Bu engelleri aşmak için uzun süredir sarf ettiğimiz çabaların ise, ne yurt içinde ne de dışında yeterince değerlendirildiği söylenemez. Dolayısıyla, Türkiye'de kadının konumunu, sınırlı da olsa karşılaştırmalı bir çerçeve içinde ele alarak bütünsel bir tablo çizmeye yönelen bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşündük.
"Kadının konumu", Türk modernleşmesinin başından itibaren yurt içinde ve dışında önemli bir ilgi ve tartışma odağı oldu. Bu tartışmalar, bir yandan İslamcı köktenciliğin yükselişi, diğer yandan da Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin gündemde olması nedeniyle son yıllarda yeniden hız kazandı.
Köktendincilik salt İslam'a özgü bir olgu değil; Batı'da da, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) Protestan köktendinci Ahlaki Çoğunluk (Moral Majority} hareketi örneğinin gösterdiği gibi, yer yer saldırgan bir yükseliş içinde.
Her türlü köktendinciliğin merkezinde ise, kadının konumu ve onun toplumsal denetimi sorunu var, çünkü kadınlar topluluğun saflığını ve sınırlarını belirleyen simgeler olarak kullanılıyorlar. Böyle olduğu halde, Batı merkezci ve Şarkiyatçı yaklaşımlar bu gerçeği görmezden gelerek "kadının toplumsal denetimi" olgusunun salt İslam'a ve Müslüman kültürlere özgü olduğu yanılsamasına kapılıyor ve üstelik bunu, kültürler arasında mutlak, değişmez farklılıklar ve duvarlar inşa etmek için kullanıyorlar.
Böylelikle, Müslüman toplumlarda yaşayan kadınlar "geri", "pasif", "itaatkar" olarak kurgulanarak Batılı "ileri", "özgür" ve "mücadeleci" kadının "öteki"si konumuna indirgeniyor.
Acıdır ki, bu indirgemeci tutuma, farklılıklara karşı duyarlı olma iddiasında bulunan ve Batı merkezli modernleşme yaklaşımının bütüncül ve eril söylemini yıllardır eleştirmiş olan bazı feminist kesimler de kapılabiliyor.
Örneğin AFEM (Association deş Femmes de l'Europe Meridi-onale) Türkiye'nin AB üyeliğine kabulüne karşı çıkarken, Türkiye'de kadın haklarının "geriliği"ni, "namus" cinayetlerinin vb. varlığını ve İslamcı yükselişi gerekçe olarak kullanıyor.(1)
Ancak daha çarpıcı olanı, Elisabeth Badinter gibi önemli bir feminist tarihçinin tutumu. Badinter de Türkiye'de kadınların konumunun "geriliği"nden ve Fransa'daki [Müslüman] azınlıkların durumundan yakınarak "Batılı değerlere sırtını dönen kendi banliyölerimizde kadın-erkek eşitliğini kabul ettiremiyorsak, Anadolu kadınlarını özgürleştirebileceğimizi nasıl düşünebiliriz?" diye soruyor.(2)
Bu soruyu, kadınları tarihe kazandırmak ve onların birer özne olarak tarihin şekillendirilmesine nasıl katkıda bulunduklarını gün ışığına çıkarabilmek için onca çaba harcamış olan bir feminist tarihçinin sorduğuna inanmak kolay değil. Bu sözler, "öteki kadın"ın (bu bağlamda "Anadolu kadını") bir "özgürleştirilme" problemi olduğunu iddia ediyor ve bunu yapacak olanın da (doğal olarak!) "biz", yani "Avrupalılar" olduğunu varsayıyor.
Anadolu kadınının, "özgürleştirilme" değilse bile bir "özgürleşme" problemi gerçekten var ve bu problemi dünyadaki başka kadınlarla paylaşıyor ve gene onlar gibi uzun süredir konumunu değiştirmek için mücadele ediyor.
Kadınların özgürleşme problemi, derecesi ve biçimleri toplumlara göre farklılık göstermekle birlikte dünyanın her yerinde devam ediyor. Eğer öyle olmasaydı ne Birleşmiş Milletler'in (BM) ne de AB'nin eşitlik konusunda ya da kadına uygulanan şiddete karşı bunca uyarı yapması ve hem yasal hem de pratik önlemler alması gerekli olmazdı.
Örneğin kadın-erkek eşitliği açısından dünyanın en ileri ülkelerinden olan İsveç Parlamentosu'nun 1998'de kabul ettiği "Kadınlara Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası"nın gerekçesinde şu sözler yer almazdı:
"[İsveç'teki] bütün kazanmalara rağmen, birçok alanda kadınlar ve erkekler arasında önemli bir güç eşitsizliği mevcuttur. Bu eşitsizliğin en çarpıcı örneği ise, erkeklerin kadına yönelttiği şiddettir. Alınan çok sayıda önleme karşın, özellikle son yıllarda, İsveç'te binlerce kadın şiddete maruz kalmaktadır." (3)
İsveç bir İslam toplumu değildir, ama yukarıda vurgulandığı gibi henüz kadın ile erkek arasındaki güç dengesizliğinin sürdüğü bir toplumdur ve bu dengesizliğin en açık ifadesi de kadına uygulanan şiddettir. Bu şiddetin biçimi kültürlere göre çeşitlilik gösterebilir; örneğin Türkiye'de "namus cinayeti", Afrika'nın bazı yerlerinde "kadın sünneti", İsveç ya da Fransa'da "erkeklerin kadın partnerlerini öldürmeleri" biçimini alabilir, ama olgunun niteliği aynı kalır.
Bu açıdan, kadınların özgürleşme mücadelesi bütün dünyada devam etmektedir. Bu mücadelenin kazanılması ise, her yerde kadınların kendi çabalarına ve hem evrensel hem de yerel düzeyde aralarında kurabildikleri dayanışmaya bağlıdır.
Kadınların "geriliği"ni, ya da "namus cinayeti", "kadın sünneti" gibi olguları azınlık gruplarıyla, Orta Doğu ülkeleriyle, İslam'la vb. özdeşleştirmek, bu grupların ya da kültürlerin "problemli" olarak damgalanması anlamına gelir.
Buysa, kültürü homojen bir olgu olarak kabul eder; yani belirli bir grubun değişmeyen yekpare (monolitik) bir kültüre sahip olduğunu ve bu kültürün de bir bütün olarak bu tür pratikleri onayladığını varsayar. Böylece grubun üyeleri arasındaki görüş ve tutum ayrılıklarını görmezden gelerek onları homojenleştirir ve söz konusu grup/kültür ile onun "dışındakiler" arasında aşılmaz bir duvar inşa eder. Üstelik her nasılsa "dışarıdakiler", o grubu yargılama yetisine ve hakkına sahip oldukları vehmine kapılarak kendilerine göre "problemli" olan grubu/kültürü kendi (geri) "öteki"leri ilan ederler.
Bütün bir kültürü/grubu/dini problemli olarak nitelendirdiğinizde içsel muhalefetin ve mücadelenin varlığını görmek elbette mümkün olmaz ve dolayısıyla benzer değerleri paylaşan özneler arasında yapıcı ittifaklar ve dayanışma da kurulamaz.
Sonuçta bu yaklaşım, kültürel değer ve tutumları mutlak değişmezler olarak kabul eden muhafazakar ittifakların elini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Dolayısıyla, kültürel farklılıkların mutlaklaştırılmasına dayanan aşılmaz duvarlar inşa etmek yerine, "öteki gruplar" hakkında bilgi edinerek köprüler kurmaya çalışmak, başka kültürleri anlamanın önündeki engelleri aşmayı sağlayabilir.
Bu gerçek, köprünün her iki yanındakiler için de geçerlidir, çünkü köprüyü bir kez inşa ettiniz mi iki tarafa da geçiş olanağı tanımış olursunuz.
(...)
Kadınların konumunun değişmesi ve eşitlik bağlamındaki politika ve önlemlerin geliştirilmesi için belirleyici olan, hiç kuşkusuz, Türkiye'de kadınların kendi adlarına kendi verdikleri mücadeledir. Ne var ki, uluslararası dayanışma, tarihsel olarak, kadınların eşitlik mücadelesinde her zaman önemli olmuştur ve bugün de önemini korumaktadır.
Türkiye'de kadınlar bunun öneminin farkındadırlar ; (4) Avrupa'da da bu ihtiyacın farkında olan ve dayanışmanın gereklerini yerine getiren çok sayıda kadın örgütünün ve ağının bulunması sevindiricidir.
Avrupa Kadın Lobisi (EWL), AB'nin genişleme sürecinden korku duyan muhafazakar tutumlara karşı sesini yükselterek bu genişlemeyi sevinçle karşıladığını duyuruyor: "Genişlemiş bir AB, toplumsal cinsiyet eşitliğinin güçlendirilmesi açısından yeni ve heyecan verici olanaklar ve meydan okumalar sunuyor."
EWL, haklı olarak, "genişlemiş bir Avrupa'da güçlü bir kadın hareketinin AB düzeyinde gelecekteki politikaların şekillendirilmesi için anahtar rolü oynayacağını ve bu politikaların giderek daha fazla kadınların eşitlik, toplumsal gelişme, dayanışma ve adalet yaklaşımlarım yansıtması gerektiğini" ifade ediyor.
Türkiye sekretaryasını "Türkiye'de ve Avrupa Birliği'nde (AB) Kadının Konumu: Kazanımlar, Sorunlar, Umutlar" başlıklı kitabı yayınlayan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (Ka-Der) yaptığı, Avrupa Kadın Lobisi'nin çağrısı bugün her zamankinden daha anlamlı:
"Dileğimiz, kadın haklarının eksiksiz gerçekleştiği ve kadınlar ile erkeklerin güç ve kaynakları eşit biçimde paylaştıkları bir Avrupa yaratılması için kadın hareketlerinin birlikte çalışmasıdır. Dolayısıyla, kadınlar ve erkekler arasında tam eşitliğin sağlanması amacımıza ulaşmak için hem AB içindeki, hem de aday ülkelerdeki kadın örgütleriyle daha da sıkı bir işbirliği için çağrıda bulunuyoruz." (5) (BB)
* Prof. Dr. Fatmagül Berktay;, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Başkanı
* Bu yazı, Fatmagül Berktay, İnci Özcan Kerestecioğlu, Sevgi Uçan Çubukçu, Özlem Terzi ve Zeynep Kıvılcım Forsman'ın yaptığı; editörlüğünü Fatmagül Berktay'ın üstlendiği; Ka-Der'in yayınladığı "Türkiye'de ve AB'de Kadının Konumu: Kazanımlar, Sorunlar, Umutlar" başlıklı kitaptan özetlenerek alıntılandı.
Dipnot
(1)Position de I'AFEM sur l'opportunite d'ouvrir en decembre 2004 deş negociations en vue de l'adhesion de la Turqui a l'Union europeenne (21 Nisan 2004).
(2) E. Badinter, 17 Mayıs 2004 tarihli l'Express dergisi; akt. Zeynep Göğüs, Hürriyet gazetesi, 17 Temmuz, 2004; abç. Badinter'in l'Un Est l'Autre adlı kitabı Türkçeye de çevrilmiş ve geniş yankı yapmıştır (Biri Ötekidir, Afa Yayınları, 1992).
(3) Şiddete karşı yasaya ilişkin bilgilendirme belgesi: Swedish Government Offices Fact Sheet on Violence Against Women, 1999.
(4) AB için Türkiye Kadın inisiyatifi, Türk Parlamenterler Birliği çatısı altında kurulan ve parlamento dışı STK temsilcilerini de bünyesinde toplayan Kadın-Erkek Eşitliği Danışma Komisyonu ve Mart 2004'de Türkiye'den çok sayıda kadın örgütünün bir araya gelmesiyle Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Ulusal Koordinasyonu'nun kurulması bu farkındalığın yakın tarihli somut örnekleridir.