Burada -hemen başlangıçta söyleyeyim- şu kolayca tespit edilebilir: neoliberal olarak tanımlanan kürselleşme modeli insanlığın çoğunluğu nezdinde çok açıkça suçludur ve bu küreselleşme modeli zorunlu olarak militer bir düzen üzerinden gerçekleşmektedir, çünkü sadece ve sadece artan bir oranda baskının kullanılmasıyla kendini devam ettirebilir. Bu aynı zamanda sağlam bir silahlanmayı ve her an kullanımı olası kitle imha silahlarını da barındırmaktadır -bunlar arasında atom silahları bu küreselleşme modelini devam ettirmek için mantıklı bir çabanın sonucu olarak gündemde kalmaktadır.
Bu merkezi konuya daha yakından değinmeye geçmeden evvel tarihsel süreç içinde küreselleşmenin farklı modellerinin olduğuna ve özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar iki farklı küreselleşme modeline ilişkin birkaç söz gerekli gibi geliyor. Birinci model ikinci dünya savaşından yetmişli yılların ortalarına kadar süren, ilk 30 yıllık dilime hakimdi diğeri ise bugün hakim olan ve 25 yada 30 yıldan beri yaşadığımız küreselleşme modelidir.
Küreselleşme ve Sömürgecilik
Küreselleşme yeni bir şey değildir. Dünya her zaman küreseldi. Ancak ilginç bir biçimde küreselleşme eski dönemde, yani Yeni Çağ ve Kapitalizmin başlangıcı öncesinde pek çok olumsuz ama bir o kadar da olumlu görünüşlere sahipti -belki günümüzdeki modern küreselleşmeden daha fazla. Elbette tarihsel süreç içinde büyük ölçülerde ölümler meydana geldi, ancak o dönemki biçimi içinde küreselleşme, daha az gelişmiş halklara yükselme şansı tanıyordu. Bu yüzden küreselleşme örneğin Avrupalılara o dönem kendilerinden ileride olan Ortadoğu'ya, Araplara yaklaşma şansı veriyordu. Bu, küreselleşmenin Yeni Çağ öncesi modeli; ya da daha kesin söylersek, pek çok bölgesel küreselleşmeler, bütün Yeni Çağ boyunca yani kapitalizm boyunca, 500 yıldır yaşadığımız küreselleşmeden farklıdır.
Ancak bu dönemde tek bir süreç değil, pek çok sayıda bölgesel küreselleşmeler söz konusudur, yani birbirini takip eden ve global düzeyde kesintisiz eşitsizliklere ve kutuplaşmalara yol açan ve bunları sürekli derinleştiren birçok model. Bu sebeple bunları az ya da çok emperyalizmin eş anlamlısı olarak anlayabiliriz ve böyle anlamak da isterim. Çünkü bunlar kesinlikle daha az gelişmiş halklara yükselme şansı verecek şartları değil, tersine böyle bir yükselmenin imkanlarını neredeyse ortadan kaldırmış şartları yaratmıştır. Elbette bu modellerin -bilerek zorunlu tarihsel bir akıştan değil modellerden bahsediyorum- kendine özgün yanları vardı. Erken emperyalizm, merkantilizm modellerinden, kuzey ve güney Latin Amerika'nın aynı dönemde gelişimiyle birlikte ve bununla bağlantılı kölecilikten, yerlilerin toplu katliamından vb. bahsedebiliriz. Bunlar küreselleşme modeliydi, ancak yerli Amerikalılar ve Siyahlar için düşünülmüş, yok edici, tamamen suçlu bir küreselleşme modeli.
Şimdiyse ikinci bir model, bu belki klasik olarak tanımlanabilir ve batının, yani merkezin -aslında Batı Avrupa'nın ve de Birleşik Devletlerin, ya da Kuzey Amerika'nın ve daha sonra Japonya'nın- sanayileşmesiyle bir arada yürümüştür. Bu modelle sömürgeleştirme, bir dereceye kadar ama zorunlu olmayan biçimde, yan yana gitmiştir. Ve bu sömürgecilik de bir küreselleşme modelidir. Afrika'nın küresel sisteme entegre olmadığı iddiası bu yüzden bir maskaralıktır. Afrika ilkin köle ticaretiyle entegre edildi, daha sonra sömürgecilikle, ayrıca bu küreselleşmenin en çirkin biçimlerinden biridir de. Bu dönemde küreselleşme -ya da benim terminolojimde çevre ve merkez arasındaki çelişki- az ya da çok sanayileşmiş ve sanayileşmemiş bölgeler arasındaki çelişkiyle aynı anlamdadır.
İki küreselleşme modeli
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana diğer küreselleşme modellerini yaşıyoruz. İlki -bütün içsel çelişkilerine, sınırlarına vb. rağmen ve bu tamamlanmamış olduğu halde- daha sonra yerine geçecek olan kadar suçlu ve tehlikeli değildi. Bir Afrika-Asya bakış açısıyla bu 'Bandung' modelden daha az tehlikeli olarak belirlenebilir. 1955 yılında 'üçüncü dünyanın' bağlantısızlar hareketi olarak hayata geçirilen Bandung Konferansı fikirleri yetmişli yılların ortalarına kadar hakim oldu; yani 1974 sonu BM toplantısında gelişmiş ülkelerce desteklenen ve akabinde emperyalist güçlerce, özellikle Birleşik Devletler ve bunun Batı Avrupalı müttefiklerince reddedilen yeni dünya ekonomi düzeninin uygulandığı döneme kadar.
Bandung Modeli ikili bir zaferin sonucuydu (ya da ikili bir yenilginin). Demokrasinin faşizm karşısındaki ve Asya ve Afrika halklarının sömürgecilik karşısındaki zaferleri. Bu ikili zafer elbette pek çok yanılgıya da sebep oldu; bu zafer, kalkınma olasılığının yeniden gerçekçi bulunmasına yol açtı -bütün çelişkileri ve olumsuzluklarıyla anlaşılmasına. Ancak pozitif veya birazcık pozitif görünüşüyle devlet müdahaleleri aracılığıyla kapitalizmin olumsuz taraflarının bazıları gerçekte azaltılabildi -örneğin devletçilikle, bu pazarlıklı küreselleşme anlamına gelmekteydi, yani sadece güçlünün refahı için bir küreselleşme değil, başkaları ya da zayıflar içinde şans yaratan bir küreselleşme anlamında da ve az ya da çok radikal sosyal reformların eşlik ettiği küreselleşme.
Her ne kadar devlet müdahalesi politikasını alışıldığı gibi koşulsuz bir demokratikleşme süreci takip etmediyse de, bu yine de toplumsal ilerlemeyle bağlantılıydı. Bu yüzden bu çerçevede yüksek kalkınma oranları, kapitalizm ya da insanlık tarihinde şimdiye kadar amaçlanmış global düzeydeki en yüksek kalkınma oranları ortaya çıktı. Az ya da çok tam zamanlı çalışma olanağına sahip olduğumuz ve bunun da bazı insanlar için hızlı ve kapsamlı bir yükselmeyle bağlantılı olduğu söylenebilir. Pek çok durumda eşitsizliğin kaldırılması gündemde kaldı, en azından eşitsizlik desteklenmedi.
Bugün bize bu küreselleşme modelinin irrasyonel olduğu anlatılıyor. Ve bu bugün yaşadığımız çok düşük kalkınma modeliyle yer değiştirdi. Otuz yıllık zaman dilimi üzerinden bugünkü kalkınma oranı, eski modelin sadece yarısı kadar. Dikey toplumsal hareket sağlayan tam zamanlı çalışma hızlı ve yükselen bir işsizliği, güvensizliği, informelleşmeyi ve güvencesizleşme olgusunu artırıyor -kısaca: yoksullaşmanın ve artan bir eşitsizliğin bütün biçimlerini. 50`li ve 60`lı yıllarda batıdaki güvenceli ve sağlam iş oranlarının payı yüzde 80 ve 90 arasındaydı, güney ülkelerinde ise yaklaşık yüzde 50. Bu sayılar o dönemdeki bütün iş oranlarına vurulduğunda insanların yaklaşık dörtte üçü sağlam ve güvenceli işlerde çalışıyorlardı.
Bugün ise bu oran batıda yüzde 60 bütün güneyde yüzde 20`dir. Global düzeydeyse toplam olarak insanların dörtte üçü ne güvenceli bir işe ne de düzenli bir gelire ve sosyal hakları elde etme olanağına sahipler. Ve küresel düzeydeki bu yoksullaşma eğilimi değişmeden kalacak. Yan yana iki dünya duruyor: biri verimliliğin artışından, iyileştirilmiş teknolojiden ve katlanmış sermaye birikiminden kar edenlerin yaşadığı diğeri ise sayıları gittikçe artan yoksulların ve bir kenara itilmişlerin yaşadığı dünya. Ve bu görüntülerin tamamen rasyonel ve tarihsel olarak değiştirilemez olduğuyla bizi kandırıyorlar.
Birinci ve ikinci küreselleşme modelleri arasındaki belirleyici fark sermaye faiz oranının yüksekliğinde yatmaktadır. Birinci modelde bu oran yüzde 4 ile 8, ikincide ise yüzde 8 ile 16 arasındadır -yani iki katı. Bir modelin akli olup olmadığı kimin bundan kar sağladığına göre belirleniyor. Tüm halkların kesesine mal olsa da sermaye bundan kar sağladığında akli, bundan halklar daha çok sermaye daha az kar elde ettiğindeyse bu model akıl dışı oluyor.
Benim Bandung Model olarak belirttiğim model, burada artık daha fazla açmayacağım olumlu ve olumsuz pek çok boyutlar taşımaktadır. Ve bu bölüm tamamlandı. Bugün hakim olan yeni küreselleşme modelidir ve bu da daha az kalkınma, daha çok yoksulluk ve artan eşitsizlik anlamına gelmektedir; ve elbette açıkça akli kılınmaktadır. Bu model tarihin belki en yıkıcı, en kanlı küreselleşme modelidir, çünkü bu model sürekli, savaş için koşullar yaratmaktadır. Pek çok çirkin şeylerin yanında sürekli terörizm, sürekli ırkçılık, sürekli (iç) savaşlar ve sürekli bir aptallık da buna dahildir. Ancak özellikle sürekli savaş için bir temel yaratıyor.
Yeni emperyalizm ve çöküşü
Bu yeni modeli emperyalist küreselleşme olarak tanımlıyorum; post-emperyal ya da post-emperyalist olarak değil. Bu, önceki küreselleşme modelinden daha da emperyalist birtakım özelliklere sahip. İlk olarak İkinci Dünya Savaşı öncesi emperyalizmden sadece çoğul olarak bahsedilirdi -tek bir görünüş olarak emperyalizm yoktu, daha çok birbirleriyle kesintisiz mücadele eden emperyalist devletler vardı. Bu model, benim basitçe Birleşik Devletler, Batı Avrupa ve Japonya üçlüsünün kolektif emperyalizmi olarak adlandırdığım emperyalizmle yer değiştirdi. Ancak hangi gerekçeyle?
Burada da kapitalizm içindeki ve bu modeli yaratan değişikliklerin detaylı bir analizini yapma niyetim olmasa da çok açıktır ki bu küresel kapitalist sistemin yönetimi olan ortak iktisadi araçları (Dünya Ticaret Örgütü, bu en önemli araçtır; IMF, Dünya Bankası ve daha pek çoğu) önemli aktörleridir. Ve bunlar siyasi araçlar olarak da geçerlidir, özellikle gittikçe BM`nin yerine geçen NATO. NATO her şeyden önce askeri bir araçtır ve bu da kesinlikle tesadüf değildir. NATO aynı zamanda Avrupalıların bir projesidir ve özellikle ABD tarafından idare edilir ama Avrupalı devletlerin yardımlarıyla.Bu Avrupa'yı Atlantik projesinin askeri boyutuna indirgeyen bir projedir. Planlanmış olan adeta Washington başkentli bir Avrupa'dır. Ben bu kolektif emperyalizmi Asya, Afrika ve Latin Amerika için sonuçları bakımından "global düzeyde bir Apartheid" olarak tanımlıyorum. Bu proje, gezegeni askeri olarak kontrol etmek gibi zorunlu olarak deli saçmalığı olan kriminal bir niyetle bağlantılıdır.
Hitler'in niyeti de deli saçmalığıydı, kriminaldi ve saçmalık olduğundan da başarılı olamadı. Her deli saçmalığı başarısızlıkla sonuçlanmaya mecburdur ancak hangi sonuçlarla? NATO'nun niyeti gezegeni askeri bir kontrol altına alma çabasının bir sonucudur. Bu küreselleşmeye karşı mücadelede atom silahlarının yasaklanması talebi oldukça önemlidir. Söz konusu olan, bunun hemen söylenmesidir; söz konusu olan elbette, her nerede olursa olsun lanetlenen atom silahlarının yaygınlaşmasına karşı ikiyüzlü bir vaaz değil, bilakis insanlık için gerçek tehdidi gösterenlere, gerçekte en güçlülere karşı harekete geçmektir; özellikle kendilerine faydalı olması durumunda bu silahların kullanılacağı gibi sinsi ve arogant açıklamalarıyla ABD'ye karşı. Bu model şimdi -bunu tekrar ediyorum- tamamen deli saçmalığı ve akıldışı bir şeyi deniyor ve bu yüzden -hümanist bir bakış açısından bakıldığında- bu akıldışı sonuçları olgunlaştırıyor.
Ü
Buna karşı benim savunduğum ilkeyi 'de-linking' olarak yani 'ayrılma', 'kopma' olarak tanımlıyorum. Belki kavram iyi seçilmemiş olabilir, çünkü kavramın otarşi veya başka bir gezegende yaşamak için bu gezegenin terk edilmesi gerektiği anlamlarına geleceği söylenebilir. Ben ise 'de-linking' sözcüğünden küreselleşmeye katılmanın öneminin, ilerici bir toplumsal değişimin ayrıcalıkları arasında olduğunu anlıyorum. Bu, bugün dünyanın gidişatını belirleyen şeyin tam karşıtıdır, yani 'uyumun'. Hakim küreselleşme modeli içindeki uyumdan, zayıf ulusların küresel kapitalist sistemin bugünkü biçimi içindeki gelişiminin gerekliliklerine uyum sağlaması anlaşılmaktadır. Bu aslında güneyin, kendi gelişim modelini diğer ülkelerin karşı menfaatine ilerleten kuzeyin ihtiyaçlarına uyumdur.
Bu aynı zamanda kendi küresel iktidar projesini takip eden ABD'nin ihtiyaçlarına Avrupa'nın uyumudur da. Uyum hiçbir zaman kuzeyin küresel gelişmenin başka bir modelinin gerekliliklerine uyumu olarak, güneyin de faydalanabileceği bir modelin ve ABD'nin sözgelimi Avrupa gibi başkalarının ihtiyaçlarına uyumu olarak anlaşılmaz. Hiç kimse ABD'nin uyumunu ve örneğin kendi dev gibi ticaret açığını azaltmasını talep edemez. Sadece zayıfların güçlüleri daha güçlü yapan koşullara olan bu uyumu zayıfların yükselme şansını parçalamaktadır.
Bununla sadece telafi edilecek bir kapitalistleşmeyi kast etmiyorum; zayıfların da kendi halklarının refahına yönelik olumlu toplumsal bir içerikle kendini geliştirme şansını da söylüyorum. Bu yüzden önceliklerin ters çevrilmesini öneriyorum. Bunu tarımdan ya da tarım toplumlarından bir örnek ile gözümüzde canlandırabiliriz. Çünkü şunu unutmuyoruz: Üç milyar insan tarım toplumunda yaşıyor; bu dünya nüfusunun yaklaşık yarısı. Bu insanların özel haklarından bahsedildiğinde ise sadece şu duyulur: İnsan haklarında yerleşik olan ilke ve değerler her türden özel uygulamayı yasaklıyor, ve bu bütün insanlar gibi köylüler içinde geçerli. Bunu her zaman şu şekilde yanıtlarım: "öyleyse sadece kadın haklarına ilişkin de tartışmamalıyız çünkü onlarda 'sadece' yarısı kadarlar ve bunlar da insan olduğundan bunlar üzerine konuşmaya da gerek yoktur!" Hayır, bu görüşte değilim.
Global apartheid ve alternatifleri
Öyleyse günümüz küreselleşme modelinin gündeminde şimdi ne var? Günümüzde her yerde ve bütün alanları kapsayan öncelikli olarak kamusal varlıklar özelleştiriliyor. Bu süreç global düzeyde enclosures [kuşatma, kapama, çevirme] olarak tanımlanabilir. Tarihsel olarak ortak toprakların çitlerle sınırlandırıldığı ve özel kullanıma açıldığı böyle kuşatmalar ilk önce İngiltere'de doğan kapitalizmde, daha sonra Batı Avrupa'da vardı ve sonuçta tüm Avrupa kıtasını az ya da çok kapsadı.
Kuşatmalar tarım toplumlarını yerle bir etti. Şimdi bu yöntemin gelişmiş batıda etkili bir şehirleşme sürecini harekete geçirdiği iddia edilebilir. Ancak açıktır ki bugün güneyde aynı sonuç ortaya çıkamamakta çünkü rekabet edebilmek için -ve rekabet gücü de istisnasız istenmektedir- modern teknolojiler geliştirilmelidir. Bununla, güney ülkelerinin (ve gittikçe kuzey ülkeleri de) artık yaşam temeli sunamadığı insanları sürekli boşa çıkarılmış oluyor. Tarım toplumlarının parçalanması bugün başka bir şehirleşme modeline yol açıyor -yani slumların oluşumuna, slumlardan başka hiçbir şeye değil. Bu global düzeyde bir jenosittir. Bu yüzden bu durumu global düzeyde apartheid olarak tanımladım.
Çıkardığım sonuç şu: alternatifler üzerine ya da daha ziyade küçük farklarıyla değişik alternatifler üzerine düşünüp taşınmalıyız. Şimdi boşa geçirilecek zaman yoktur, Dünya Bankası ve liberal ekonominin propagandasını yaptığı gibi herkes için aynı reçete olamaz. Yeni koşullar altında tekrar görüşülmesi gerekli başka bir küreselleşme modeline ihtiyacımız var: İlk olarak liberalizmden ve Atlantikçilikten kendini kurtarmış başka bir Avrupa'nın gerekli olduğu şüphesizdir. Bu, gelecek aylarda ve yıllarda kesinlikle gerçekleşmeyecek ama bu gereklidir. İkinci olarak, örneğin Çin gibi önemli ve gelişmekte olan ülkeler başka bir toplum modeline giden yolu yaratmalılar ve sadece bilindik, normal kapitalizme götüren girilmiş yolu takip etmemeliler.
Üçüncü olarak güney halkları arasındaki dayanışmanın yeniden kurulması acilen sağlanmalıdır. Burada Bandung modelinin yeni bir baskısı söz konusu olamaz, çünkü tarihte yeni baskılar yoktur. Fakat o dönemdeki temel prensipler yeniden güçlendirilebilecek ilkeler olarak geçerli olabilir. Ve dördüncü olarak BM ve diğer örgütler gibi uluslararası yaşamın kurumsal yapılarının demokratikleştirilmesine kadar bir dizi reform ve değişimlere ihtiyacımız vardır. Bu reformlar Kofi Annan'ın şimdiye kadar önerdiği gülünç projelerden çok farklı bir görünüşe sahip olmalılar. Bunlar özellikle, kabul edilebilir, insani bir küreselleşme modelinin politik araçları olarak BM'nin -NATO'nun değil- yeniden hayata geçirilmesini içermelidir.(SA/ÇG/EÜ)
* Samir Amin 'in "Alman ve uluslararası politika" dergisine yazdığı makaleyi Çetin Gürer Türkçeleştirdi.