. 20. yüzyılın başlarında doğan Haffner’in anlattıkları, sıradan bir yaşam öyküsünün nasıl bir siyasi tarih belgesine dönüşebildiğin bir kanıtı… Kalemi çok iyi olan, eğitimini aldığı hukuk alanında çalışmaktan ziyade edebi yazılar yazmayı tercih eden, genç bir adamın tanıklık ettiği konjonktüre ışık tutması…
Tahmin edileceği üzere Haffner, vatandaşı olduğu Almanya’nın en karanlık dönemlerinde yaşamış sıradan, hatta apolitik bir insan. Ancak onun tanıklığı, travmaların en kalıcı olacağı yaştan, çocukluk döneminden başlıyor. Haffner, neredeyse okula başlama çağı ile beraber önce Birinci Dünya Savaşı’nın yakıcılığını birebir yaşıyor. Ancak bu savaştan, diğer çocuklar gibi, kendisine öyle bir oyun yaratıyor ki, savaşın “heyecanı, merakı ve sunduğu istatistikler” çocukları adeta “hayata bağlıyor”; hatta savaş sonrasındaki “barış” dönemini son derece sıkıcı ve durağan bulduğunu belirtmeden edemiyor. Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetinin ardından Almanya’da Weimar Cumhuriyeti kuruluyor ve bir “barış” dönemi yaşanıyor. Hitler iktidara gelene kadar da “cumhuriyet” rejimi görece devam ediyor. Devamı ise Haffner’in artık yetişkinlik dönemine denk gelen bir travmalar silsilesini başlatıyor.
Haffner’in tanıklıklarını bu kadar kıymetli, bu kadar içe dokunur ve sarsıcı yapan şey, sıradan bir insan hayatını yaşarken, hem de apolitik bir şekilde yaşarken, otoriter rejimin ve “bana dokunmaz” dediği her şeyin kendisini de nasıl etkilediğini görmesi ve bunu çok açık bir şekilde, tüm gerçeklikleriyle ifade edebilmesi… Birinci Dünya Savaşı sırasında, tüm ulus gibi son derece milliyetçi bir Alman olduğunu ifade eden Haffner, gençlik döneminde siyasi ilişkilerden görece uzak durmayı başarıyor. Ailesini ekonomik olarak üst-orta kesim bir aile ve babasını da son derece hümanist bir liberal olarak tanımlıyor. Yani yakın çevresinde de herhangi bir siyasi figür yer almıyor. Ancak esas önemli olan gelişmeler zaten savaş sonrasında cereyan ediyor: Nazilerin yükselişi… Antisemit düşüncelerle ilk olarak okul sıralarında, bir arkadaşı vesilesi ile tanıştığını söyleyen Haffner, Nazilerin Yahudi politikalarının aslında kendi kültürlerine çok da yabancı olmadığını ya da sonradan icat edilen bir fikir olmadığını vurguluyor. Hitler’in iktidara gelişine kadarki olayları da yaşadığı ve hatırladıkları üzerinden aktarırken, adeta bir Alman siyasi tarihi anlatıyor okura.
Kitabın kanaatimce en çok içe dokunan, insan olmanın gerektirdiği hissiyatları harekete geçiren bölümü “Veda”… Nazilerin yavaş yavaş yükselişini, otoriterleşmenin hayatın tüm alanına sirayet edişini ve ne yaparsa yapsın siyasetten uzak kalamayışını, özel alanların dahi politik bir mücadele alanı oluşunu ve faşizmin göz göre göre gelişini okurken, “Veda”da hayatına dokunan hemen her şeye, reel ya da metaforik olarak veda ediyor Haffner. Sonunda ülkeyi terk etme kararını, babasının telkiniyle, hak ettiği hâkimlik sınavına girmek için erteleyen Haffner, sınava dahil edilen bir süreç olarak kendisini bir nevi “Nazi yetiştirme kampı”nda buluyor.
İçinde bulunduğumuz koşullar çerçevesinde düşünürken, açıkça otoriter ve gittikçe daha da otoriterleşen bir ülkede yaşadığımız malûm. Kitabı okurken insanı en çok korkutan ve üzen, maalesef kendi yaşadıklarına paralel şeyler bulabilmesi ve bu yüzden de yazarın yaşadıkları ve hissettiklerini de kendisininmiş gibi hissedebilmesi… Tabii zaman çok farklı bir zaman, coğrafya çok farklı bir coğrafya, kişisel ve toplumsal farklılıklar ortada, dönemin koşulları itibariyle yapılabilecekler ve yapılamayacaklar belirli, fakat otoriter yönetimin varlığı ve tanıdıklığı son derece aşikâr.
“Bilimsel ve pragmatik tarih anlatımı, tarihsel hadiselerin yoğunluklarındaki farklara dair hiçbir şey söylemez. Buna dair bir şeyler öğrenmek isteyen birinin, biyografi okuması gerekir, hem de devlet adamlarının biyografilerini değil, sıradan, bilinmeyen, münferit şahısların çok nadir bulunan biyografilerini…” diyor Haffner. Kendi tarihimizde de otoriteyle mücadele ederken, birçok münferit hayat hikâyesine konuk olmadık mı? Yaşadığımız dönemin hayatımızın her alanına, her hücresine biz istemesek dahi nasıl nüfuz edebildiğini görmüyor muyuz? Konjonktür elbet farklı, ama görünen o ki, gelecek nesiller yakın dönem tarihsel hadiselerimizin yoğunluğunu okurken, oldukça fazla “sıradan” hayat hikâyesi okumak zorunda kalacaklar. Zira resmî tarihi muktedirler yazar. (PMM/AS)
* Bir Alman’ın Hikâyesi / Hatırladıklarım (1914-1933), Sebastian Haffner, Çeviren: Hulki Demirel, Haziran 2018, 270 sayfa.