"Gelecek yıl büyümenin yüzde 5 olacağı varsayılmıştır" diyor. Öyle olur mu olmaz mı bilemeyiz, ama bir varsayım bu. Kur ile ilgili varsayım 300 milyar Dolara yakın, 298 milyar Dolarlık bir Gayri Safi Milli Hasıla olacak diyor. Fiyat hareketleri olarak deflatör yüzde 8 olarak yer almış, hem toptan eşya hem de tüketici fiyat endeksi yüzde 8 olarak düşünülmüş. Bunlar varsayım olduğu için ufak tefek farklar olabilir, önemli değil. İthalatın 104 milyar Dolara, ihracatınsa 171 milyar Dolara çıkacağı varsayılıyor. İthalattaki artış çok fazla değil, bu sene için tahmini 95.5 milyar Dolar, dolayısıyla az bir artış var. İthalatın fazla artmayacağı varsayımı ilginç, bu tartışılabilir bir nokta, ama olmaz değil, belki ithalat biraz daha fazla olabilir diye düşünebiliriz.
Bunun arkasından da bütçe geliyor, tabiatıyla. Bütçe büyüklüklerine baktığımızda, harcamaların yüzde 9 ve bütçe gelirlerinin de yüzde16.3 artacağı öngörülmüş. Harcamalara baktığımız zaman, yeni bütçede faiz giderlerinin düşeceği varsayılıyor onun dışındaki kalemler artıyor. Faiz oranlarının düşmesi yüzünden. Bu da olmayacak bir şey değil, gayet makul ama başka bir nokta ortaya çıkıyor; faiz dışı giderlerde yüzde 17.8'lik bir artış öngörülüyor, bu ciddi bir sıçrama. Bu ne demek? Fiyat artışlarının yüzde 8 civarında olacağı düşünülürse, yüzde 10 civarı bir faiz dışı gider harcaması, bütçe artık bu kalıba sığamıyor demek. Harcamalarını artırmak zorunda hissediyor kendisini. Bu harcama kalemlerine baktığınız zaman, bazıları kaçınılmaz olanlar, mesela sosyal güvenlik yüzde 16.2 artmış, personel giderleri yüzde10.8 artmış. Fakat burada ilginç olan sermaye giderleri, yani bütçeden yapılan yatırım harcamaları; orada yüzde 48'lik bir artış var, 6.8 katrilyondan 10.1 katrilyona çıkmış.
ÖM: Bu çok büyük bir sıçrama değil mi?
HE: Evet, yalnız bir şey söyleyeyim; 6.8 katrilyondan 10 katrilyona çıkmış olan kamu yatırımları.
Faiz giderlerimiz ne kadar gelecek yıl? 56 katrilyon olacak. Yani faiz giderlerine oranla sermaye harcamaları çok büyük değil, ama rakamdaki artış büyük. Bu ne demek? Demek ki, bazı noktalarda artık yatırım yapmamak mümkün değil, siyasi olarak, teknik olarak, hangi nedenle olursa olsun, buna dikkati çekmek lazım.
Bu çerçeve içerisinde baktığımızda, transfer kalemleri içerisinde artış oranı yüksek olan Kredi Yurtlar Kurumu'na yapılan transfer, ancak rakam küçük, onun için çok önemli değil. Ama sosyal güvenlik kurumlarına yüzde13.4 oranında, toplam 22 katrilyona varan transfer yapılması zorunlu gözüküyor. Bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Bir de Bakanlıklarda ne olduğuna bakıyoruz, bir tane enteresan rakam var; Hazine Müsteşarlığı'nın bütçe ödeneğinde yüzde17.5'lik bir düşüş var. Bu iyi gibi görünüyor, ama bu faizle ilgili çünkü Hazine Müsteşarlığı ödüyor faizi. Kalanların hepsinde çift haneyle, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ödeneğinde yüzde 400 oranında artış var. Tek haneli ödenek artışı olan tek kuruluş Milli Savunma Bakanlığı, o da yüzde9.6, diğerlerinde daha yüksek artış var.
Dolayısıyla bu bütçe, bir miktar harcama artışı getiriyor. Harcama artışı getiriyor ama faiz dışı fazla yaratmak ve bütçe açığını da kısmak açısından iddialı bir bütçe, dolayısıyla gelire yükleniyor. O yüzden de gelirlerin yüzde16.3 oranında artması bekleniyor. Bunun içerisinde de vergi gelirlerindeki artışın yüzde18.3 olacağı bekleniyor. Ekonominin yüzde 5 civarında büyüyeceği düşünülürse, bu sene yüzde10 büyüyen ekonomi, gelecek sene yüzde 5 büyüyünce bu da bir canlanma değil. Demek ki bazı vergiler ya da vergi oranları üzerinde yapılacak oynamalarla bu kazanım sağlanacak gibi gözüküyor.
Bütün bunlardan kabaca çıkan şey şu; bu bütçe manasız bir bütçe değil ama tutturulması zor bir bütçe ve olayın da nasıl sıkışmakta olduğunu gösteriyor. Yani, "bazı harcama kalemlerini arttırabilmek için diğer kalemlerden tasarruf edebiliriz" in sınırına gelmişiz. Burada kamu gelirlerini arttırmaya dönüyorsunuz, kamu gelirlerini arttırmak için de sonuçta vergiyi kimden alacağınız gibi sorular ortaya geliyor. Bütçede eşiği kilitleyen, yani siyasi iktidarın arzu edilen yönde faaliyet göstermesini engelleyen nokta da faiz yükü. Faiz yükünün bağlı olduğu şey, özellikle iç borcun çok yüksek olması, Türkiye'nin bu problemi çözemediğinin başka bir belgesi de bu.
ÖM: Evet. Maliye Bakanı'nın genel üslubundan farklı, serinkanlı bir değerlendirme yapmış olduk. Maliye Bakanı'nın gayet babacan, hatta biraz da argoya kaçar bir üslupla, biraz da ders verir gibi, geleceğe ilişkin vatandaşların neler yapması gerektiğini açıklayan konuşmaları vardı. Son bir soru sormak istiyorum bu konuyla ilgili; bu bütçeyi tutturmanın zor olduğunu söylüyorsun, ama bu genel durumun, tehlikeleriyle beraber sürdürülebilir bir manzara arz ettiği söylenebilir mi?
HE: Görüyoruz ki bu bütçenin dengesini alt üst edebilecek bir tek kalem var, o da faiz. Rakam çok büyük, faiz oranlarında bir oynamadan gelecek etkiler, bu yıl 2005 değil de 2006'da bile bu işin dengesini çok bozabilir. Dolayısıyla, Türkiye'nin, Maliye Bakanı'nın da konuşmasında altını çizdiği gibi, kamu faiz dışı dengesini yüzde6.5'ta, bütçedekini yüzde5'te tutturması şart. Bu artık bir politika aleti olmaktan çıktı, "indirelim kaldıralım" meselsi değil. Türkiye'nin bu tehditten kurtulması lazım, bu tehdit ortada olduğu müddetçe her an ya o tehlikeyle karşılaşılır, ya da insanlar o tehlikenin geldiğini zannederek daha çok tehlikeyi davet ederler, esas problem orada.
Bundan sonra sanıyorum -inşallah demek lazım-, Türkiye'de laubali bir şekilde "canım bütçede ne yazarsa yazsın biz istediğimizi harcarız" diyen bir iktidar gelemez. İşler biraz yoluna girdi o açıdan fakat bu kalem çok tehlikeli, hataya anında reaksiyon gösteren bir kalem. "Ben şimdi hata yaparım gelecek seneye faiz yükü artar" şeklinde olmayabilir. Büyük bir hata yapıldığı zaman, hemen borcun vadesi kısalıyor, faiz yükseliyor, onun yükü de bu sene içinde gelebiliyor. Onun için ciddi hatalardan uzak durulması, çok dikkatli, ince iktisat politikası yapılması gerekiyor. Dış şoklara karşı tabi yapabileceğimiz bir şey yok. Yani Ortadoğu karışırsa hükümet ne yapsın? Orada da ciddi sorunlar var, onları da bir tarafa bırakmak lazım herhalde, bütçe açısından.
ÖM: Doğrudan sermaye meselesi ile ilgili nasıl dedikodular var uluslararasında?
HE: "Türkiye yükselen ekonomiler içinde" deniyor. Bana da şaka gibi geliyor, iki de bir krize giriyoruz, ondan sonra "yükseliyorsunuz" diyorlar bize, pek komik bir şey. Bu ülkelere 2003 yılında 212 -213 milyar Dolar dış finansman girmiş, bunun 2004 yılında 226 milyar Dolara çıkması beleniyor. Bu rakamlar büyük rakamlar. Acaba büyük para mı? IMF'nin dokümanlarına baktım, 2003 yılında tüm bu yükselen ekonomilere gelen para net olarak 213 milyar dolar. Yani gelen, giden de oluyor tabii, arada fark 213 milyar Dolar. Hatta 2004'te 225 Dolar. Peki, ABD'nin bir yılda aldığı yabancı sermaye ne kadar? 546 milyar Dolar.
ÖM: "Az gelişmiş ülke" ya da "yükselen ekonomi" ne dersek diyelim, iki katı..
HE: Şunu söylemek istiyorum, sermaye hareketlerinde başat olan, önemli olan, gelişmiş ülkeler arası sermaye hareketleridir. Çünkü dünyadaki sermaye hareketlerinin yüzde71'ini ABD kendisine çekiyor, 2003 rakamlarına göre öyle gözüküyor. Verenlere de baktığınız zaman başta Japonya çıkıyor, gelişmiş ülkeler çıkıyor. Bir kere bunun altını çizelim, şöyle bir his doğuyor ki, "bu sermaye yükselen ekonomilere gelerek yaşayabiliyor", öyle de değil. Orada iyi kâr ediyor, bu doğru.
ÖM: Mesele zengin ülkeler arasındaki muhabbettir.
HE: Öyledir. Bir başka noktayı söyleyeyim, ABD'nin yurtdışına yaptığı doğrudan sermaye yatırımı 2003 yılında 134 milyar Dolar'mış. Sadece ABD. Aynı yılda Institute of International Finance istatistiklerine bakınca, bütün bu yükselen ekonomilerin aldığı toplam doğrudan yatırım 92 milyar Dolar.
ÖM: Devede kulak...
HE: Bu sadece ABD, Japonya v.s de var. Demek ki bu doğrudan yatırım gelişmekte olan ülkelere gidiyor, fakat bunlardan çok daha büyük miktar yine gelişmiş ülkeler arasında dönüyor. Yükselen ekonomiler arasında bir istisna var, o da Çin.. Bütün yükselen ekonomilere gelen doğrudan yatırımın yüzde45.3'ünü o almış
ÖM: Yani yükselen ekonomi erken Çin'i ayrı, diğerlerini ayrı tutmamız gerek gibi bir sonuca varıyoruz.
HE: Evet, o ülkenin bir özelliği var, bu özellik siyasi midir değil midir tartışılır, fakat Çin dışarı çıkarıldığı zaman yükselen ekonomilerin doğrudan sermaye çekme becerisi, propagandası yapıldığı kadar yüksek çıkmıyor. Bir başka noktaya daha değineyim; bu ülkelerin coğrafi dağılımında bakarsak; Avrupa'daki yükselen ülkeler Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Rusya, Estonya vs. Bunları topladığımız zaman ortaya enteresan bir şey çıkıyor; Avrupa bölgesindeki yükselen ekonomilere giden yabancı kaynaklar büyük ölçüde borç niteliğinde, yani hisse senedi alımı ya da doğrudan yatırım şeklinde çektikleri sermaye ile değil, daha çok borç alarak devam ediyorlar. Burada bana ilginç gelen şey şu; "AB'ye yaklaşıverince doğrudan yatırım gelecek" deniyor.
ÖM: Evet, öyle bir beklenti var.
HE: Avrupa'nın civarındaki bu ülkelere gitmemiş yatırım, Rusya'yı çıkarıp tekrar hesap yaptım, yine aynı sonuç çıkıyor. Demek ki AB, kendisine en yakın olanlara bile pek doğrudan yatırım ihraç eden bir yer değil, öyle olsaydı kendi civarından başlardı diye düşünüyorum. Demek ki "Avrupalı mısın değil misin?" diye bakmıyor sermaye, sermayenin başka ölçütleri var, "orada kazanabilir miyim?" diye bakıyor. Çin'e gitmek cazip geliyor, ama Avrupa o kadar popüler değil. Bazı şeyleri doğru hesaplamak lazım.
ÖM: Doğrudan sermaye durup dururken gelmez yani.
HE: Evet! Niye "Çin'e gidiyor, niye buraya gelmiyor?" diye sorulabilir. Niye Avrupa'daki ülkelerin hepsinin cari işlemler açığı var? Buna mukabil, dünyadaki diğer yükselen ekonomilerde muazzam cari işlemler fazlası var. Cari işlemler fazlası olmasına rağmen bu ülkelere sermaye gidiyor. Bu ülkeler muazzam rezerv biriktiriyorlar, o rezervler de Amerikan Doları'ndan oluyor büyük ölçüde, biraz da Euro cinsinden oluyor, Yani orada başka bir dünya dönüyor, Avrupa'da başka bir dünya dönüyor. Bunun dinamiği nedir? Bu olaya bakmak lazım. Neden Avrupa ülkeleri cari açık veren ülkelerdir? Neden bu ülkelerin cari açık finansmanında doğrudan sermaye değil, borçlanma önemlidir? Tabii Türkiye de Avrupa ülkeleri gibi bir manzara arz ediyor. Gelen doğrudan yabancı yatırım düşük, hatta Avrupa'dan da düşük.
Evrim Altuğ: Bu noktada, size belki bambaşka bir konuda bir soru soracağım; YTL, Yeni Türk Lirası meselesi ile ilgili. Tüketicinin eğitimi bir yana, Unakıtan'ın, "Dikkat edin harcayacağınız paraya, birden bire borç batağına saplanırsınız" gibi sözleri var. AB birliği kapısındaki Türkiye'nin YTL'yle ne işi olabilir ki? Diyelim AB'ye girdik, on yıl içinde Türkiye bir de YTL'nin Euro'ya' dönüşümüyle uğraşacak. Bunlar sizce olağan stratejilerin sonucu mu?
HE: Bir kere Türkiye'nin YTL'ye geçmesini doğru bir hareket olarak yorumluyorum. İkincisi benim de katıldığım çalışmalarda ulaştığımız sonuç, Türkiye'nin bu noktada kendisini Euro'ya endekslemesinin çok tehlikeli olabileceği, bunun Türkiye'de finansal istikrarı çok bozacağı yönünde. Dolayısıyla, Türkiye'nin YTL'ye geçmesi, YTL'nin istikrarını sağlaması, istikrarı sağladıktan sonra, bir gün kendisini Avrupa Para Birliği içinde bulacak şekilde hareket etmesi lazım. Yalnız Türkiye'nin AB'ye üye olması, olmaması ayrı bir konu, Türkiye'nin Avrupa Para Birliği içinde yer alması ayrı bir konudur. Türkiye'nin Avrupa Para Birliği içinde yer alması, her şey iyi gitse bile çeyrek yüzyıl ötesi için düşünülebilecek bir konudur. Bu dönem içerisinde Türk Lirası'na ihtiyaç olacaktır, bunda ben bir sorun görmüyorum. Bugün AB'nin her üyesi Avrupa Para Birliği'nin üyesi değil. İngiltere değil mesela. Onun için Türkiye'nin bu konuda bir esnekliğe sahip olmasını yararlı görüyorum. Ayrıca YTL'ye geçişte propaganda yapılmasına, tanıtılmasına bir itirazım yok, ama biraz da abartılıyor, sanki müthiş bir olay olacakmış gibi. Türkiye'de pazarlarda filan zaten geçilmiş durumda, kimse o kadar sıfırı yazmıyor.
ÖM: Çok teşekkür ediyoruz.
* 21 Ekim 2004 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.