Kitabında, henüz şehit olmadığı için adını verememiş olduğunu; ama artık bu kahramanın tarihimizin altın varaklı sayfalarına geçme zamanının geldiğini belirtiyor. Adı, Sabah Ketene imiş. Türkmen kökenliymiş. Çölaşan, kitabından söz konusu bölümü aktarıyor. Bir gün bir devlet büyüğü Çölaşan'a, "Tanıdığım gerçek bir kahraman var. Sizin yazılarınıza hayranmış. Mutlaka tanışmak istiyor" diyor ve tanışma o devlet büyüğünün de katılımıyla gerçekleşiyor. Ketene, "süklüm püklüm" görünüşlü, hiç de kahramana benzemeyen bir adam. Ama "uzun uzun" sohbette "hiç çekinmeden" anlattıkça devleşiyor. Çölaşan, "Onları olduğu gibi yazabilmek isterdim" dedikten sonra yazabildiklerine geçiyor.
Yazamadıklarını artık siz bir düşünün. Çünkü ilk kahramanlık öyküsü şöyle: Ketene'ye, "aslan gibi çocuklar" diye sözünü ettiği ekibiyle birlikte "bir ülkede" hedef veriliyor. "Kaldığı apartmanda asansörün önünde sıkıştırdık, en az on kurşun yedi. 'Ölmüştür' diye bırakıp gittik. Fakat adam yedi canlıymış. Altı ay hastanede yoğun bakımda kaldı ve sonunda düzelip çıktı. Onu bitiremedik. Fakat bundan sonra işe yaramaz."
Bu soğukkanlı suikast öyküsü, evet anladınız, Çölaşan tarafından bize kahramanlık olarak menkıbe makamında sunuluyor.
Yine bir gün Erbil'de PKK'nin bir binasını bombalama görevi nasıl gerçekleştirilmiş dersiniz? "Abi bu sefer canımız çıktı... Tam üç ay sabah 4'te kalktım, fırından simit aldım ve binanın çevresinde sattım. Böylece geleni gideni öğrendik. İş geldi bombaları yerleştirmeye. Bir gece sabaha karşı dükkânların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik. Bina yok oldu. İçerideki yirmi sekiz (PKK'lı) kişi de aynı akıbete uğradı. Ama bu sefer çok yoruldum. Zor bir işti. Ankara'ya yolum düşünce size uğramak istedim".
Bir gazeteciyle bir suikastçı arasında, basit insanlık hallerinden dem vururmuşcasına asude geçen bu sohbet, kanınızı dondurmuyor mu?
Tatlı tatlı anlatan kahraman, kısa süre önce 28 kişiyi birden havaya uçurmuş, hayran olduğu yazara bir yorgunluk kahvesine uğramış. Arkasında daha kim bilir kaç leşin olduğunu bilemiyoruz, ama Çölaşan anlatmaya gururla devam ediyor.
Uluslararası kahramanlık
Bu kez konu, PKK terörünü desteklediği 'belli olan' ülkenin cezalandırılması. Ketene anlatıyor: "Malzemeleri ayrıca gönderip o ülkeye geçtik. Onların turistik yörelerinde birkaç bomba patlattık, oraları da derhal boşaldı. Onların başkentinde, metronun önünde bir patlama oldu ve halk paniğe kapıldı. Sonra dikkat ettiyseniz, o ülkede de çok büyük orman yangınları çıktı. Güzelim ormanlarına yazık oldu. Ama bizi sabote eden yakınımızdaki ülke pabucun pahalı olduğunu ve ne ekerse onu biçeceğini görmüş oldu. Bir daha bu gibi işleri açıktan yapamadılar."
Demek onlar da Ketene ve arkadaşları gibi gizli yöntemlerle sürdürmek zorunda kaldılar mücadelelerini.
Merhum kahraman İstanbul'da açtıkları göstermelik turizm bürosu vergicilerin denetimine uğrayınca devreye giren Maliye Bakanı'nın vergicileri nasıl durdurduğunu da anlatıyor. Yanılmıyorsak, kahramanının devlet gözünde de ne kadar saygın ve korunaklı biri olduğunu belirten kısmı, hikâyenin meşruluğunu vurgulama açısından gerekli görülmüş. Sonra da Çölaşan devreye giriyor: Yukarıda anlattığım kişiyi görseniz, asla dikkatinizi çekmez. Aklınıza onun bir kahraman olduğunu kesinlikle getirmezsiniz. Türkiye'de birileri her dümeni çevirirken, birileri de kelle koltukta en büyük işleri başarıyor. Keşke mümkün olsa da, kamuoyu onları tanıyabilse. Ama onlar hep gizli. Hep perdenin arkasında. En kutsal görevleri canları pahasına yerine getiren, kendilerini vatana adamış insanlar. Namussuzları, üçkâğıtçıları, vurguncuları çoğu zaman biliyoruz da, vatana millete hizmet eden o kesimi tanımıyoruz bile."
Türkiye'nin yitirdiği kahraman evladın üstlendiği kutsal görevlerin suikast, sabotaj, kundaklama olduğu anlaşılıyor. Hatırlayalım, bunlar Çölaşan'ın "yazabildikleri". Sabah Ketene'nin şehit düşmesi karşısında fevkalade hamasi dille bir yazı döşenirken Çölaşan, kendini mutlaka bir kuvvacı gibi hissediyor.
Onun dünyasında vatana tehdit oluşturduğuna karar verildiğinde, yok edilemeyecek can, vatanın hayrına görüldüğü takdirde sergilenmeyecek alçaklık yok. Pusu-kundaklama-orman yakma-halkı sindirme gibi eylemler vatanseverler arasında bir yorgunluk kahvesi eşliğinde neredeyse esprili bir dille konuşulacak meslek cilveleri.
Bu korkunç vatanseverlik tanımının böylesine fütursuzca sergilenmesinin ardında nasıl bir güç var diye düşünmez misiniz? Hukuk devleti diye mangalda kül bırakmayarak sahip çıktıklarının neye benzediğini görmüyor musunuz?
Çölaşan, bağlantılarına, meraklarına, operasyon dinleme hobisine bakılacak olursa, tarihe faili meçhul olarak geçmiş cinayetlerin bir kısmının faillerini biliyor, büyük ihtimalle.
Belki de gönlünce yazamadıkları arasında ne büyük kıvraklık ve sinsilikle katledilmiş tehlikeli unsurlar var. Belki henüz yaşayanların adlarını faş etmekten kaçınıyor. Övdüğü eylemlerin büyük suç olduğunu bilmediğini düşünmemiz mümkün değil. Ama yine büyük ihtimalle başına bir bela açılmayacağını iyi biliyor.
Biz de o "hep perdenin arkasında" duran katilleri epeyi uzun zamandır birer birer tanıyoruz. O "iyi çocuklar"ın marifetleriyle cehenneme çevrilmiş ülkemizde hepimiz 'kelle koltukta yaşıyoruz. Çölaşan'ı şaşırtan, bizi pek şaşırtmıyor. Haluk Kırcı da, Mehmet Ali Ağca da, Oral Çelik de öyle pek kahraman kesimli vatanseverler değildi. Ama onların eylemleriyle tanıştıkça ne kadar gözü kara, ne kadar kanlı olabildiklerini gördük.
Şehit anaları
İşte vatan adına böyle yazıların kaleme alınabildiği, yüzbinlerce okur bulduğu memleketimizde Kemal Kerinçsiz'in önlenemez yükselişi son derece kolay anlaşılır.
Kemal Kerinçsiz ve saz arkadaşlarının geceleri el ovuşturup rakı tokuşturup haftanın avını nasıl kovaladıklarını hayal edebilmek mümkün. Yüce Türk Adaleti'nin bu vatansever karşısında fazlasıyla çaresiz kaldığı dikkatinizi çekmiyor mu? Savcılar, Kerinçsiz'in açtığı davaların konusu olan metinlere bir göz atmıyor mu? Kerinçsiz'e, "Git bizi oyalama, burada ciddi işlerle uğraşıyoruz" diyebilen savcımız yok mu? Yoksa Kerinçsiz'in kendini bekçisi ilan etmiş olduğu ilkeler konusunda hukuk âlemimizin kafası karışık mı? Bu davaların reddi, cesaret mi istiyor yoksa?
Kendilerine kalkan ettikleri şehit ailelerine bakınca göze alamayacakları hiçbir şeyin olmadığı anlaşılıyor. Bu yolda her şey mubah. O acılı insanlara hediye ettikleri dile bir bakın.
Herkesin çocuğu gitsin, gerekirse herkesin çocuğu ölsün mücadelesinde tuhaf bir şey yok mu? O mahkeme kapısından bu gösteriye sürüklenen şehit analarının, acılarını biraz olsun yatıştırsın diye nefretten başka sarılacakları bir dil, bir duygu yok mu? Ölmüş evlatlarının anısını yaşatmak için ölüme tapan korkunç bir kültün çığırtkanları gibi mahkeme kapılarında kin kusmak kim bilir ne kötü geliyordur ruhlarına. Kim bilir nasıl yaralıyordur rüyalarını, savaşta öldürülmüş oğullarının hesabını gün boyu savaş tamtamları çalarak sormak?
Yaslarından ebedi bir seferberlik çıkarmış olmak? Bütün gençlerin ve çocukların ve yetişkinlerin kanlarının son damlasını görmeden yatışmayacak bir dünya kini. Hayata küfür. 10 çocuğum olsa 10'unu da bu vatana feda ederdim derken analık tanımının en arkaik yorumu, ürettikleri. Oğlun, savaşacak bilek olarak tanımı. Öldürecek. Ölecek. Ana rahminin bir silah fabrikası olarak tartıldığı bir dünya tasviri. Şimdi, Perihan'a "PKK'nın cariyesi" diye haykırırken zehre kesmiş acılarıyla vicdanın, merhametin, aklın çok ötesinden ses veriyorlar. Bütün palamarları çözülmüş, sürükleniyorlar. Oysa her fırsatta onların kollarına girip acılarını kalkan edinenler o kadar masum değil elbet. (YT/KÖ)