Her yıl yaklaşık 8 milyon ziyaretçi ağırlayan Anıtkabir'de, özellikle 10 Kasım günleri izdiham yaşanır. İnsanlar yoğun kalabalığa rağmen 10 Kasım geldiği gün Ankara'nın hakim tepelerinden birine yapılmış Cumhuriyet'in "simgesel" yapılarının en önemlisi olan mozoleye doğru yürür. Mustafa Kemal Atatürk ise bu mozoleye 10 Kasım 1953 günü büyük bir törenle getirilmişti. Anıtkabir'in inşa edilmesi, yeri, mimari özellikleri, görünümü, anlam kazandırılması için Atatürk'ün ölümünün üzerinden 15 yıl geçmesi gerekmişti.
"Anıtkabir'in Ötesi Atatürk'ün Mezar Mimarisi" adlı kitabın yazarı Christopher S. Wilson Anıtkabir'i "Atatürk'ün mimari temsili" olarak yorumluyor.
Wilson'a göre bu temsiliyet özelliklerinin bir kısmı bilinçli olarak verilmişti; kimiyse "tesadüfi"ydi. Ulusal bir anıt olarak tasarlanan yapı, kimlik, bellek, milliyetçilik ve mimarinin kesişmesinin sonucu ortaya çıkan bir simge.
Bu noktada Eylül 2016 tarihinde basına yansıyan Anıtkabir'e çocuk parkı ve hemen bir ay sonra halı saha yapılmasına ilişkin haberler, yapının kimlik ve belleğine yönelik "yeni" bir müdahale olarak alınabilir. Benzer olarak son yıllarda resmi bayram törenlerine yönelik, iktidarın önleme çabaları Anıtkabir'in "ziyaret edilmesi" üzerinden "temsil"inde sert değişimler yaratıyor.
Peki, bu anıt nasıl inşa edildi? Bu sorunun yanıtını Christopher S. Wilson'dan özetle okuyalım...
***
1928 yılında açılan yarışmada birinci gelen Ankara nazım planı ile tanınan Alman şehir plancısı Hermann Jansen, Atatürk’ün ölümünden iki hafta gibi kısa bir süre sonra, bir dikilitaş ve içinde ateş yanan vazolar aracılığıyla çok sade bir şekilde istirahatgâh çağrışımı yapan bir Atatürk Abidesi eskizi hazırlamıştı.
Ancak, Atatürk’ün Türkiye’nin zihninde ve gönlünde kapladığı —halen de kaplamakta olduğu— yerin büyüklüğü göz önüne alındığında, Anıtkabir Jansen’in eskizinden çok daha görkemli ve abidevi olmalıydı.
Naaşın 15 yıllık yolculuğu |
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938 tarihinde saat 9.05'te, eski dönemin Osmanlı payitahtı İstanbul'daki Dolmabahçe Sarayının bir yatak odasında öldü. Bir süredir ciddi ölçüde hastaydı ve yeni Türkiye'nin başkenti Ankara'dan ziyade, doktorlarının tavsiyesiyle, deniz seviyesindeki konumu ve ılıman iklimi nedeniyle İstanbul'da kalıyordu. Atatürk'ün ölümünün hemen ardından, on bir gün sonra Ankara'da gerçekleşmesi planlanan resmi cenaze töreni için hazırlıklar başladı. Törenin mimari açıdan odak noktasını teşkil edecek katafalkın tasarımı ünlü Alman modernist mimar Bruno Taut'a sipariş edildi. Bu arada Dolmabahçe Sarayının Muayede Salonunda geçici ama muteber bir katafalk hazırlandı. Atatürk'ün naaşının bulunduğu tabut 16 ile 19 Kasım günleri arasında bu yapının üzerinde durdu; ardından Türk bayrağına sarılı halde bir top arabasına bindirildi ve kortej eşliğinde İstanbul caddelerinde yol alarak Sarayburnu'na götürüldü. Tabut orada bir savaş gemisine [Yavuz] nakledilerek İzmit'e taşındı ve oradan da özel bir trene bindirilerek 20 Kasım 1938 sabahı Ankara'ya vardı. Trenden indirilen tabut tekrar bir top arabasına kondu ve Ankara caddelerinden törenle geçirilerek, bugün İkinci Meclis binası olarak bilinen Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ön avlusunda bulunan, Taut'un tasarladığı katafalka yerleştirildi (RESİM 1.3). Naaş o günün sonuna değin, tabut içerisinde ziyarete açık olarak, orada kaldı. Atatürk'ün resmi cenaze töreni ertesi sabah, 21 Kasım 1938'de gerçekleşti. Askerlerin, yabancı şeref kıtalarının, dost ülke temsilcilerinin ve halkın geçit törenlerini içeren cenaze merasimi sona erdiğinde, Atatürk'ün tabutu yeniden bir top arabasına yüklendi ve Ankara caddelerinde kortej eşliğinde taşınarak Etnografya Müzesinde onun için hazırlanmış olan geçici kabre yerleştirildi Atatürk'ün naaşı bu lahitte tam tamına 15 sene kaldı ve nihayet 10 Kasım 1953'te daimi mozolesine, yani Anıtkabir'e taşındı; günümüzde de burada yatmaya devam ediyor. |
Anıtkabir inşaatı 1943’te başladı ve 10 yıl sürdü. Ankara caddelerinde gerçekleştirilen ve bir önceki bölümde ayrıntılı bir şekilde anlatılan törenin ardından Anıtkabir 10 Kasım 1953’te resmi olarak açıldı. Ancak, herhangi bir inşaatın başlayabilmesi için önce müsait bir yere ve uygun bir tasarıma ihtiyaç vardı.
Anıtkabir için yer seçilmesi meselesi 1938 ila 1940 yıllarında TBMM’de kayda değer tartışmalara neden oldu. Her ne kadar Atatürk’ün hayattayken “Milletim beni nereye isterse oraya gömsün, yeter ki unutmasın” dediği not edilse de (Öz 1982,138), Gazi Orman Çiftliğinde ziraat mühendisi Tahsin [Coşkan] Bey’le ettiği bir sohbette Atatürk’ün oldukça spesifik direktifler verdiği de anlaşılmaktadır:
“Şu küçük tepede bana küçük ve güzel bir mezar yapılabilir. Dört yanı ve üstü kapalı olmasın [...] Açıklardan esen rüzgâr bana yurdun her yanından haberler getirir gibi, kabrimin üstünde dolaşsın. Kapıya bir yazıt konulsun. Üzerine ‘Gençliğe Söylevim’ yazılsın. Orası yol uğrağıdır. Her geçen, her zaman okusun” (Saylav 2005, 35-6).
TBMM, doğrudan bu tavsiyeye uymak yerine, Atatürk’ün cenaze töreni ve Etnografya Müzesindeki geçici kabre yerleştirilmesinden kısa süre sonra, mozole için Ankara’daki müsait yerleri araştırmak üzere bir yer tespit komisyonu görevlendirdi. Bu komisyona başbakanlık müsteşarı başkanlık ediyordu; komisyon Milli Savunma Bakanlığından iki general, Bayındırlık Bakanlığından yapı işleri genel müdürü, içişleri Bakanlığı müsteşarı ve Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki yükseköğretim genel müdüründen oluşuyordu. Komisyon üyeleri ilk kez 6 Aralık 1938’de, yani Atatürk’ün ölümünden bir aydan daha kısa bir süre sonra toplandı ve komisyona yabancı uzmanların dahil edilmesine karar verildi.
Hermann Jansen, Clemens Holzmeister (halihazırda kullanılmakta olan TBMM binası da dahil olmak üzere Ankara’daki birçok devlet binasını tasarlayan AvusturyalI mimar), Rudolf Belling (Alman heykeltıraş ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde hoca) ve Bruno Taut (Atatürk’ün cenaze katafalkının Alman mimarı ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde hoca) 16 Aralık 1938 tarihinde, Taut’un ölümünden dokuz gün önce, yapılan ikinci toplantısında komisyona katıldılar.
Bu komisyon Ankara’da dokuz yer önerisinde bulundu. Bu yerler daha sonra, Türk milletvekillerinden oluşan 15 kişilik bir komisyon tarafından değerlendirildi. (...)
Anıtkabir için önerilen yerler
Ankara’nın batısında yer alan ve Atatürk tarafından modern ziraat, mandıra ve alkol mayalama alanlarında alıştırma tesisi olarak hizmet etmek üzere hâzineye bağışlanan Gazi Orman Çiftliği, geniş yeşil alanı ve Atatürk’ü akla getirmesi nedeniyle Yer Tespit Komisyonu tarafından önerildi. Ancak, Gazi Orman Çiftliği milletvekillerinden oluşan komisyon tarafından, arazi içerisinde (çiftliğin ürünlerinin satışının yapıldığı) gece kulüpleri ve çay bahçeleri bulunması nedeniyle ve bunların Atatürk için yapılacak bir mozolenin ciddiyetini zedeleyeceği düşüncesiyle uygun bulunmadı.
Modern Türklerin boş zamanlarını değerlendirme yeri olarak tasarlanmış bir kent parkı olan Gençlik Parkı (bir önceki bölümde tartışılmıştı) da yeşil alanları ve merkezi konumu nedeniyle Atatürk mozolesi için önerilen yerler arasındaydı. Fakat, milletvekillerinden oluşan komisyon Gençlik Parkını da çay bahçeleri ve eğlence tesisleri nedeniyle uygun bulmadı. Ayrıca, Gençlik Parkı Ankara’nın en alçak noktasıydı, bu da milletvekilleri tarafından bir Atatürk abidesine uygun olmayan bir irtifa olarak görülmüştü.
Kuzeydeki Keçiören ilçesinin bağlarında yer alan metruk Ankara Ziraat Mektebi arsası da önerilmişti, çünkü Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Aralık 1919’de Ankara’ya ilk geldiğinde bu binayı ikametgâh olarak kullanmıştı. Bu öneri, merkezden yaklaşık 10 km’lik bir mesafede bulunan bu yerin Ankara şehir merkezine fazla uzak olması nedeniyle reddedildi.
Ankara merkezindeki planlı alanlardan biri olan ve bakanlıkların yanı sıra Genelkurmay Başkanlığı ve halihazırdaki TBMM binasının da yer aldığı Bakanlıklar Semti de, devleti çağrıştırmasından dolayı Yer Tespit Komisyonunun önerdiği yerler arasındaydı. Ne var ki, daha sonra üzerinde mimar Yılmaz Sanlı'nın Milli Eğitim Bakanlığı binasının (1966) yükseleceği bu arsa, Ankara’nın kuzey- güney yönündeki ana aksı (bugünkü adıyla Atatürk Bulvarı) üzerindeki, yeterli güvenlik tedbiri almayı imkânsızlaştıracak derecede merkezi konumundan dolayı reddedilmişti.
Benzer şekilde, TBMM binasının arkasındaki Kabatepe adlı yükselti gerek devleti çağrıştırması gerekse de merkezi konumu nedeniyle önerilmiş, ama muhtemelen yerin yokuş ve fazlasıyla merkezi olması sebebiyle milletvekillerinden oluşan komisyon tarafından uygun bulunmamıştı; ama reddin gerekçesi de ayrıntılı bir şekilde açıklanmamıştı.
150 metre yüksekliğiyle Ankara’nın merkezinde en yüksek tepe olan Ankara Kalesi, Atatürk mozolesi için Yer Tespit Komisyonunun önerdiği yerlerden biriydi. Ancak Ankara Kalesinin Türkiye’nin cumhuriyet öncesi geçmişine dair hoş karşılanmayan çağrışımları nedeniyle milletvekillerinden oluşan komisyon bu konumu da reddetti. Atatürk 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’yı Türkiye’nin başkenti olarak ilan ettiği sırada, kent yaklaşık 25.000 kişilik nüfusuyla ufak bir bölgesel merkezdi (Tankut 1981,163). Sakinlerinin çoğu, Ankara Kalesinin temelleri içerisinde ya da etrafında, 15 m yüksekliğinde kagir bir duvarla çevrili, bitişik nizam dizilmiş geleneksel ahşap Osmanlı evleri ve dolambaçlı dar sokaklarla dolu bölgede yerleşikti. Bu tarihinden dolayı, Ankara Kalesi Ankara’nın modern öncesi Türkiye’yi en çok anımsatan bölgesiydi(...)
Hâkim yüksek konumu nedeniyle, Ankara Kalesinin kuzeyindeki eğimli alanda yer alan Altındağ Tepesi de Yer Tespit Komisyonu’nun önerdiği yerler arasındaydı. Bu yer milletvekillerinden oluşan komisyon tarafından, mozoleyi ziyaret etmesi beklenen pek çok kişinin rahatça ağırlanması için fazla dik bulundu ve reddedildi.
Son olarak, Etnografya Müzesinin önündeki alan da, muhtemelen Atatürk’ün geçici kabriyle bağlantısından dolayı, önerilen yerlerden biriydi. Milletvekillerinden oluşan komisyon burayı da, herhangi bir açıklamada bulunmaksızın reddetmişti. Büyük ihtimalle akıllarında daha abidevi bir şey vardı ve Etnografya Müzesinin önündeki küçük meydanın bunu sağlayamayacağını düşünmüşlerdi.
Komisyondaki milletvekillerinin birçoğu Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün (Yer Tespit Komisyonu üyelerinden Clemens Holzmeister tarafından 1930 yılında tasarlanmıştı) bulunduğu Çankaya Tepesine sıcak bakıyordu. Burası, Atatürk’ün gerek Kurtuluş Savaşının lideri gerekse de Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olarak Ankara’daki yaşamının büyük bir kısmını bu tepede geçirmiş olduğu için önerilmişti. Üç milletvekili üye (Atay, Güven ve Cimcoz) bir araya gelerek Anıtkabir yeri olarak Çankaya Tepesini hararetle önermiş ve şu açıklamayı yapmıştı: “Atatürk, bütün hayatında Çankaya’dan ayrılmamıştır. Çankaya şehrin her tarafına hakimdir ve Milli mücadele, Devletin kuruluşu ve inkılaplarımızın hatıralarına ayrılmaz bir surette bağlıdır. En muhteşem abideler inşasına müsaittir. Hülasa maddi, manevi bütün şartları haizdir. Atatürk’ü ölümünden sonra, Çankaya’dan ayırmayı haklı gösterecek hiç bir sebep bulmadık.”
Atatürk’ün mozolesinin yerini seçmekle görevlendirilmiş milletvekillerinden oluşan komisyon, 3 Ocak 1939 tarihinde yaptığı toplantıda, Çankaya Tepesine dair tüm bu güçlü hislere rağmen, arayışın kapsamını Yer Tespit Komisyonunun önerdiği dokuz konumun ötesine geçecek şekilde genişletme kararı aldı.
Rasattepe, Anıttepe oldu
Komisyon 17 Ocakta tekrar toplandığında, Trabzon Milletvekili Mithat Aydın son bir yer önerisi olarak, adını üzerinde kurulu meteoroloji gözlem istasyonundan alan Rasattepe’yi ortaya attı. O tarihlerde, yani Ankara’nın 1970’li ve 1980’li yıllarda batı-kuzeybatı yönlerinde hızla genişlemesinden çok önce, bu tepe şehrin neredeyse her noktasından görülebiliyordu. Yakın tarihli bir Anıtkabir resmi rehberinin ilk cümlesi bunu daha vurgulu bir şekilde ifade etmektedir: “Anıtkabir Ankara’nın hemen hemen ortasındadır” (Gülekli 1981, 39). Milletvekillerinin çoğu bu yeri pek iyi bilmediği için aynı günün öğleden sonrasında Rasattepe’yi ziyaret etmek üzere toplantıya ara verildi ve sonunda yer son derece olumlu karşılandı.
Komisyon yeniden toplandığında milletvekilleri Atay, Güven ve Cimcoz Çankaya Tepesini desteklemeye devam etti, ama Rasattepe için Balıkesir Milletvekili Süreyya Örgeevren ek bir gerekçe öne sürdü:
Rasattepe’nin bunlardan başka bir özelliği daha vardır ki, hayali genişçe olan her kişiyi derin bir şekilde ilgilendirir sanırım. Rasattepe, bugünkü ve yarınki Ankara’nın genel görünüşüne göre, bir ucu Dikmende öteki ucu Etlikte olan bir hilafin tam ortasında, bir yıldız gibidir. Ankara hilalin gövdesidir. Anıtkabir’in burada yapılması kabul edilirse, şöyle bir durum ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış Atatürk’ü kucaklamış olacaktır. Atatürk’ü böylece bayrağımızdaki yarım ayın yıldızının ortasına yatırmış olacağız. Atatürk, bayrağımızla sembolik olarak birleşmiş olacaktır. (Taylak 1998, 22)
En temel ulusal simge olan ay-yıldızlı Türk bayrağının, fiziksel ve manevi merkezine Atatürk’ün mozolesini alarak Ankara şehrinde cisimleşmesi çağrışımı son derece güçlüydü. Örgeevren’in tartışmaya kattığı ve ne Dolmabahçe’deki yatak odası ve katafalkta, ne Ankara katafalkında, ne de Etnografya Müzesindeki geçici kabirde mevcut olan nokta, Anıtkabir’in sadece Atatürk’ün kişisel bedeniyle değil, Atatürk’ün siyasi bedeniyle -Türkiye Cumhuriyeti- de ilgili olduğu fikriydi. Başka bir deyişle, bu fikirde Anıtkabir sadece insan Atatürk’e değil, ulus Atatürk’e de ait olacaktı. Örgeevren konuştuktan sonra, İçel Milletvekili ve Atatürk’ün eski öğretmenlerinden Emin İnankur, bir tarihte Atatürk’le birlikte Rasattepe’ye yaptıkları ziyaretten söz açtı; iddiaya göre Atatürk bu ziyaretinde, “Bu tepe ne güzel anıt yeri” (TC Genelkurmay Başkanlığı 1994, 4) demişti. Bu ifade tartışmaya fiilen son noktayı koymuş ve bunun üzerine Rasattepe Anıtkabir yeri olarak seçilmişti.
Anıttepe "Türk" mitine hizmet eden bir höyük
Rasattepe doğal bir topografik oluşum değil, antik dönemden kalma bir höyüktür; başkenti Ankara’nın sadece 75 km güneybatısına düşen Gordiyon kenti olan antik Frigya medeniyetine (MÖ 1200-700) ait mezarları örtmektedir. Bu arkeolojik öneminden ötürü, Türk hükümeti Atatürk’ün mozolesinin inşaatına başlanmadan önce Rasattepe’de kazı yapılmasına karar vermişti. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hocalarından Prof. Tahsin Özgüç tarafından 1943-44 yıllarında yürütülen bu kazılarda Osmanlı öncesi dönemlere ait kayda değer birçok buluntu ortaya çıktı ve bunların çoğu Anadolu Medeniyetleri Müzesine yollandı. Rasattepe’deki kazılarda ortaya çıkan arkeolojik buluntular, Atatürk’ün himayesinde kurulmuş ve 1932’den beri Türk Tarih Tezi adı verilen bir kavramı geliştirmeye çalışan bir devlet kurumu olan Türk Tarih Kurumu’nun gündemini destekleme ve kuvvetlendirmeye yardımcı oldu. “Türkler”in Osmanlı öncesi dönemde etnik bir grup olarak var olduğunu ve modern Türklerin, Orta Asya’dan Hindistan, Çin, Mezopotamya, Anadolu ve hatta Avrupa’ya göç etmiş, dolayısıyla da o tarihte bilinen dünyanın neredeyse tamamına yayılmış göçebe Oğuz Türklerinin bir kolundan geldiğini iddia ediyordu.
Türk Tarih Tezi aslında kısmen, Oğuz Türklerinin soyundan gelindiğini iddia eden Osmanlı kuruluş söylencesine dayanıyordu, ama Osmanlıların kullandığı “400 çadırlık bir aşiret” (Paul Wittek 1958, 7-15) ifadesini zikretmiyordu. Bunun yerine Türk Tarih Tezi, Oğuz Türklerinin göç ettikleri yerlerin çapını genişletmiş gibidir. Türk Tarih Tezi nihayet 1980’li yıllarda yer yer gözden düşse de yirminci yüzyılın sonlarına dek Türk kimliği ve Türklerin kökeni söylemini önemli ölçüde şekillendirmiştir. Buna istinaden Türkiye Cumhuriyeti, kendi yurttaşlarının Anadolu’nun antik Hitit, Frigya ve Lidya medeniyetlerinin soyundan geldiği teorisini öne sürmüş ve Kurtuluş Savaşının ardından elinde kalan toprak üzerindeki hak iddiasını güçlendirmiştir. Dolayısıyla, Rasattepe bu efsanevi tarihi takviye etmek için kazılardan fiziksel bulgu sağlamakla kalmayıp, mecazi bir malzeme de sunuyordu: Türklerin atası Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı Frig medeniyetinin tepe noktasında olacaktı, hem gerçek hem de simgesel anlamda.
Mimari yarışma
Anıtkabir için uygun bir yer bulunur bulunmaz, Atatürk’ün mozolesi için uygun bir tasarımın seçilmesi hususu, Türk hükümetinin düzenlediği ve 1 Mart 1941’de duyurulan uluslararası bir mimarlık yarışması şeklini aldı. Bu duyuruda katılımcıların hem insan Mustafa Kemal Atatürk’ü hem de Türk milletini mimari olarak temsil etmeleri isteniyordu. (...)
Yarışma tanıtım kitapçığı “azamet”, “kuvvet”, “şeref”, “azametli”, “muhteşem” ve “eşsiz” gibi sıfatlarla doluydu; her ne kadar bu niteliklerin tam olarak nasıl gerçekleştirileceği yarışma katılımcılarına bırakılıyor ise de inşa edilecek abide için önerilen özellikler bunlardı (Sayar 1943, 3-5, 2021).
İlk başta, Türk mimarlar yarışmaya dahil edilmemişti. İnanılması güç bir şekilde -zira bu Türk halkının lideri için yapılacak bir Türk abidesiydi- Türk mimarların yarışmaya katılmasına basitçe izin verilmemişti. Böyle bir kısıtlamanın getirilmiş olması son derece alışılmamış bir durumdur. Bu durumun aksiyse çok daha tipiktir: “Öteki,” dışarıda ve sözde bilgisiz oluşundan dolayı ulusal kimlik ve belleğin şekillenmesine yardımcı olmaktan çoğunlukla men edilir.
Bu tarihte Türk hükümeti, siyasi kararlar ve cumhuriyet için yeni kurumların oluşturulması gibi konularda tavsiyeler için aslında büyük ölçüde yabancı (çoğunlukla Almanca konuşan dünyadan) danışmanlara bağımlıydı. Bruno Taut Türkiye’ye böyle bir rol içerisinde çalışmaya gelmişti ve eğer zamansız ölümü olmasaydı muhtemelen daha uzun bir süre çalışmaya devam edecekti. Bu kısıtlamanın, Türk hükümetinin Anıtkabir için yapılan mimari yarışmayı bir sanat egzersizi olarak değil de —ki kesinlikle öyleydi— daha ziyade bir şeyin nasıl yapılması gerektiğine dair tavsiye olarak görmesinden ileri geldiği düşünülebilir. Her halükârda, Türk mimarlarına getirilen kısıtlama ancak Türk Yüksek Mimarlar Birliği protestolarından ve Türkiye’deki mimarlık yayınları ve popüler basının Bakanlar Kuruluna baskı yapmasından sonra kaldırıldı. Böyle bir olay, bir binanın tasarımcısının uyruğunun iktidarda olanlar için, o binada rastlanabilecek semboller kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Mimari yarışmaya katılma süresi 2 Mart 1942’de sona erdi. Jüri 12-20 Mart tarihleri arasında dokuz gün boyunca her gün toplandı; bu, sadece 50 civarında proje sunulduğu hesaba katıldığında nispeten uzun bir süreydi. Yarışmaya tam olarak kaç proje sunulduğu aslında belli değildir. Anıtkabir inşaatına nezaret eden kontrol şefi Sabiha Güreyman toplam sayının 46 olduğunu iddia etmiştir (Güreyman 1953, 3). Anıtkabir Proje Müsabakası Hakkında Jüri Raporunun giriş kısmında 47 projenin değerlendirilmiş olduğu ifade edilmişken, raporda listelenen son projenin numarası 49’dur; ayrıca raporda hem 6 ve hem de 6a numaralı projeler vardır ve bu da toplam sayıyı 50 yapmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı tarafından yönetilen Anıtkabir resmi internet sitesi toplam 49 projenin alındığını ve iki tanesinin diskalifiye edildiğini —biri geç verildiği, diğeri ise yarışmacının adının ambalaj kâğıdının üzerine yazıldığı için- iddia etmektedir. Bilahare başka birçok kaynak da 49 proje sunulduğunu belirtmektedir.
Toplam 50 proje sunulduğu varsayılırsa, bunların yarısı Türkiye’dendi. Savaş zamanı koşullarına rağmen, Mihver Devletleri'nden ve Nazi işgaline uğramış ülkelerden kayda değer bir katılım gerçekleşmişti: Almanya’dan on bir, İtalya’dan dokuz ve Avusturya, Fransa ve Çekoslovakya’dan birer tane. Tarafsız İsviçre’den de bir proje sunulmuştu. Avrupa’nın dışından sunulmuş proje yoktu.
Yarışma jürisi Alman mimar Paul Bonatz, İsveçli mimar Ivar Tengbom, Macar mimar Karoly Wichinger, Türk sanatçı Arif Hikmet Holtay, Türk Bayındırlık Bakanlığı mimarı Muammer Çavuşoğlu ve Ankara imar müdürü Muhlis Sertel’den oluşuyordu.
Bonatz jüriye başkanlık ediyordu ve aşağıda da görüleceği gibi, muhafazakâr yorumları ve kararları jüri üzerinde etkili olmuştu. Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi üyesi ya da Nazi sempatizanı olmamasına rağmen, Bonatz mimarlık alanında muhafazakâr bir tutuma sahipti; o tarihte Alman mimarisinde hâkim olan ve onun Stuttgart Tren Garı (1922-27) ve Basel Sanat Müzesi (1936) eserlerinde görüldüğü gibi, abidevi- liği ve budanmış sade klasisizmi savunuyordu.
Yarışma jürisinin toplanmasından bir yıl sonra Bonatz geçici olarak Türkiye’ye yerleşti ve geleneksel yöresel mimari biçimleri dönemin mimarlığına katarak güncellemeyi hedefleyen İkinci [Türk] Ulusal Mimarlık akımının yaygınlaşması sürecinde yer aldı. Örneğin, Bonatz’ın Ankara’daki 1945 tarihli Saraçoğlu Memur Evleri Mahallesi projesi geleneksel Türk Evini model olarak almıştı. Benzer biçimde, 1948 yılında Ankara Sergi Sarayını (mimarı Şevki Balmumcu idi, 1933) Ankara Operasına dönüştürürken sade modernist yüzeyleri soyut Osmanlı ve Selçuklu motifleriyle süslemişti. Diğer iki yabancı mimarın ve Türk jüri üyelerinin benzer muhafazakâr estetik görüşlere sahip olup olmadığı belli değildir, ama sadece 50 projenin değerlendirilmesinin dokuz gün sürmesi ve aşağıda da anlatıldığı gibi birincilik ödülü alan üç projenin berabere kalması böylesi fikir ayrılıklarının varlığıyla açıklanabilir.
Jüri ön eleme sonucunda 8 projeyi finale bıraktı ve bunlar herhangi bir tanıtıcı işaret, etiket ya da isim olmaksızın sadece numara verilerek ilan edildi. Bu sekiz projeden bugünkü karşılığı 30.000 Amerikan doları olan 3.000 TL’lik birincilik ödülünü almak üzere üç proje seçildi: Johannes Krüger, Arnaldo Foschini ve Emin Onat-Orhan Arda'nın projeleri. Diğer beş finalist projenin her birine, bugünkü karşılığı 10.000 Amerikan doları olan 1.000 TL mansiyon ödülleri verildi.
Bu sonuçların açıklanmasının ardından, yarışmaya sunulan bütün projeler 24 ila 31 Mart 1942 tarihinde Ankara Sergi Sarayında Türk halkına teşhir edildi. Bu serginin kamuoyuna başvurmak niyetiyle yapılmış olduğu pek söylenemez; o niyetle yapılsaydı jüri kararını vermeden önce ya da jüri kararını verdikten hemen sonra birinci sıradaki üçlü beraberliği bozmaya yardımcı olmak için yapılması gerekirdi. Başka bir deyişle halka danışılmıyor, Anıtkabir mimari yarışmasının sonuçları hakkında bilgi veriliyordu.(...)
Anıtkabir yarışmasına sunulan projelerinin orijinal yarışma klasörleri artık mevcut değildir; Ankara’da sergilendikten sonra proje sahiplerine başvuru evraklarının iade edilmiş olabileceğini ileri süren bazı araştırmacılar olmakla birlikte, 1980 yılında Anıtkabir Müzesi Arşivleri kurulmadan önce bunlar ya imha edildi ya da kayboldu.(...)
Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bir süre sonra Türk mimarları ve Türk hükümeti ülkedeki bu kalabalık yabancı uzman varlığını ve etkisini sorgulamaya başladı. (...)
Sırasıyla Johannes Krüger, Arnaldo Foschini ve Emin Onat-Orhan Arda'nın projeleri. |
Birincilik ödülünün üç tasarımcı arasında paylaştırılmasından sonra, Anıtkabir yarışması jürisi bu projelerden hangisinin inşa edileceğine dair son seçimi TBMM ye bıraktı. TBMM de 7 Mayıs 1942 tarihinde, Türk mimar ekibi Emin Onat ve Orhan Arda’nın tasarımının kazandığını açıkladı.
Anıtkabir'in inşası
Anıtkabir’in inşası 1944 Ekim’i ile 1953 Eylül’ü arasında dört aşamada gerçekleşti. 1944 Ekim’i ile 1945 Ekim’i arasında mühendis Hayri Kayadelen arazi tesviye işi ile istinat duvarlarını tamamladı. 1945 ile 1950 arasında RAR-Türk Ltd. binaların betonarme iskeletlerini inşa etti. 1950-51 yıllarında Amaç Ticaret Ltd., aslanlı yol ile tören meydanının döşemesini ve binaların taş kaplamasını yaptı; abidevi merdivenleri inşa etti, lahit taşını yerleştirdi, elektrik ve kanalizasyon tesisatını tamamladı. Ve nihayet 1951 ile 1953 yılları arasında Muzaffer Budak adlı müteahhit şeref holünün zemin döşemesi ile saçak ve tavan süslemelerini yaptı. 1953 yılında Time dergisinde çıkan bir yazıda Anıtkabir’in 12 milyon Amerikan dolarına mal olduğu söyleniyordu, ancak bu bilginin hangi kaynağa dayandığı belli değildir. 22 Kasım 1944’te TBMM toplam 10 milyon TL’lik (bugün yaklaşık 90 milyon Amerikan doları) ilk inşaat bütçesi onaylamış, ancak 1 Mart 1950’de bu bütçe 24 milyon TTye (bugün yaklaşık 220 milyon Amerikan doları) çıkarılmıştır.
Anıtkabir’e gelen bir ziyaretçi ilk olarak 26 basamaklı görkemli bir merdivenden çıkar. Bu 26 basamak, Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün ordularının Kocatepe ve Dumlupınar’daki uzun muharebelerin ardından artık ülkenin büyük kısmını kontrol altına aldıkları 26 Ağustos 1922 tarihini temsil eder.
Bu tarih Kurtuluş Savaşında üstünlüğün işgal kuvvetlerinden (Britanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan) Türklere geçtiği dönüm noktasını temsil eder. Bu bakımdan Türk ulusu için yapılmış ulusal bir abidenin girişinde çağrıştırılması —her ne kadar bir levha ya da yazıyla açıkça belirtilmeden, dolaylı bir yoldan yapılsa da- gayet uygundur. Merdivenlerin tepesinde her iki yanda Türk sanatçı Hüseyin Özkan tarafından yapılmış heykel grupları bulunur: solda “Erkek”, sağda “Kadın”. Bir asker, bir köylü ve bir öğrenciden oluşan erkek grubu savunma, üretim ve eğitimi simgeler.
Kadınlardan ikisi Türkiye’nin bereketli topraklarını simgeleyen bir başak çelengini iki yanından tutmaktadır. Soldaki kadın sağ elindeki kabı göğe doğru tutarak Atatürk için Tanrı’dan rahmet dilemektedir (Gülekli 1981, 39). İki kadının arkasında ortada duran üçüncü kadın ise eliyle yüzünü kapamış sessizce ağlamakta, ulusun Atatürk’ün ölümünden duyduğu acıyı ifade etmektedir.
Anıtkabir’deki bu heykellerle diğer figür ve rölyefler, bu dönemde Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nda kullanılmakta olan Sosyalist gerçekçiliğe benzer bir tarzda yapılmışlardır. Ancak bu heykeller Türkiye Cumhuriyeti halkını temsil etmektedir. Erkek figürleri, özellikle de öğretmen, Atatürk’e çok benzemektedir.
Merdivenin iki yanında Anıtkabir idarecilerinin “kule” olarak adlandırdığı birer taş pavyon bulunmaktadır ve bu yapılar anıtın mimari süsleme programıyla ilk karşılaştığımız yerlerdir. Ayrıntılar arasında Selçuklu tarzı mukarnas saçaklar, payanda kemerler, gülbezekler, ve kuş evleri vardır. Onat ve Arda Osmanlı öncesi döneme ait bu mimari öğeleri Türk mimarisinin köklerinin temsili olarak açıklamışlardır. Kulelerin sığ piramidal çatıları ile tepelerindeki bronz mızrak uçları, Türkiye kırsalında ve Orta Asya’da bugün hâlâ bulunabilen Türki göçebe çadırlarını çağrıştırır (Gülekli 1981, 41). Halk geleneklerine ait öğelerin Anıtkabir’deki uyarlamalarından sadece birisidir bu, pek çok başka örnek de vardır. Anıtkabir kompleksinde girişteki merdivenlerin iki yanında yer alan bu iki kulenin dışında sekiz kule daha bulunmaktadır. Bunların her biri Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir temayı temsil eder ve bu temalara göre isimlendirilmiştir: Hürriyet, İstiklal, Mehmetçik, Zafer, Barış, 23 Nisan, Misak-ı Milli, İnkılap, Cumhuriyet ve Müdafaa-i Hukuk kuleleri bu sırayla anıtı gezen ziyaretçinin karşısına çıkar. Kulelerin iç duvarlarına Atatürk’ün kuleye ismini veren temayla ilgili sözleri yazılmıştır. Örneğin İstiklal Kulesinde “Bu ulus bağımsızlıktan yoksun olarak yaşamamıştır, yaşıyamaz ve ya- şamıyacaktır, ya istiklâl ya ölüm” (1919) sözü vardır.
Zafer Kulesinde ise “Zaferin payidar neticeler vermesi ancak irfan ordusu ile kaimdir” (1923) yazılıdır. Kulelerin tavanları, abidenin başka yerlerinde de tavanlarda ve zeminde görülen soyut Türk kilim desenleriyle süslenmiştir. Kadın ve erkek heykelleri arasından geçip bu ilk iki kuleyi gören ziyaretçi, daha önce de bahsettiğimiz aslanlı yol adlı törensel yola girer. Buraya aslanlı yol adını veren, yolun her iki yanındaki, yine Hüseyin Özkan tarafından yapılmış toplam 12 çift taş aslan heykelidir (her iki yanda 6’şar çift, toplam 24 adet). Bu heykeller Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında devlet teşvikiyle yapılmış arkeolojik kazılarda bulunan Hitit aslanlarına çok benzemektedir. İşlevleri, ziyaretçilere Türkler’in köklerinin Osmanlı öncesine, bu durumda, kadim Hitit uygarlığına (MÖ on sekizinci yüzyıl-MÖ on ikinci yüzyıl) uzandığını hatırlatmaktır. Anıtkabir’in Heykel, Kabartma ve Kitabelerinden Sorumlu Komisyonuna göre aslanlar “hem gücü hem barışı” temsil etmeleri için ayakta değil oturur ve/veya uzanır pozisyonda tasvir edilmişlerdir (Gülekli 1981, 32). (...)
Meydana çıkınca Anıtkabir kompleksinin tapmağa benzeyen ve şeref holü olarak anılan ana binası solda kalır. Meydanın çevresinde birbirine revaklarla bağlanmış diğer temalı kuleler yer alır. Meydanın ve şeref holünün ana aksı, Cumhuriyet öncesi dönemin başkent ilan edilmeden önceki (Osmanlı) Ankara’sının temsili olarak tartıştığımız Ankara Kalesi doğrultusunda uzanır. Ziyaretçi geçmişi hatırlayabilir ama Atatürk, daha doğrusu onun naaşınm yattığı bina, bu geçmişin önünü kapatır; onu görmeyi engeller. Anıtkabir yer tespit komisyonunun belirttiği gibi Ankara Kalesi Osmanlı İmparatorluğuyla ilişkili bir yapıydı ve dikkate değer değildi. Tören meydanını çevreleyen kulelerde Atatürk’ün kullandığı vasıtalardan bazıları ile bir Atatürk Müzesi bulunmaktadır. Revakların tavanları Türk kilim desenleriyle yoğun biçimde süslenmiştir ve meydanın kendisinde de traverten taştan yapılmış 373 adet soyut kilim deseni bulunmaktadır (RESİM 6.10). Tıpkı kulelerdeki göçebe çadırı soyutlamaları gibi bu kilim desenleri de abideye Türk kimliği vermek için halk geleneklerine dönülmesine bir örnek teşkil eder.
Tören meydanından şeref holüne çıkan merdivenlerin her iki yanında alçak kabartmalar bulunur. Solda heykeltıraş Zühtü Müritoğlu’nun “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” eseri, sağda İlhan Komana ait “Sakarya Meydan Muharebesi” vardır. Onat ve Arda’nın planında da bu alanların kabartmalarla süslenmesi öngörülüyordu ancak bu kabartmaların konusuna -1921 Temmuzuyla Eylül’ü arasındaki olaylar, yani Atatürk’ün resmen Başkomutan ilan edilmesi ve Kurtuluş Savaşının sonucunu belirleyen Sakarya Nehrindeki muharebe- karar veren Anıtkabir heykel, kabartma ve kitabeler komisyonu olmuştu.
Bu olaylar Türkiye tarihinde çok önemliydi çünkü Fransa’nın Atatürk’ü ve emrindeki kuvvetleri gerçekten ciddiye almaya başlaması Sakarya’daki zaferden sonra olmuştur. Büyük Britanya’nın benzer bir tavır değişikliği göstermesi ise 26 Ağustos 1922 zaferinden sonradır. Daha önce de bahsedildiği gibi bu zafer Anıtkabir’in girişindeki merdivenlerde anılmaktadır. “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” kabartması savaş hazırlıklarını -Atatürk bir kolunu öne doğru uzatmış “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” demektedir- ve bir zafer meleğinin, zaferi Türklere verdiği amansız bir muharebeyi betimler. “Sakarya Meydan Muharebesi” kabartması ise saldırıya geçen düşmana karşı koymak için evlerini bırakan Türkleri (genç bir adam yumruğunu sıkmış “bir gün geri geleceğiz ve öcümüzü alacağız” dercesine ant içmektedir), işgal altındaki milletin durumunu ve Türk ordusunun zaferini simgeleyen meşe ağacına işaret eden bir anavatan figürünü betimler (Gülekli 1981, 72-5). Bu kabartmaların Atatürk’ün mozolesindeki işlevi, ziyaretçiye onun Kurtuluş Savaşındaki liderlik rolünü hatırlatmaktır.
İstiklal Kulesinin içinde bulunan, Zühtü Müritoğlu’na ait kabartmada (bağımsızlığını savunan Türk ulusunu simgeleyen) ayakta iki eliyle kılıç tutan bir genç, onun yanında da bir kaya üzerine konmuş (Selçuklu sanatında güç ve bağımsızlık simgesi) kartal görülmektedir.
Hürriyet Kulesinin içinde yine Müritoğlu’na ait kabartmada elinde (“Hürriyet Beyannamesi’ni simgeleyen) bir kâğıt tutan (bağımsızlığın kutsallığının simgesi) bir melek ile şaha kalkmış bir at (hürriyet ve bağımsızlık simgesi olarak) tasvir edilmiştir.
Mehmetçik Kulesinin dış yüzeyinde yer alan yine Müritoğlu’na ait kabartmada cepheye gitmek için evinden ayrılan Mehmetçik ile elini oğlunun omzuna atmış üzgün ama mağrur annesi (her ikisi de savaştaki fedakârlıkların simgesi olarak) tasvir edilmiştir.
Barış Kulesinin içinde Nusret Suman’a ait, Atatürk’ün meşhur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözünü ifade eden kabartmada, (Türk halkını simgeleyen) çiftçi köylüler ve yanlarında (barışın koruyucusutarihi) yazılı bir kâğıt, diğerinde de (Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışını simgeleyen) bir anahtar tutmaktadır.
Misak-ı Milli Kulesi içindeki Nusret Suman’a ait (Türk ulusunun vatanı kurtarmak için içtiği birlik andını simgeleyen) kabartmada bir kılıç kabzası üzerinde üst üste konmuş dört el tasvir edilmiştir.
İnkılap Kulesi içindeki yine Suman’a ait kabartmada güçsüz bir elin tuttuğu sönmek üzere olan bir meşale (Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün simgesi) ile güçlü bir elin göğe doğru kaldırdığı ışıklar saçan bir meşale (Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’ün modernleşme reformlarının simgesi) görülmektedir.
Ve nihayet Müdafaa-i Hukuk Kulesinin dış yüzeyindeki Suman’a ait kabartmada bir elinde kılıç tutarken diğer elini Türkiye’nin sınırlarından giren düşmana “dur” der gibi ileri uzatmış bir erkek figürü tasvir edilmiştir. İleri uzatılan elin altında bulunan meşe ağacı Türkiye’yi simgelemektedir. (...)
Merdivenlerin ortasındaki hitabet kürsüsünde “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılıdır. Bu Türkiye Cumhuriyeti anayasasının ilk cümlesidir; Atatürk 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk oturumunu bu cümle ile açmıştır. Türkiye’de bu cümle, ABD’de “We thepeople...” (“Biz, Birleşik Devletler halkı...”) ifadesi ya da Fransa’da “Liberte, Egalite, Fraternite ’ (“Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”) şiarına eş güçtedir; ulusun var olma hakkını doğrudan tanıyan belirleyici bir ifadedir.
Hitabet kürsüsünden ayrılıp merdivenlerden şeref holüne doğru çıkarken Atatürk’ün en ünlü konuşmalarından ikisi sütunların arkasındaki duvara altın harflerle kazınmıştır.
Soldaki 1927 tarihli “Gençliğe Hitabe dir; Atatürk burada genç kuşaktan Türkleri Cumhuriyete ihanet edebileceklere karşı uyanık olmaya çağırmaktadır.
Sağdaki ise 1933 tarihli “Onuncu Yıl Nutku dur; Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin 1923’teki ilanından beri geçen on yılda başarılanları görkemli bir nutukla kutlamaktadır.
Kitabelere kazınmış bu konuşmalarla Atatürk’ün gömüt yerine girmek üzere olan ziyaretçilere Türk ulusu, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı ve Atatürk’ün tüm bu süreçteki rolü hatırlatılmaktadır.(...)
Atatürk'ün lahti
Holün en uzak ucunda Atatürk’ün büyük mermer lahdi, kocaman bir pencere ile çerçevelenmiş olarak durur.
Lahit Adana yakınlarındaki Osmaniye’den getirilmiş 40 ton ağırlığında yekpare bir kırmızı mermer bloktan oluşmaktadır. Atatürk’ün naaşı aslında lahdin hemen altında yer alan kümbet benzeri sekizgen mezar odasında gömülü olduğu için bu mermer kütle onun bedeninin bir simgesidir sadece. Zeminin altındaki asıl mezarda Atatürk’ün naaşının üstünü örten mütevazı bir mermer levha, etrafında da 81’i Türkiye’nin vilayetlerinden, ikisi de Türkiye dışından gelen toprakla dolu olan toplam 83 pirinç vazo bulunmaktadır. Atatürk böylelikle gerçek anlamda vatan toprağıyla sarmalanmıştır.
Yeraltındaki bu mezar halka açık değildir, ancak son dönemde buraya yerleştirilen video kameralarla görüntüsü kapalı devre televizyon sistemiyle yayımlanmaya başlamıştır ve ziyaretçiler Atatürk Müzesinden çıktıktan sonra revaklarda gezerken mezarı izleyebilirler. Ziyaretin bu zirve noktası -büyük insanın lahdinin (ve kapalı devre yayın aracılığıyla mezarının) izlenmesi- tüm Anıtkabir deneyiminin en kişisel kısmı olsa da aynı zamanda Türk ulusal tarih anlatısını da tamamlamaktadır. Deneyim bir bütün olarak Türkiye’nin geçmişini simgeler ve geleceğine dair işaretler sunar.
***
Wilson'ın Koç Üniversitesi Yayınları'ndan 2014'te çıkan kitabında Anıtkabir üzerine değerlendirmeler 180 sayfa sürüyor. Anıtkabir'in mimari tasarımıyla "temsil" ve "sembol" haline getirilişi yoğunlukla yukarıdaki bölümde aktarılıyor.
Yapının simgeselliğinin bir çok özelliği son yıllarda Anıtkabir'e ve arazisine yapılan küçük müdahalelerin aslında toplumda ve devlet yapısındaki değişimi de bir anlamda simgeleiğini de gösteriyor. (HK)
Kaynak
1 - Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Arşivleri, Grup Kodu 030-10-0-0, Ref: 1-8-14, Dosya: 248, Tarih: 0/0/1942.