Feminist yazar Şirin Tekeli, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Kadın Sağlığı ve Kadın Hekimlik Kolu ile Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nın ortaklaşa düzenlediği II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi'nde "Bilimin Konusu Olarak Kadın Bedeni" başlıklı bir sunuş yaptı.
Tekeli, "kadın bedeni ve tıp ilişkileri" hakkında kişisel deneyimlerini aktararak başladığı konuşmasında, hekimlerin ideolojik ve kadın hastaların psikolojilerini gözetmeyen yaklaşımları ile kadını kendi hastalığı ve tedavisi süreçlerinden dışlayan tutumuna değindi.
Şirin Tekeli, "Sevgili kadın hekimler, dostlar" diye başladığı konuşmasında, şunları söyledi:
Yaralı da olsa bedeniyle barışık olmak
Hayatım boyunca, üçü de hayli önemli üç ameliyat geçirdim.İlki 1974'te, kısmen hekim hatasından kaynaklanan- teşhis için gereken tuşe'yi, ideolojik nedenlerle yapmamıştı- bir dış gebelik ameliyatı geçirdim. Ölümden döndüm. Öbür tüpte de benzer bir problem olma ihtimali nedeniyle, çocuk doğurma serüvenimi noktaladım.
1990'da kötü bir rahim miyomunu, gene bana göre Türkiye'deki doktorların ideolojik yaklaşımı nedeniyle gecikmiş bir ameliyatla güç bela atlattım. Bana "Miyom mu? Biz hormon falan kullanıp doğaya müdahele etmeyiz, bununla yaşarsınız, ölmezsiniz" dediler ama, karnımda küçük bir portakaldan bir tür kırkağaç kavununa evrilen bu kitleyle yaşamam mümkün değildi, bütün hareket kabiliyetimi kaybetmiştim. Eski üniversitemin polikiliniğinde (Lozan) ameliyat oldum: Hekimlerin ifadesiyle histeriktomi total. Yani, rahim, yumurtalıklar vs. alındı. Beş yıl yapay yoldan hormon aldım. Kurtuldum.
Son maceram da 2002'de geçirdiğim bir göğüs kanseri ameliyatı. Bu kez, göğsümdeki kitleyi farkettiğimde Fransa'daydım. Bir haftada tüm kontroller, biyopsi, testler yapılmış ve ameliyat olmuştum. Sonradan Türkiye'de yaraya bakan bir erkek hekim dostum, "Biz olsak göğsü bütünüyle alırdık; daha emniyetli olurdu...Fransız doktorların meme kanserine bile 'kadın psikolojisi' gibi yaftalarla yaklaşmalarını gülünç buluyorum" demişti.
Belki hekim olarak haklıydı ama, sağ göğsümün üçte ikisini alıp, küçük bir üçte birini bana bırakan Fransız doktoruma şükran borçluyum. Kadın psikolojisi denerek küçümsenen şey, aslında sizin yaralı da olsa bedeninizle barışık olmanızı sağlıyor. Denize girerken, mayo giyerken, bedenimden utanç duymuyorum.
Bilimlere kadın bakış açısıyla bakmak
1991'de İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları Bölümü kurulduktan sonra bir toplantı düzenlenmiş ve orada, "Bilimlerde Metodolojinin 'Kadın Bakış Açısından' İrdelenmesi" başlıklı uzun bir bildiri sunmuşum. Bildirinin sonunda "Kadın bakış açısıyla bilimlere bakmak bize yeni ufuklar açmaktadır; bütün düşünce alanlarında, tarihte, sosyolojide, iktisatta ufak ufak atılan bu adımlar her alanda benimsenmeli, yeni dernekleşmelere gidilmeli" demiştim. Bu yıl ikincisi düzenlenen "Kadın Sağlığı ve Kadın Hekimliği" toplantısı tam da bunu yapmakta.
O yazıda tıpla ilgili olarak da, bugün genel geçer bilgiler olması gereken şu keşiflerimi sıralamışım: Aslında sağlıkla ilgili insanlığın önemli tarihi adımlarını daima kadınlar atmışlardır. Zira, taa "avcı toplayıcı" toplumlardan beri, otları, bitkileri toplayan, kaynatan, sağaltıcı etkilerini keşfeden ilk hekimler kadınlar olmalıdır.
Yerleşik tarım toplumlarına geçildikten sonra da, daha "kutsal" bir nitelik atfedilerek, "doğurgan olduklarına göre doğanın dilini okuyanlar" kadınlar olmakta devam etti. Bereketi temsil ettiler, tohum geliştirdiler, hekimliği de sürdürdüler. Modern çağlara, 17. yüzyıla geldiğimizde, özellikle Doğu dünyasında, tek tük ünlü saray hekiminin dışında toplum hekimliğini "kocakarılar", "kocakarı ilacı" denen tedavi yöntemleriyle sürdürmekteydiler.
Bunun en ünlü kanıtlarından birisi, 18. yüzyıl başında büyükelçi kocasıyla birlikte İstanbul'a gelen ve kadın olması hasebiyle, başka hiç bir seyyahın sahip olmadığı "harem"e, kadınların dünyasına girme ayrıcalığını elde eden Lady Mary Montagu ile ilgilidir. Leydi, haremle ilgili yaptığı, kendi Batılı dünyasına kimi ciddi eleştiriler getirmesine de yol açan gözlemlerinin yanısıra, o sırada kadınlar tarafından uygulanan "çiçek aşısı"nı öğrenmiş, ülkesine dönerken bu çok değerli bilgiyi götürmüştür. Batı dünyası, Lady Montagu'yü "insanlığa" yaptığı bu önemli katkıyla tanır.
Kadınlara yönelik bir tür soykırım: Cadı avcılığı
Ancak, o dönemde Batı'da kadınlar tüm ortaçağ boyunca sahip oldukları benzer hekimlik statülerini kaybetmekteydiler. Kilise ve erkek hekimlerin (hekim loncalarının) işbirliği ile yürütülen, bir tür "soykırım" olan "cadı avcılığı" yoluyla kadınlar meslekten sürülmüşler, yok edilmişlerdir. Suçları neydi? Esas olarak, kilisenin yasakladığı kürtaj ve doğum kontrolü araçlarını kullanarak, çok çocuk doğurmak sonucu sağlıklarını ve hayatlarını yitiren kadınları ölümden kurtarma çabasıydı.
Modern Çağ: Hekimler yerine hemşireler
Sonrası iyi biliniyor. Modern çağa gelindiğinde artık kadınlar hekimlik mesleğinden tamamen dışlanmışlardır. 1856 Kırım Savaşı'ından sonra, Florence Nightingale'in öncülüğünde meslekten hastabakıcı, yani erkek hekimin yardımcısı statüsünü kazanmak için mücadele vermişlerdir. Tıp fakültelerinin kapılarını kadınlara açması yenidir. Birçok Batı ülkesinde 20. yüzyıl başına gider.
Nobel Ödülleri ve kadınlar
Şimdi, 20. yüzyılda olan bitenlere göz atmak istiyorum. Bunun için en kestirme yol, Nobel ödüllerinin zaman içindeki evrimine bakmak. Bütün ödülleri ele almayacağım, ama şu kadarını söyleyeyim ki, ödüllerin başladığı 1901 ile 2009 arasında, ödül verilmeyen I. ve 2. Dünya Savaşı yılları bir yana bırakıldığında 100 yıllık bir dönem sözkonusu.
Bu dönem içinde ödül verilen kadınlar, bir avucu geçmez. En düzenli olarak kadınların onurlandırıldığı dal, her şeye rağmen, "edebiyat"tır ve 1909'da Selma Lagerlöf ile başlayan bu dizide, 1926, 1928,1938,1948 gibi makul (!) aralıklarla edebiyat ödülünü dünyanın her bir yanından kadınlar kazanmışlardır.
Bilim ödüllerinde durum çok farklıdır. Nobel kazanan ilk kadın Marie Curie'dir. İlk kez fizik ödülünü kocası Pierre'le birlikte kazanır. Ancak, bilim tarihinin istisnai bir dehasıdır ve1911'de, ikinci kez, kimya ödülüyle ödüllendirilir (bu onura sahip olan tek Nobellidir). Kızı ve damadı da yıllar sonra ödülü gene birlikte kazanacaklardır. Uzun yıllar, ödül kazanan kadınların özelliği, ödüle eşleriyle birlikte layık görülmeleridir.
1947 tıp ödülünü kazanan Carl Frederick Cori ve karısı Gerty Theresa Cori gibi. 1947'den 1977'ye kadar bir daha bir kadın tıp nobeli görmüyoruz. O yıl, üç kişilik ekip içindeki Roselyne Yallow ödüllendirilmiş. 1983'te Barbara McClintock, genetik üzerine çalışmalarıyla tek başına tıp ödülünü almış, 1986'te Rita Levi-Montalcini, büyüme faktörleri konusundaki iki kişilik bir ekip çalışmasıyla ödülü almış.
1988'de Gertrude B. Elion üç kişilik bir ekiple tedavi alanındaki çalışmaları için ödüllendirilmiş, 2004'te Linda B. Buck iki kişilik bir ekiple koku alma konusundaki çalışmasıyla ödül almış ve nihayet, 2009'ta tarihte ilk kez, kromozomlar üzerine çalışmalarıyla ödüllendirilen üç kişilik ekip içerisinde iki kadın, Elisabeth H. Blackburn ve Carol W. Greider ödüle layık bulunmuşlar.
Bu kısa tarihe biraz dikkatli bir gözle bakıldığında, kadınların bilim tarihindeki yerinde 1983'ten bu yana bir hızlanma görülüyor. Bunun, 1970'lerde Batı dünyasını çok derinden etkileyen "feminist kadın hareketi"nin bilimler üzerinde yarattığı doğrudan etkiyle açıklanabilmesi büyük bir olasılık.
Kadınlar harekete geçiyor
Gerçekten de, bu dönem, bilim kadınlarının kendi mesleklerine, orada kadınlara verilegelen yere kadın bakış açısından eleştirel bir gözle bakmaya başladıkları, üniversitelerde kadın araştırmaları bölümleri kurdukları, araştırma ekiplerinde yer almak ve araştırma fonlarına talip olmak için zorlu bir mücadele başlattıkları yıllardır. Laboratuvarların karanlık köşelerinden çıkıp kendi adlarına bilim yapmaya talip olmuşlardır.
Günlük hayattan çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Amerika ve Avrupa'da, Margaret Sanger gibi doğum kontrolü araçlarının geliştirilmesi için 20. yüzyıl başlarında, başka bir deyişle ilk feminist dalganın rüzgarından yararlanan kadınların başlattığı ivme 2. Dünya Savaşı sonrasında durulmuş, hatta unutturulmuştu.
Gerek doğum kontrolü araçları, gerek kadınları birinci derecede etkileyen göğüs ve rahim kanserleri üzerine çalışmalar, gerekse o tarihe kadar pek doğal görüldüğü için hekimlerin dikkatinden kaçan, ama kadınların hayatını altüst eden "menopoz" gibi sadece kadınlara özgü alanlarda ciddi araştırmaların başlaması, kadın hareketlerinin tıp camiası üzerinde bir baskı grubu olarak etkisini duyurduğu yetmişli seksenli yıllara rastlar.
Geçerken, bu yıl ABD'de piyasaya sürülen ilk doğum kontrolü haplarının ellinci yılının kutlandığına da bir selam durmak gerekir.
Önce ABD'de yasallaşan bu haplar, yasak yollardan sınırları geçerek Avrupa'yı fethetti. Ama yasallaşması zaman alacaktı. Bu arada belirteyim ki, doğum kontrolü çabalarının sadece kadınlara yüklenmesi, bu alanda erkeklerle ilgili çalışmaların sürekli ertelenmesi bir skandal olarak görülebilirse de, ben şahsen, erkeklere güvenilemeyeceği genel prensibinden yola çıkarak, bu yüksek bedeli, kadınların ödemesinin kaçınılmaz olduğunu düşünenlerdenim.
Uçkurun nihai kontrolü bizde olsun, yeter! 1970'lerin ünlü bir feminist sloganını kullanarak söylersem, "İstediğimiz kadar çocuğu istediğimiz zaman" doğurmaya biz kadınlar karar vermeliyiz.
Rosalin Franklin: Katkısı bilinse de jüri ödül vermedi
Nobel konusunu kapatmadan önce, muhtemelen pek çoğunuzun bildiği, ama bilmeyenlerin de mutlaka bilmesi gerektiğini düşündüğüm, bana göre çok hazin, hatta trajik bir bilim kadını öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum: Rosalin Franklin (1920-1958).
Rosalin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, henüz kadınların okutulmadıkları, zira evlenip çoluk çocuğa karışmalarını öngören Victoria dönemi değerlerinin, 1910'lu yıllarda İngiltere'yi şaşırtan ve sarsan sufragist (oy hakkı) harekete rağmen üst ve orta sınıflarda geçerli olmayı sürdürdüğü bir dönemde, varlıklı bir Yahudi banker ailesinin kızı olarak dünyaya gelir.
Liberal düşünceli babası ona bir şans tanır. Rosalin Cambridge'de fizik, kimya ve biyoloji okur. Kristallerin fotoğrafları konusunda öncü çalışmalar yapar.
O sırada Cambridge'de DNA üzerine çalışmalar yürütmekte olan Watson ve Crick ekibi çıkmaz bir yola sapmıştır. Yanlış bir hipotez geliştirmişlerdir. Ne var ki, gene Cambridge'de, Rosalin'in çalıştığı ekipten Wilkins, onun çalışmalarını yakından izlemektedir ve Rosalin'in bilgisi dışında onun kristal fotoğrafları ile istatistik dizilerini Watson ve Crick'e servis eder. Böylece doğru hipotezi bulan ekip DNA'nın yapısını çözer.
Bu çalışmayla Watson, Crick ve Wilkins, 1962'de "double helix" konusundaki keşifleriyle Nobel tıp ödülünü kazanacaklardır. Ne var ki, bundan bir kaç yıl önce Rosalin, 37 yaşında kanserden ölmüştür. Aslında DNA çalışmasına katkısı bilinmekle birlikte Nobel jürisi, ödülün ancak hayatta olanlara verildiği ve üçten fazla kişiye verilmediği gerekçesiyle Rosalin Franklin'in bilime olan büyük katkısını görmezden gelir.
Bunda anti-semitizm kadar, bilim dünyasının o zamanlar genel geçer bir kuralı olan "maşizm"in etkili olduğu çok açıktır. Nitekim, sonradan yayınladığı hatıralarında Watson (1968) Rosalin'den bahisle son derece cinsiyetçi ve küçümseyici bir tavır sergiler. Hatta, Crick'le aralarında geçen bir konuşmada Rosalin'le ilgili olarak "ben kadının akıllısını değil, iri memelisini severim" lafını eder.
Nitekim sonradan, Rosalin'in yakın arkadaşı Sayre, yükselmekte olan 70'ler feminizminin ivmesiyle Rosalin'i savunan, yenen hakkının iadesini isteyen bir kitap yazar; bu polemik yakın zamana kadar sürer (bkz. Mick Jackson'un 1987'de çevirdiği çok etkileyici TV filmi, Life Story ve Brando Madox'un 2002'de yayınladığı, Rosalin Franklin, The Dark Lady of DNA kitabı gibi...) ve hâlâ sürmektedir.
Türkiye'de feminizm
1962'den bu yana köprülerin altından çok su aktı. Artık, her bilim dalında, tıpta da, kadınlar önemli araştırmalara, ekip şefi olarak imza atıyorlar.
Peki, bizde durum nasıl? Bunu, önümüzdeki günlerde bu toplantıya sunulacak bildiriler ortaya koyacak. Ben heyecanla bu sonuçları beklerken, son söz olarak size, 1980'li yılların başından itibaren İstanbul'da ve ardından başka yerlerde feministlerin başlattıkları "topyekun" mücadele hakkında birkaç anımı aktarmak istiyorum.
Başta da söylediğim gibi, Dr. Şahika, Dr. Rezzan, Dr. Huri, Gülnur, ben, 1975 ile 1980 yılındaki askeri darbe arasında üniversite sorunları üzerinde kafa yoran asistanlar derneği TÜMAS'ın üyesiydik. Hatta kadınlar konusundaki ilk bilinçlenmemiz, TÜMAS bünyesinde, daha feminizmin "f"si bilinmezken, el yordamıyla başlamıştı. Yola, şaşırtıcı biçimde "kişisel" olandan başlayarak çıkmıştık.
Bizler de kendi dallarımızda uzman kişilerdik, ama, birden farkettik ki, her hafta yapılan uzun tartışma toplantılarımızda, sadece bir kaç ağzı laf yapan erkek arkadaşımız söz alır, biz söze karışmaya cesaret edemezdik. Neden, diye sorduk kendimize ve bir alt-komite oluşturduk. Bir tür dertleşme platformu da sayılabilecek bu komitede, pekala ders verebildiğimiz halde, kamuoyu önünde konuşmaktan bizi alıkoyanın ne olduğunu keşfe çalıştık.
Sonra darbe oldu; ben, Gülnur, başka birkaç arkadaş daha üniversiteden istifa ettik. Ve, yarım bıraktığımız bu toplu düşünme sürecini, YAZKO'nun önerisiyle 1981 Aralık ayından itibaren feminist "bilinç yükseltme" toplantılarında sürdürdük.
Keşiflerimiz gerçekten çok ilginçti. O tarihe kadar "kadın sorunları"na daha çok, sol bir perspektiften ve kadınların kamusal hayattaki statüsüne odaklanarak bakılırdı: Çalışma hayatında kadın, eğitimde kadın, siyasette kadın v.s. Benim doçentlik tezimde de bu konular irdelenmişti (Kadınlar Toplumsal-Siyasal Hayat, Birikim, 1982).
Ne var ki, sadece bir kaç yıl sonra,1981 sonunda bu meseleye eğildiğimiz zaman, 1970'lerden beri Batılı kadınların çok ciddi bir feminist mücadele başlattıklarını, bu mücadelede eksenin kamusal hayattan, özel hayata, başka bir deyişle kadın bedenine kaymış olduğunu gördük. Artık, kadınlar eğitilmiyor, mesleklerden dışlanıyor ya da alt kademelerde tutuluyorsa, bunun nedeni, toplumdaki yerleşik patriarchal/ataerkil ilişkiler sistemi nedeniyle "kadınların bedenine, emeğine, kimliğine" erkekler tarafından el konulması idi.
Dünyanın her yanında kadın bedeni, feminist mücadelenin temel birimi olmuş, strateji de "özel olan politiktir" şeklinde belirlenmişti. Ev işi, ev dışında çalışsa da, çalışmasa da her kadının işiydi; çocuk ve yaşlıların bakımı (caring) onlara düşen asli görevdi. Dolayısıyla kamusal alana, işe, mesleğe, siyasete ayıracak zaman ve güç bulmak kadınlar için neredeyse imkansızdı.
Bu durumda önemli olan, kadınların bilinç yükseltme yoluyla, sadece kendilerine özgü sandıkları bedene ve özel hayata ilişkin sorunlarının "ortak niteliğinin" kavranması ve mücadelenin buna göre yeniden kurgulanmasıydı.
Fransız ve Amerikalı kadınlar önceliği kürtaj hakkına verdiler ve bu hakkı zorlu mücadelelerden sonra kazandılar. Örneğin Fransa'da 1942'den beri kürtaj, kilisenin etkisi altında gerici Vichy hükümeti tarafından, ölüm cezasıyla cezalandırılan bir cürüm haline getirilmişti. 1974'te kabul edilen ve yasayı geçiren kadın bakanın adıyla anılan Simone Veil yasası ile kürtaj, sadece kadının seçimiyle kararlaştırılan ve masrafları sosyal sigortalarca karşılanan bir hak haline geldi.
İtalya'da binlerce kadın, boşanma hakkı için sokaklara döküldü. Almanya'da kadınlar yerleşik aile ideolojisinin kadınları eve hapseden değerlerine karşı ayaklandılar.
Ve nihayet Türkiye'de mücadele 1987'den itibaren kadın bedenine yönelik şiddet üzerinde yoğunlaştı. Zira, aile içinde koca dayağı (evli kadınların yüzde 35'i), sokakta ve işyerlerinde sık sık rastlanan cinsel taciz, sayıları dehşet verici boyutlara ulaşan tecavüz olayları, namus cinayetleri, ve son olarak bugün tam anlamıyla bir "cinnete" dönüşmüş görünen, kocaların boşandıkları eski karılarını öldürmeleri gibi biçimleriyle kadınlara yönelik şiddet, ürkütücü bir toplumsal sorun haline dönüşmüştü. Onun için, bildiğim kadarıyla, dünya genelinde kadın bedenine yönelik şiddetin, feminist mücadelede sadece Türkiye'de bu kadar merkezi bir yer tuttuğunu görüyoruz. Ateş düştüğü yeri yakar!
Ama, kuşkusuz kadın bedeniyle ilgili sorunlar sadece şiddetle sınırlı değil. 1980'lerin başındaki ilk keşif günlerimizde "Our Bodies Ourselves" (Bedenimize Sahip Çıkalım) gibi çok ünlü birkaç kitabı Türkçeye çevirmeyi planlamıştık.Yapamadık. Buna karşılık, 1990'da ilk baskısı yapılan, yirminci yılında bu yıl dördüncü baskısı çıkan, "Kadın Bakış Açısından Türkiye'de Kadınlar" (İletişim) adlı ortak kitabımızda Arşalus Kayır, "vajinismus" u gündeme getirdi.
O yıllarda Duygu Asena da yayınladığı, Kadınca, Kim gibi dergilerde, cesaretle kadınların "orgazm" hakkını savunuyordu. Sonunda, kadın bedenine kadın bakış açısından yaklaşmanın feminist militanları aşan ve öncelikle kadın hekimleri ilgilendiren tıbbi bir hedef de olduğu kavrandı. (ŞT/BB)