ABD Merkez Bankası’nın (FED) kararlarının ardından ABD Doları TL karşısında aşırı değer kazanıp borsa değer kaybedince başladı tartışma.
Dış borcu çok yüksek olduğu için eleştirilen Türkiye’yi de vuracak yeni bir krizin habercisi miydi bunlar, yoksa denetim altına alınabilecek dalgalanmalardan mı ibaretti.
Görüşlerini aldığımız DİSK Araştırma Daire Müdürü Dr. F. Serkan Öngel Türkiye açısından krizin çoktan kapıya dayandığını vurgulayarak kriz koşullarında ayakta kalmanın en önemli yolunun birlik ve dayanışma zemininin güçlendirilmesi olduğunu söyledi.
“Bunun için kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine karşı daha kolektif bir yaşam tarzını örgütlemek gerekiyor.
“Gezi direnişinin ortaya koyduğu, sistem dışı bir dayanışma platformunun inşası en büyük ihtiyaç. Ortak mutfaklar, ortak dayanışma alanları yaratılmalı. Park forumları deneyimi bu anlamda son derece önemli.”
Yakın gelecekte Türkiye’de bir kriz olasılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye açısından kriz çoktan kapıya dayandı. Son derece kırılgan bir yapıya sahip olan Türkiye ekonomisi, dış etmenlere bağımlı bir karakter gösteriyor.
Sıcak para girişi ve dış finansman ekonominin temel besini durumunda. Bu anlamda küresel ölçekte uygulanan faiz politikaları son derece kritik bir önemde.
Sıcak para girişine dayalı bir ekonomik genişleme modelinin tercih edilmesi riskleri ve bağımlılığı artıran bir unsur.
FED kararlarına bağlı olarak Türk Lirası’nın hızla değer kaybetmesi, AKP hükümeti döneminde devasa boyutlara ulaşan özel sektör borçlarını katlanılamaz bir noktaya taşıyacaktır.
2013 yılının birinci çeyreğinde özel sektörün toplam dış borcu 240 milyar dolar seviyesindedir.
2002 son çeyreğinde bu tutar toplam 43 milyar dolar seviyesindeydi. Yaklaşık 6 katlık bir artıştan söz ediyoruz. Bu özel sektörün 200 milyar dolar ek dış kaynak kullandığını gösteriyor.
Özel sektör bu denli büyük bir borcun altına AKP’nin para politikalarına güvenerek girdi. Bunun bedeli ağır olabilir.
Ana hatlarıyla olası krizin nedenleri nedir?
2000’li yıllarda Türkiye küresel ekonomiye bütünüyle teslim oldu. Küresel ölçekte yaşanan en ufak dalgalanma Türkiye’de güçlü bir biçimde hissediliyor.
2008 krizin etkisinin ekonomik büyüme oranlarına en çok etkisinin hissedildiği 2009 yılında dünya ekonomisi yüzde 0,52 küçülürken, Türkiye yüzde 4,62 oranında küçülmüş, bu durum topluma “ekonomik kriz bize teğet geçti” diyerek yutturulmaya çalışılmıştı.
Oysa Türkiye 184 ülke arasında krizden en çok etkilenen 31. ülkeydi.
2007, 2008, 2009 yılları için ortalama büyüme oranı yaklaşık olarak yüzde 0 olarak gerçekleşmişti.
Kriz “gelişmiş ülkeler” kategorisindeki ülkelerin krizi şeklinde yaşanırken, “gelişmekte olan ülkeler” kategorisinde yer alan ülkeler büyümelerini sürdürdüler.
Şimdi kriz bizimde içinde yer aldığımız “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki ülkeleri hedef almış durumda. Bunun etkisinin beklenilenden daha kötü sonuçlar vermesi mümkün. Türkiye’de sanayi üretimi yüksek oranda ithal girdiye bağımlı. Enerjide dışa bağımlı bir yapı var.
Bu durumda Türkiye nasıl bir politika izlemeli?
Türkiye ekonomisi IMF patentli bir ekonomi. Uygulanan sıkı mali politikalarla, yapılan özelleştirmelerle, başta sosyal güvenlik alanında olmak üzere işçilerin emeği üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan “tasarruflar”la, yüksek dolaylı vergilerle, açığa çıkan kaynakların belli kesimlerin elinde toplandığını görmek mümkün.
Toplumun kaynakları, adil bir biçimde dağıtılmıyor. Buna karşın krizlerin bedelinin halka fatura edilmeye çalışıldığını biliyoruz.
Büyük olasılıkla hükümet aynı sınıfsal tercihe dayanarak emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik yeni ve kapsamlı bir saldırıyı gündeme getirecektir.
Ancak yapılması gereken işten atılmalara, işçilerin gelir güvencesinin ortadan kaldırılmasına, esneklik dayatmalarına, işsizliğe ve kötü çalışma biçimlerine karşı etkin politikalar geliştirmektir. Şirketleri değil, işçileri korumayı esas alan bir yaklaşım esas alınmalı.
O halde krizin çalışma koşullarından yaşam tarzlarına Türkiye’deki insanların hayatına yansıması nasıl olabilir?
Kriz koşullarında, işletmelerin ilk tercihleri işçileri işten çıkartmak oluyor.
İşsizliğin ve ücretsiz izinlerin baskısı altında, insanların tüketim tercihlerinin hızla değişeceğini, kredi borçlarının artacağını, kiraların ödenmemeye başlayacağını, ciddi bir yoksullaşma dalgasının yaşanacağını daha önceki krizlerden biliyoruz.
Yine fiyat artışları, yeni vergi ve zamlar gündemimize gelecektir.
Kriz koşullarında ayakta kalmanın en önemli yolu birlik ve dayanışma zemininin güçlendirilmesidir. Bunun için kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine karşı daha kolektif bir yaşam tarzını örgütlemek gerekiyor.
Gezi direnişinin ortaya koyduğu, sistem dışı bir dayanışma platformunun inşası en büyük ihtiyaç. Ortak mutfaklar, ortak dayanışma alanları yaratılmalı. Park forumları deneyimi bu anlamda son derece önemli.
Yerel dayanışma ağlarına ihtiyaç var. Bu dayanışma ağları bir mücadele zemini olarak örgütlenmeli. Bunun tersi yine diğer krizlerde yaşadığımız gibi işçi ve emekçilerin yalnızlaşması ve ağır yenilgisidir. (YY)
* Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2007'de yüzde 4,7 büyüdü. Küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2008'de büyüme yüzde 0,7 oldu. 2009'da ise Türkiye ekonomisi yüzde 4,7 daraldı.