Bütün bu sorular şu anda kadın hareketinin gündeminin en sıcak konusu olan Türk Ceza Kanunu (TCK) taslağı oluşturulurkenki süreçte tartışılıyordu.
İşin ilginç, belki de en zevkli ve toplum açısından da yararlı yanı, tartışmanın sadece kadın hareketinde kalmaması, güncel medyanın da gündemine taşınmasında oldu. Ancak, her tartışma gibi bunun da kavramlar ve tanımlar açısından aydınlanması ve belirginleştirilmesi gereken noktaları var. Bunların bir an önce yapılması da çok elzem.
Yoksa, Meclis görüşmeleri eylül ayına sarkan TCK taslağı, kadının insan hakları açısından istenen düzeyin çok altında kalacak. Namus cinayetleri gibi Türkiye'nin kanayan bir yarasına yine çözüm getirilmeyecek.
İki temel tanım
Namus cinayetleri genellikle kadına yönelik işlenir. Yaygın erkek egemen sistemin bir kontrol mekanizması olarak ortaya çıkan bir yargısız infaz türüdür. Dolayısıyla benim tanımıma göre, namus cinayetlerine içinde yaşadıkları toplumun âdetlerine, törelerine, ve kültürel yaptırımlarına/uygulamalarına ters düşen değerlere ve standartlara inanan veya inandığı düşünülen kişiler maruz kalır.
Önemli bir nokta, bu maruz kalan kişilerin çok büyük bir çoğunlukla kadın veya kız çocukları olmalarında yatmaktadır.
Namus cinayetleri sadece kadının "zina suçu durumunda" ortaya çıkmaz. Genç bir kadının kendi tercih ettiği biriyle evlenmeyi seçmesi bile "namus" uğruna infaz edilmesi için yeterli bir sebeptir. Töre cinayetleri ise ülkemiz özelinde feodal sistemle ve bu sistemde yaşayanlarla ilişkilendirilir. Aşiret içi ve aşiretler arası cinayetler ve kan davaları bu terimin altında yer alır.
Her ne kadar kadınlar da töre cinayetlerinin mağduru olsalar da, kadınların bedenleri ve hayatları ile ilgili özerkliklerini ifade etmeleri ve kadınların bireyselleşmesi ile ilgili içinde bulunduğu topluma karşı ortaya çıkışları burada kastedilmez. Burada önemli olan, o aşiret yapısının ve feodal sistemin içerisinde düzenin sürdürülmesidir. Çok kabaca bir genellemeyle bu cinayetlerde daha çok erkekler diğer erkekleri öldürür.
Irkçı sapmalar
Yine çok kabaca bir ifadeyle, namus cinayetleri kadının bedeni ve hayatı üzerindeki özerkliğini denetlemek için oluşmuştur. Töre cinayetleri ise feodal sistemin sürdürülmesi için vardır. Yani feodal sistemden çıkılıp daha değişik toplum biçimlerine geçildiğinde töre cinayetleri ortadan kalkar.
Ne var ki eril yaygın düzenin bir parçası olan namus cinayetleri her türlü toplum düzeninde sürebilir/sürmektedir. Çünkü namusta esas olan erkeğin ve eril düzenin kadın üzerindeki kontrolüdür. Türkiye'deki "Namus mu, töre mi" tartışmasının öteki boyutu da oldukça düşündürücüdür. Bazı üst düzey yetkililer tarafından çok açık bir şekilde bu yargısız infaz türünden bahsederken "bu cinayetlerin Türkiye geneline ait bir şey" olmadığı "ülkemizin sadece Güneydoğu Anadolu bölgesinde" bulunduğuna dair saptamalar yapar. İşin açık seçik Türkçesi ile burada söylenmek istenen şudur: Bu, bir Kürt meselesidir. Kürtler kadınları öldürürler. Ülkenin geri kalanında yaşayanların böyle bir derdi yoktur.
Böylesine ırkçı bir saptamaya verilecek pek çok bilimsel cevap var. Kısaca şunu belirtebiliriz. Namus cinayetleri ne sadece bir Kürt meselesidir ne de bir Türk meselesi. Bugün namus cinayetlerinin en yoğun yaşandığı iki ülkeden ikisi olan Brezilya ve Arjantin'de Kürtler mi kadınları öldürüyor?
Komisyonun tutumu
TCK taslağını şekillendiren komisyonun, Türkiyeli kadınlar ve erkekler için böylesine önemli bir konuda üzerine düşen görevi yapmaması endişe verici. Adalet Komisyonu'nun çalışmalarını yakından takip eden TCK Kadın Platformu, tasarının mevcut haliyle çağdaş, demokratik bir hukuk devletinde bulunması gereken normlarla ve Avrupa hukukuyla bağdaşmadığını belirtti.
Tasarının namus cinayetlerini tanımlayan düzenlemesi yenilik getirmiyor. Kadın Platformu'ndan temsilciler, "Namus saikiyle öldürme suçu nitelikli insan öldürme maddesi altına alınsın dedik, ki bunun cezası da ağırlaşmış müebbettir" diyorlar. Dolayısıyla böyle bir düzenleme devletin bu yargısız infaz türünü ortadan kaldırma konusundaki niyetini belli eder. Gereken özeni gösterip göstermediğine işaret eder.
Komisyon ise bu konuda kadının insan hakları savunucularının beklentilerine cevap vermiyor. Komisyon bu tutumuyla sadece kadın hareketinin arzularıyla çelişmekle kalmıyor, devletin ve hükümetin kendi içinde getirmek istediği kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırma konusunda heyecan verici ve güzel gelişmelerle de çelişiyor.
Diyanet'te yenilik
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın şimdikiye kadar hiçbir şey söylemediği kadının insan hakları alanında çok önemli ve çarpıcı gelişmeler var. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu'nun 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde İngilizce ve Türkçe yayımladığı kadının insan hakları konusundaki basın bildirisi, İslam korkusunun çok kuvvetli estiği şu günlerde dünyanın pek çok yerinden ses getirdi. Batılı din karşıtı radikal feminist yazarların bile hayranlığını uyandıran bu gelişmeler ümit verici.
Kadına yönelik şiddet ve namus cinayetleri, cuma günlerinin hutbe konuları arasına girdi. Din açısından, namus saikiyle öldürmenin meşrulaştırılamayacağı bu hutbelerde anlatılıyor. İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği'nin (Mazlum-Der) Diyanet İşleri Başkanlığı ile imzaladığı protokol çerçevesinde yapılan Avrupa Birliği (AB) destekli projede ise Ege Bölgesi'ndeki imam ve Kuran kursu öğretmenlerine insan, kadın, ve çocuk hakları anlatılıyor.
Dışişleri atağı
Dışişleri Bakanlığı'nın kadına yönelik şiddet ve kadının insan hakları konusunda uluslararası platformda gösterdiği gayretler ve aldığı başarılar da çok umut verici. En son olarak, iki yılda bir yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun Üçüncü Komitesi'nde, namus cinayetleri ile ilgili kararı Dışişleri ve İngiltere devletiyle birlikte masaya yatırılıyor.
57. Oturum'un 102 numaralı gündem maddesinde yer alacak, "Namus adına kadınlara yönelik işlenen suçların önlenmesi doğrultusunda çalışmak" başlıklı karar bu konuyla ilgili çok önemli bir belge.
Dışişleri Bakanlığı'nın böylesine önemli bir karara imza atan ülke olmak üzere İngiltere ile işbirliğine girmesi ve Diyanet'in toplumsal cinsiyet duyarlı böylesi atılımlar atması, Türkiye'nin uluslararası insan hakları ve kadın hakları alanında imzaladığı belgelerle herkese parmak ısırtan gerçek bir uyum süreci ortaya koymakta. Meclis Adalet Komisyonu'nun uygulamaları ise Türkiye'nin şimdiye kadar imzaladığı ve izlemeyi kabul ettiği pek çok uluslararası normla ters düşmekte.
Bütün bu gelişmeler akla şu soruları getiriyor: Sadece Ali Bardakoğlu ve Dışişleri Bakanlığı ile Türkiye'de kadının insan haklarında istenilen noktaya gelinilir mi? Ya da AB sürecinde bu yeni TCK taslağı ile müzakerelere oturulabilinir mi?
Dışişleri böylesine önemli bir kararı BM'de ev sahibi olarak masaya yatırmaya hazırlanırken komisyon'un niyeti nedir? Komisyon, TCK Kadın Platformu gibi bir sivil hareketi ve devletin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri göz önüne almayı reddediyorsa, ne yapmalı, kimden yardım istemeliyiz? (LP/BB)
* Leyla Pervizat, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü'nde doktora öğrencisi