"Rusya'da 1917 Şubatı’ndan ekimi ‘ne uzanan süreçte işçi ve köylüler sayısız girişimde bulunmuş, kendi bilinç düzeylerindeki gelişmeye paralel olarak farklı partileri ve siyasetçileri denemiş, nihayetinde Bolşeviklerde karar kılarak ilk işçi devletini kurmuşlardı. Elinizdeki kitap ‘dünyayı sarsan’ bu bir yılı konu alıyor.”
Ferit Burak Aydar “1917 Devrimin Rapsodisi” adlı kitabının önsözünde böyle diyor.
Kitabı elime aldım ve “dünyayı sarsan bir yıl”dan kastının ne olduğunu, hangi kaynakları kullandığını, bir önceki çalışması olan "İspanya İç Savaşı'nın İzinde" ile bu çalışmanın ilgisini ve kitabını neden Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’ya ithaf ettiğini sordum.
Kitaba yazdığın girişte devrimin 50. yılında yayınlanmış bir kitaba gönderme yapıp, oradaki "yeni çobanların önüne katıp sürüklediği pasif Rusya tablosu kuşkusuz çoktan terk edildi" cümlesini alıntılamışsın. 100. yılda Rusya için yeni bir cümle kurmak gerekse cümlen ne olurdu?
“Eski rejimin bağrında palazlanmış yeni kodamanların önüne katıp sürüklediği perişan Rusya” olabilir. Nihayetinde Rusya devleti bugünkü Rusya olmasını 1917’ye borçludur. Devrimden doğan rejim, cismiyle ve ismiyle yıkılmadan önce yaşanan tüm karşıdevrimlere rağmen, kurduğu altyapıyla, o coğrafyadaki devlet yapılanmasının epey geriden gelip dünyanın ikinci büyük devi olmasını sağlamıştır. Şimdi, Devrim’in başarılarını görmezden gelmek isteyenlerin sevdiği bir teleolojik tarih anlayışı var.
Bu iddiaya göre, Sovyet Devrimi olmasaydı da, Rusya belli iniş-çıkışların ardından, yine dünyanın sayılı devlerinden biri haline gelecekti. Tam bir palavra! Rusya tam da sosyalist programın ayrılmaz bir parçası olan planlı ve merkeziyetçi ekonominin nimetlerinden faydalanarak sıçramalı bir gelişim kaydetmişti. Ne yazık ki Lenin sonrası Sovyet rejiminde bu ekonominin ayrılmaz bir öğesi olan demokrasi olmadığı, yani tabandan inisiyatif engellendiği için, rejim kısa sürede karşıtına dönüştü ve Rusya’yı bugünkü sömürücülerine mahkûm bırakı. Ama gerçekler kadar devrimler de inatçıdır. Bir yandan devrim ağacının meyvelerini yiyip, diğer yandan kapitalist sömürü düzenini ilelebet sürdürmek hayaldir. Putin’in Bonapartist diktatörlüğü yıkıldığında tıpanın ağzı açılacak ve o zaman gerçek bir hesaplaşma da mümkün hale gelecek.
Ekim devrimine ilgin nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir çalışma yürüttün? Temel olarak hangi kaynakları kullandın?
Bir Marksist olarak ilgimle bir siyasal tarihçi olarak ilgimin kesiştiği yer, 1917-1936 arasındaki “en uzun yirmi yıl” oldu. Paris Komünü’nü saymazsak, Marksist devrim deneyimleri bu zaman aralığında gerçekleşiyor. Bugünkü kolektif çaresizlik hissimizin köklerini arayışa çıktığımda, yüzyıl öncesinin o kadar da uzak olmadığını, siyasette yeni bir şeyler söylediğini iddia edenlerin aslında pek de o dönemin kalıpları dışına çıkmadığını gördükçe, ilgim daha da derinleşti.
Çalışmam temelde dönemin siyasal aktörlerinin yazıp çizdiklerini okuyarak başladı. Rusya’da da İspanya’da da anakım tarihçiliğin İngilizce olması benim için bir şanstı. İngilizcedeki neredeyse bütün temel kaynakları okuyup inceledim. Tekrara düşmemek adına, yüzyıllık süre zarfında yazılmış ve benim de fazlasıyla referans aldığım çalışmaların (Troçki, Rus Devrim Tarihi gibi) örüntüsünden uzaklaşmaya çalıştım. Ama belki en önemlisi, tarihle salt tarihî niteliği nedeniyle ilgilenmediğim için, geleneksel akademik eserlerden de ayrı bir çizgide ilerledim. Benim gözümde tarih, bir kendinde-şey olarak değil, bugün için bir anlam taşıdığı, çağdaş ve evrensel siyasi meseleler üzerine düşünmeyi kolaylaştırdığı oranda bir anlam taşıyor; bu yüzden de yazdıklarım bir siyasi tarih kapsamına giriyor.
Ekim devrimini "bir bilgisayar programı gibi dört dörtlük planlanmış bir olay gibi görme yanılgısından kurtulduğumuz zaman" daha iyi anlayabileceğimizi söylüyorsun. Bunu açar mısın biraz? Bu yanılgıya düşen paradigmayı nasıl tanımlıyorsun? Ekim devrimini büyük ve başarılı olmuş bir plan olarak görme eğiliminin yanlışı nerede?
Stalin’in başa geçmesiyle birlikte sosyalist harekete egemen olan bir devrim anlayışı var. Özünde bu bir menkıbeler derlemesi, eskilerin tabiriyle, bir menâkıbnâme: Lenin yoldaşın açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürümüş, yolda giderken hiç hata yapmamış bir devrim hikayesi, daha doğrusu efsanesi bu. Kapitalist dünyanın tam tersi istikametteki, demonolojik tarih anlayışını görünce iyice coşan, dönemsel ihtiyaçlara göre tahrifatları değişse de özünde kusursuz bir tablo çizmekten vazgeçmeyen bu tarih anlayışının sosyalistlere bir yararı yok.
Ekim Devrimi elbette başarılıydı ve bugün de sosyalistler için, hattâ sadece sosyalistler değil, tutarlı demokratlar için de bir hazine niteliğindedir. Bolşevikler her şeyden önce bir demokrasi, o günkü tabirle, “siyasal özgürlük” mücadelesi vermişlerdi. Ama bu mücadeleyi, bugün demokrat olduğunu iddia edenlerin anladığı şekilde kavramamışlardı ve tam da böyle olduğu için hedeflerine ulaştılar. Ne var ki Bolşevik parti yanlışsız, her şeyi kendi ulusal sınırları dahilinde çözdüğünü iddia eden bir ezoterik yapı değildi. Bunu anlamak için hem eylemlerine hem de sözlerine bakmak yeterli olacaktır.
Çalışman Şubat 1917'den başlıyor ve Rusya'nın bir yılını anlatıyor. Rusya dışındaki aktörlerin, dünyada o yıllarda yaşanan gelişmelerin etkisi var mı çalışmanda?
Bolşevikler, hattâ sadece Bolşevikler de değil, tüm sosyalistler Rusya’daki devrimi dünya devriminin girizgâhı olarak görüyorlardı. Her zaman bir Enternasyonal partinin parçası olarak örgütlenmişlerdi. Öncü kadroları hem Avrupa sosyalist hareketinin rahle-i tedrisinden geçmiş hem de devrim öncesinde uzun yıllar Batı ülkelerinde sürgün hayatı yaşadıklarından Rusya’yı hep Avrupa’daki genel kalkışmanı bir parçası olarak tasavvur etmişlerdi. 1914’te sosyalist hareketteki bölünmeden sonra, en azından tarihsel açıdan, başı çekmeleri gerektiğinin farkına varmış ve Rosa Luxemburg’un tabiriyle, herkesten önce atılıp bir ilk olmuşlardı. Fakat Avrupa’nın ileri ülkeleri imdada yetişmediği takdirde devrimlerinin başarısız olacağını biliyorlardı. Nitekim Rusya’daki devrim tam da onların öngördüğü gibi, dünya çapındaki bir devrimci dalganın parçası olarak başlamıştır. O dönem Rusya’nın parçası olan ülkeler dışında, hemen bir yıl sonra Almanya’ya sıçramış, hattâ 1919’da Macaristan ve Almanya’da devrim başarıya da ulaşmış ve kısa süreliğine Sovyet iktidarı deneyimleri yaşanmıştır. Ertesi yıl İtalya’da işçi sınıfı fiilen iktidarı ele geçirmiştir. Keza aynı dönemde Japonya, ABD ve Orta Avrupa’da da güçlü, kitlesel grevlere ve yer yer ayaklanmalara şahit olunmuş, İngiltere’de ise Eylem Komiteleri şeklinde burjuvazinin bile Sovyetlere benzettiği yapılar ortaya çıkmıştır. Fakat bu ülkelerde ne yazık ki Bolşevik tipte bir önderlik yoktu ve devrim Rusya’da yalıtıldı.
Bu yüzden o dönemin Avrupa sosyalist hareketini ve tarihsel gelişmelerini bilmeden 1917’yi anlamak imkansızdır. Ama ben bu bağlamı, İspanya İç Savaşı kitabımda işlediğim için, tekrara düşmemek adına olabildiğince 1917 yılının sınırları dahilinde kalmaya çalıştım.
“1917: Devrimin Rapsodisi”, Agora Kitaplığı'ndan Mayıs 2017'de çıkan "İspanya İç Savaşı'nın İzinde"nin hemen ardından geldi. Kısa bir karşılaştırma yapsan bu iki tarihi olay arasında nasıl bir ilişki kurarsın?
Ben aslında 11-12 yıl önce Rusya Devrimi çalışarak başladım. Ama hem yayın dünyasının durumu, 1917’yle ilgili epey bir matbu eser olduğundan kitabımı yayınlatmam zor olacaktı hem de İspanya’yı 1936’nın 80. yıldönümüne, Rusya’yı da 1917’nin yüzüncü yıldönümüne yetiştirme kaygısıyla birkaç yıl sonra İspanya çalışmaya başladım. Az çok hedefime ulaştım ve bu ikisinin tamamlayıcı nitelikte olması işimi bir nebze kolaylaştırdı.
Şöyle ki, İspanya İç Savaşı, daha doğrusu İspanya Devrimi 1917ʼde Rusya’da başlayıp sonra dünyanın dört bir tarafına yayılan devrimlerin son halkasıdır. İspanya Devrimi’ne önderlik eden kadrolar ama bilinçli ama bilinçsiz 1917’nin izinden gitmiştir. İspanya’da önderlik, Bolşeviklere yer yer sempati duysa da, Bolşevik geleneği reddeden iki akımdaydı: Anarşistler ve Sosyalistler. Ama İspanya’da bu iki farklı ideolojinin iktidardayken yaptıkları kimi yanlışların ya da kısmi yanlışların bile (mesela Tek Adam Yönetimi, Taylorizm, “Savaş Komünizmi” önlemleri vb.) Bolşeviklerin icraatlarıyla şaşırtıcı bir benzerlik gösterdiğini görürüz. Tüm bu sebeplerle, İspanya İç Savaşı’nın İzinde ile Rusya Devrimi’nin İzinde’yi birbirinin tamamlayıcısı olarak kurguladım ve öyle görüyorum.
Kitabı Nuriye ve Semih'e ithaf etmişsin. Bolşevik Devrimi ile aylarca çok yakından haşır neşir olduğun dönemde, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın eyleminin senin için anlamı neydi? Devrim tarihini okurken basit bir hak arayışı eylemi olan bu iki insan için ne söylemek istersin?
Bu ülkede bir gün bir şey olacaksa ki benim bundan yana şüphem yok, bu tek bir grubun ya da partinin eylemi olmayacak. Zaten devrim tarihi de bize bunu anlatıyor: Ne 1917 ne de 1936 bir partinin ya da örgütün tekelindeydi. Türkiye’de de çok farklı muhalif gruplar ve bireyler, tıpkı Gezi’de olduğu gibi, güçlerini birleştirebildiği ama Gezi’dekinden farklı olarak doğru bir siyasal program etrafında örgütlendiği takdirde, o beklenen devran dönecek. Nuriye ile Semih (ve tabii Veli Saçılık) bu açıdan önemli: Bu ülkede aklına ve vicdanına mukayyet olmayı başarmış herkes gibi benim için de onlar bir umut ışığı, tutunacak bir dal oldular. Basit bir hak arayışı olarak başlayan eylem, bize rehber, ülkenin kokuşmuş düzenine ve egemenlerineyse dert oldu. Kıstırıldığımız kapanda, haftada bir destek eylemine katılıp bu iki insanın canından giden günlerin dövizlere işlendiğini izlemekten öte bir şey yapamazken bir ses daha çıkarmak istedim. (HK)
Ferit Burak Aydar hakkındaİstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunudur. Aralarında Edward Said, V. I. Lenin, Gerard Genette ve Georg Lukács gibi pek çok önemli yazar, filozof ve siyasetçinin eserlerinin de bulunduğu kırkın üzerinde çevirisi var. "İspanya İç Savaşı'nın İzinde" adlı kitabı Mayıs 2017'de Agora Kitapları'ndan yayınlandı. |
Kitap Adı: 1917 Devrimin Rapsodisi
Yazar: Ferit Burak Aydar
Sayfa Sayısı : 544
Yayınevi: İthaki - 2017