Görece klasik bir orta sınıf ailede büyüdüm, “Karaoğlan” Ecevit’i de seven bir anneanne ama oylar istisnai dönemler dışında CHP’ye. Atatürk dokunulmaz bir figür. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda evimizin önünden fener alayı geçerdi ve günler öncesinden konfetiler hazırlardık. Yaşadığımız yer, gittiğim okullar da hep bu çizgide oldu, “öteki”yle çok karşılaşmadan büyüdüm. Ona rağmen ortaokul – lise zamanları (90’lar) aklımdan “Türküm, Müslümanım, Sünniyim, ülkede egemen olan kimliklerdenim” diye geçtiğini ve bunun bende ayrımcılığa dair bir farkındalık sonucu oluşan bir cümle olduğunu hatırlıyorum. O zaman tabi “egemen kimlik” gibi ifadelerle geçmiyor da şimdi öyle tercüme etmiş olayım.
Başka türlü düşünmenin de mümkün olacağını ilk defa 97’de fark ettim, o dönem staj yaptığım gazetede çalıştığım bölümün sorumlusuyla sohbet ederken alfabe değişikliğiyle (harf devrimiyle) ilgili olarak “Mesela dedenin günlükleri olsa okuyamayacaksın” demişti. “Bir gecede cahil olduk”çulardan değilim ama ilerleyen zamanlarda da düşünmeye devam ettikçe alfabe değişikliğinin, tam da o dönem istenilen ve ihtiyaç duyulan şekilde, geçmişten müthiş bir kopuş olduğu fikrine sahip oldum.
Tarihçi de değilim psikoloji alanında uzman da ama bu kopuş bana hep toplumsal belleksizliğimizin önemli dönemeçlerinden biri gibi geliyor.
Yıllar içinde, çok bilinçli bir siyasi çizgi izlemesem de ayrımcılığa ve baskıya hep karşı oldum. Kürt “sorunu” konusunda da kırmızı çizgim yoktu, okula türbanla / başörtüsüyle girilmesinden de yanaydım. Hrant Dink’in katledilmesi bir pencere daha açtı bende, artık somut olarak da bir şey yapmak istiyordum. Eski eşim vasıtasıyla siyasetle az biraz daha yakından ilgilenmeye başladıkça zaten sınırsız (sınıfsız, sömürüsüz) bir dünyaya inanmaya başladım, çok uzun bir zamandır da kendimi ulusal bir aidiyetle tanımlamıyorum. Türkiye sınırları içinde doğdum ve bu ülkenin vatandaşlığına sahibim ama bu bende ekstra bir üstünlük veya sahiplik ya da aidiyet duygusu yaratmıyor. Doğduğum toprakları epey seviyorum, burada olan iyi şeylere sevinip kötülere üzülüyorum, bulunduğum yerin daha iyi duruma gelmesi için mücadele ediyorum vs. vs. ama bu kimliksel bir sahiplenme değil.
“Yazsam hayatım roman olur” girizgahını neden yaptım, sadede geleyim. Bütün bu süreçte cumhuriyetin sembolik değerleriyle ve Atatürk’le bağım da biraz gevşedi. Derken bir ay kadar önce iş için Selanik’e gittim, iş dışında çok az bir boş zamanım kalmıştı. Bir pastanede oturdum, güzel bir kahvaltı edip kaldığım yere dönmeyi ve yol için hazırlanmayı planlıyordum. “Atatürk’ün Evi’ne gitsem mi gitmesem mi, biraz da uzaktaymış, Selanik yakın zaten, bir daha gelirim olmazsa” cümleleri zihnimden geçerken garip bir sorumluluk duygusu uyandı içimde, oraya kadar gitmişken Atatürk’ün evini gezmemek olmazdı sanki. Velhasıl kalktım gittim, evi gezerken gözlerim doldu hatta.
Neden doldu gözlerim... Bir insan büyük bir hayal kurmuş, o hayali gerçekleştirme yolunda büyük adımlar atmış (sadece bir kişiyle olmadığını biliyorum tabi ki, Atatürk şahsında toplamış olayım herkesi) ve... en nihayetinde pek de olmamış. Zarla zorla, ite kaka bugünlere kadar gelinmiş ama o günden bakıldığında herhalde 2018’de olunması hayal edilen yer burası değildi... Buydu gözlerimi dolduran. Yıllar sonra bu yıl 10 Kasım’da da siren çaldığında kalktım balkona çıktım, bir kadın daha vardı başka bir balkonda, yolda yürüyen bir genç vardı, durduk öyle siren bitene kadar. Benim için galiba bir hayale, bir umuda, bir mücadeleye saygının duruşuydu bu... Belki sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya hayalimiz de gerçek olur birgün ve belki sürer bir zaman... (İE/HK)
* Fotoğraf: 2017, 10 Kasım, Anadolu Ajansı