Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki dönem eş genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın, tutuklu yargılandığı davanın 11-12-13 Nisan 2018 tarihlerinde Ankara Sincan'da görülen ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın tam metnini yayınlıyoruz.
Demirtaş "terör örgütü kurma ve yönetme", "örgüt propagandası" ve "suç ve suçluyu övme" iddialarıyla suçlanıyor. Diyarbakır'da açılan dava, güvenlik gerekçesi ile başkanlığını Murat İlhan'ın yaptığı Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi'ne alınmıştı. Dava, daha önce Demirtaş hakkında hazırlanan ve dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM'ye gönderilen 31 fezlekenin toplamından oluşuyor ve Demirtaş hakkında 142 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Davanın birinci duruşması 14-16 Şubat 2018 tarihlerinde görülmüştü.
HDP’li vekillere tutuklama ve gözaltıların kronolojisi için tıklayın
11 Nisan 2018 tarihindeki oturumda yapılan savunma
Yerine getirilmesi istenen ara kararlarla ilgili gelişmeleri bilmiyorum. Avukatlarım da bilmiyor. Çünkü yanılmıyorsan 4 Mart tarihinden itibaren UYAP sisteminde avukatlarım herhangi bir belgeye, bilgiye ulaşamadılar. O nedenle önceki ara celsede mahkemenizin talep ettiği, bizim taleplerimiz doğrultusunda mahkemenizin de kabul ettiği ara kararlardan hangileri yerine getirildi bilemiyorum. Bu arada avukatlarım herhangi bir fiziki dosyadan da belge alamadıkları için, çünkü mahkemeniz Sıhhiye’de değil burada çalışıyordu, bu tür iletişimsizlikler nedeniyle avukatlarımın bana verdiği bilgi şöyledir: Kaleme gittiğimizde bir kalem memuru arkadaş görevli var fakat “asıl dosyaya bakan heyet orada olmadığı için dosyada belge bilgi veremiyoruz” diyor.
Şu açıdan önemli: İddia makamı bütün bu duruşma safahatı boyunca istediği her türlü belgeye ulaşabilecek ama savunma ara kararlar, dosyaya girip çıkan belgeler ve tutanaklarla ilgili hiçbir şeye ulaşamayacaksa bu savunma hakkımızın kısıtlanması anlamına gelir. Mahkemenizden kaynaklanmadığını biliyorum. UYAP sisteminde genel olarak sorun, sıkıntı var ama en azından şu celse başlarken tutanağa geçmesini istiyorum ki geçen celseden bu yana dosyamda ne tür gelişmeler oldu hiçbir bilgim yok. Avukatlarımın da bilgisi yok. Bugün itibariyle de CD teslim etmişlerse de onu görme şansım olmadı.
Tebliğ ettiğiniz belgeleri okumam 5 yıl 4 ay sürer
Geçen celse iddianame eklerine dair bana bir CD tebliğ ettiniz ve bunu cezaevinde incelemem üzerine cezaevine yazı yazdınız. Cezaevinde de karar alındı. Haftada iki gün ikişer saatten 4 saat bilgisayar kullanma izni verildi. CD’deki iddianame eki olan belgeleri incelemem bu şekilde cezaevinde mümkün hale geldi. Fakat CD’yi açtığımda şöyle bir şeyle karşılaştım: 11772 sayfa ek belge var. Sadece bana tebliğ edilen. O günden bu yana dosyaya dahil olanları belirtmiyorum. Haftada 4 saat cezaevinde bilgisayarla evrakları okuma hakkım var. Ortalama bir hızla okursam, sadece okursam; inceleme değil, birbiriyle ilişkilendirme, bağlantı kurma değil; sadece haftada 4 saat bu belgeleri okursam ortalama bir hızla 5 yıl 4 ayda okumayı bitirebiliyorum. Bana tutuklandığımdan 15 ay sonra tebliğe edilmiş belgeleri cezaevinde bu koşullarda okumam tam 5 yıl 4 ay sürüyor.
Siz mahkeme heyeti olarak bu belgeleri, aralıksız, yemeden, içmeden günün 24 saati okusanız tamı tamına 43 gün sürüyor. Cumhuriyet savcısı bunu okumuşsa, 43 gün yemeden, içmeden, uyumadan 24 saat esas alınırsa 43 gün sürüyor. Normal bir okuma hızıyla heyetiniz günde 8 saat okusa 6 ay sürüyor. Şunu anlatmaya çalışıyorum: ilgili ilgisiz ne kadar evrak bilgi, belge varsa bir şekilde benim dosyama doldurmuş olan cumhuriyet savcısı belli ki kendisi de okumamış. 3 ayda hazırladığına göre iddianameyi, sırf okumaya kalksaydı 6 ayda günde 8 saat mesai ile okusaydı 6 ayda kendisi okurdu. Cumhuriyet savcısı okumamıştır, heyetinizin bu yoğunluk içerisinde 6 ay kesintisiz okumadığını herhalde öngörebiliriz. Benim okumam için de 5 yıl 4 aylık süreye ihtiyacım var.
Doğrusu bu aşamada içimden şu talepte bulunmak geliyor: Tutukluluğumun devamına karar verilsin, 5 yıl 4 ay sonraya da gün verilsin, okuyayım, geleyim savunmamı yapayım. Çünkü iddia makamı sonuçta beni o delillerle suçluyor. Hangi delil hangi olayla bağlantılı, hangi fezlekenin veya hangi suçlamanın delili hangi klasörde, hangi sayfada? Bütün bunlar kapsamlı bir çalışma gerektiriyor.
Tutanağa geçsin diye söylüyorum. Şu konuda da samimiyim; mahkemeniz bana 5 yıl 4 ay süre veriyorsa tutukluluğumun devamına da karar verip 5 yıl 4 ay sonraya gün verirse hiçbir gün tutukluluğuma itiraz etmeden geleceğim, burada savunmamı da yapacağım. Bu konuda samimiyim, tutanağa geçsin. İddia makamı böylesine bir hazırlık yapmış.
Siyasi müdahalenin en somut kanıtlarını iddia makamı dosyaya koymuş
Bir başka husus, şimdi ilk usul itirazlarımızda belirtmiştik. Mahkemeniz dikkate almadı ama “soruşturma yürütülürken yetki konusunda ciddi hatalar yapıldı” demiştik. Kısa süre önce bana tebliğ edilen CD’lerde üstünkörü bir inceleme ile bile çok vahim hatalar tespit ettim. Onu şimdi tutanağa tek tek geçirmek istiyorum. Mahkemeniz bu aşamada buna dair nasıl bir karar verir, bunu takdirinize bırakıyorum. Fakat aleni bir siyasi müdahale ile soruşturmanın başladığı ve yürütüldüğünün en somut kanıtlarını iddia makamının bizzat kendisinin dosyaya koyduğunu şimdi tek tek okuyacağım. Birkaç tane fezlekeyle ilgili, buna dair usulî itirazlarımı da sonunda belirtmiş olacağım.
Örneğin; 23 no’lu fezleke dahil olmak üzere son fezleke, 31 no’lu fezlekeye kadar 9 fezleke; gözaltı ve tutuklama tarihim 04.11.2016. 9 fezleke 9 ayrı şehir veya bölgede; kimi 4 yıl, kimi 5 yıl, kimi 3 yıl, kimi 1 yıldır soruşturmaları devam eden fezlekeler bunlar. Hiçbiri yetkisizlik kararı vermemiş. Çünkü konuşmanın yapıldığı yer örneğin Kızıltepe, örneğin Bingöl, Batman. Dolayısıyla oranın Cumhuriyet Savcıları yetkili oldukları için soruşturma açmışlar. Hepsi de ağır ceza bölgeleri. Ağır ceza mahkemeleri de var. Ağır ceza soruşturması yürüten cumhuriyet başsavcılıkları da var. Fakat soruşturmalar tutuklanmama 4 gün kala, 2 gün kala, 3 gün kala ve 1 gün kala yetkisizlik kararlarıyla Diyarbakır’a gönderilmiş. Birkaç tane örnek vereyim şimdi.
23 no’lu fezleke: Suç tarihi 7 Temmuz 2012, yani tutuklanmamdan tam 4 yıl önce. Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açmış, soruşturmayı yürütmüş, 4 yıl boyunca fezleke düzenlemiş, Meclise göndermiş. Fakat 31.10.2012 tarihinde, tutuklanmama 4 gün kala şöyle bir gerekçeyle yetkisizlikle dosyayı Diyarbakır’a göndermiş: “Suç yerinin her ne kadar Bingöl ili olduğu belirtilmiş ise de değerlendirme yetkisinin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına ait olduğu anlaşılmakla”. Bakın ne CMK’da var böyle bir şey, kafadan atsanız böyle bir şey tutturamazsınız, ne usulde var, ne teamüllerde var. “Suç yeri her ne kadar Bingöl’se de değerlendirme yetkisi Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısında”. Neyin değerlendirme yetkisi? Parantez içinde görünmeyen bir yazı var: Tutuklamanın değerlendirme yetkisi. Siyasi baskının değerlendirme yetkisi. Tabi ki Cumhuriyet Savcısı bunu o şekilde yazmaz oraya.
24 no’lu fezleke: Suç yeri Batman. Tuhaflığa bakın Sayın Başkan. Batman soruşturma yürütmüş. Tutuklanmamdan 9 gün önce iddianame düzenlenmiş. Batman İkinci Ağır Ceza Mahkemesine dava açılmış. Suç tarihi 2013. Tutuklanmamdan 3 buçuk yıl önce. Batman Cumhuriyet Savcılığı iddianame düzenleyip dava açmış. Tutuklanmamdan 9 gün önce dikkatinizi çekerim. Batman Ağır Ceza Mahkemesi iddianamenin reddine karar vermiş. Yetkisizlikten falan değil. Tuhaf bir şekilde, gerekçesiz iddianamenin reddine karar vermiş. Peki, normal usulde reddedilen bir iddianame ne yapılır? Eksikliği giderilir, tekrar ilgili mahkemeye verilir, dava açılır. İddianame iade edilmiş savcılığa. Peki, Batman Savcısı ne yapmış? Tutuklanmama 1 gün kala yetkisizlik kararı verip dosyayı Diyarbakır’a göndermiş. Daha bir hafta önce dava açmış olan savcı, reddedilmiş iddianame ile ilgili yeni bir değerlendirme yapıp düzeltip Batman’da yeni bir dava açacağına 1 gün kala, sadece 1 gün kala tutuklanmama yetkisizlik kararı verilmiş ve iddianame düzenlenmeden fezleke olarak bu defa Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiş. Ne gerekçeyle? Hiçbir gerekçe yok, gerekçesiz: “Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine.
25 no’lu fezleke: Elazığ Karakoçan’da açılan bir soruşturma. Tutuklanmama 4 gün kala. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gerekçesiz bir şekilde gönderilmiş. Gerekçe belirtmemiş.
26 no’lu fezleke, Van: Van Cumhuriyet Başsavcılığı 10 ay süren soruşturmada yetkisizlik kararı vermemiş, tutuklanmama 3 gün kala Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiş. “Şüpheli hakkında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında aynı ya da benzer mahiyette birden fazla soruşturmalar bulunduğu ve delillerin birlikte değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmakla açıklanan nedenlerle Diyarbakır’a gönderilmesi”. Nereden öğrendin Cumhuriyet Başsavcısı olarak?
Birleştirmeleri mahkeme yapar. Nasıl öğrendin Diyarbakır’da benimle ilgili soruşturmalar var. Diyarbakır’ın merkez soruşturmacı olduğunu nasıl öğrendin? Van’da niye birleştirmedin de Diyarbakır’a gönderdin?
27 no’lu fezleke, Şırnak: Suç tarihi 2014. Tutuklanmama 4 gün kala, “şüphelinin Diyarbakır Milletvekili olduğu ayrıca şüpheli hakkında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında hali hazırda yürütülmekte olan soruşturmaların da olduğu hususları göz önüne alındığında şüpheli Selahattin Demirtaş hakkında soruşturmanın Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmesi için yetkisizlikle Diyarbakır’a gönderilmesi.”
Gerekçe? Diyarbakır milletvekili olmam. Peki ben o tarihte Diyarbakır milletvekili miyim? Hayır. İstanbul milletvekiliyim. Fakat o kadar zorlamış ki şansını, benim Diyarbakır milletvekili olmam savcılık açısından bir yetki hususunu mu belirliyor? Herhangi bir yerde milletvekili olmam yani. Suçun işlendiği yerdir, iddia olunan yerdir soruşturma makamı. Fakat tutuklanmama dört gün kala, Şırnak'ın iki yıldır yürüttüğü soruşturma aniden aklına geliyor, “Bu Diyarbakır milletvekilidir, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine…”
28 no’lu fezleke Şırnak: Şüpheli hakkında hali hazırda Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma yürütüldüğü için Diyarbakır’a gönderilmesine. Bir buçuk yıldır dosya kendisinde tutuklanmama dört gün kala Diyarbakır’a gönderiyor.
Mardin, 29 no’lu fezleke. 2011 tarihli bir fezleke, 2011. O tarihten beri kendisinde fezleke. “Yetki bende” diyor, fezlekeyi kendisi düzenliyor, soruşturmayı kendisi yürütüyor ve tutuklanmamdan dört gün önce Diyarbakır’a gönderiyor. Hatta tutuklanmamdan 13 gün önce Mardin’e gönderiyor önce. Ağır ceza bölgesi olduğu için, dava açılması için Mardin’e gönderiyor. Fakat aniden, hiçbir gerekçe, ortada yeni bir karar yokken yetkisizlik kararıyla Diyarbakır’a gönderiyor.
30 no’lu fezleke, Kızıltepe. Tutuklanmamdan dört gün önce Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderiliyor.
Birileri savcıları tek tek arıyor
Şimdi, 6-8 Ekim olayları olarak bilinen 31 no’lu fezleke, onun hikayesi bu kadar basit değil. Kısa bir kaç şey var; okuyayım neler yapılmış bir görelim.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 2014/500 sayılı soruşturması ile soruşturma başlatıyor, yıl 2014. 6-8 Ekim’den yaklaşık bir ay sonra soruşturmayı başlatıyor. Bizimle ilgili fezleke 2016 yılının üçüncü ayında düzenleniyor. Bu arada Türkiye’nin değişik şehirlerinde 6-8 Ekim ile ilgili soruşturmalar sürüyor. Bizim hakkımızda değil olaylar hakkında, başta failler hakkında. Batman, Trabzon, İstanbul ve daha bir çok şehir. Buralarda mahkemeler ve savcılar, özellikle savcılıklar yetkisizlik kararı alarak dosyayı Ankara’ya gönderiyor ve bütün Türkiye genelinde gerçekleşmiş 6-8 Ekim olayları ile ilgili Ankara’da toplanması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına dosyalar gönderiliyor.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, “ben yetkili değilim” diyor, “herkes kendisi yürütsün soruşturmasını” diyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yetkili olduğu kesin olmak üzere Boğazlıyan Ağır Ceza Mahkemesi karar alıyor. Diyor ki Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gelecek bütün 6-8 Ekim dosyalarını - bizim dosyamız değil dikkatinizi çekerim, başka zanlılar hakkındaki dosyaları- Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı birleştirecek, soruşturma tek elden yürütülecek diyor. Bu arada Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı da bir 6-8 Ekim soruşturması yürütüyor, kendisi de bir yetkisizlik kararı verip Ankara’ya gönderiyor. Ankara kabul etmiyor. Bakın Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının 6-8 Ekim ile ilgili “ben yetkili değilim” dediği dosyayı Ankara’ya gönderiyor, Ankara kabul etmiyor, Ankara Batı 3. Ağır Ceza Mahkemesi kesin olmak üzere Ankara’nın yetkili olduğuna karar veriyor. Dolayısıyla Diyarbakır’daki 6- 8 Ekim dosyası Ankara’ya geliyor. Orada biz de zanlıyız.
Daha sonra ne oluyor bakın, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tutuklanmamıza dört gün kala yetkisizlik kararı veriyor. Ankara Batı 3. Ağır Ceza Mahkemesinin kesin kararı var “yetkili sensin” diyor.
Başsavcılık buna rağmen yetkisizlik kararı veriyor, Diyarbakır’a gönderiyor. Tutuklanmama dört gün var. Normalde yetki meselesi çözülmüş, iki tane ağır ceza mahkemesi kararı var ortada. Boğazlıyan ve Ankara Batı Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesinin kararı var. Ankara geri gönderiyor Diyarbakır’a, diyor ki “yetki sendedir, sen soruşturacaksın.” Tuhaflığa bakın.
İddianamemi hazırlayan Savcı Kurtça Eker diyor ki tutuklanmama üç gün kala, “hayır ben yetkili değilim, daha önce verilmiş bir karar var sen yetkilisin”. Ankara Batı 3. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını hatırlatarak, geri gönderiyor. Aynı gün yani Diyarbakır’ın karar verdiği gün savcılığı yeniden karar veriyor, “hayır sen yetkilisin anlamıyor musun” diyor. Bu kez “ha anladım” diyor. Kabul ediyor, iki tane ağır ceza mahkemesinin kararına rağmen dosya bu kadar gidip geliyor, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı 6-8 Ekim dosyasını bu iddianameye koyuyor ve soruşturmayı yürütüyor.
Bu şekilde 9 fezleke. Bariz bir şekilde siyasi iradenin iktidarın müdahalesi, çünkü başka şekilde koordine edilemez. Başsavcılık nasıl işliyor biz de biliyoruz. Koordinatör başsavcı diye bir şey yok ki. Dolayısıyla herhangi bir savcı da ‘ben koordinatörüm’ diye görev üstlenemeyeceğine göre birileri tek tek bu savcıları arayıp dosya Diyarbakır’da birleşecek, hepiniz yetkisizlik kararı verip Demirtaş’ın dosyalarını Diyarbakır’da tutuklamaya etkili olabilecek şekilde birleştireceksiniz. Bu kadar net.
Tutuklanacağımı bile bile yurt dışından döndüm
4 Kasım akşamı benimle birlikte 15 milletvekili arkadaşımız, Eş Genel Başkanımız Sayın Figen Yüksekdağ da dahil olmak üzere evimiz basılıp, adeta kaçırılarak alınırken, plan zaten yapılıyordu.
Biz bunları bilmiyor da değiliz. Ben 12 yıllık milletvekiliyim, 8 yılım eş genel başkanlıkla geçti. Devlette, hükümette ne oluyor, neler koşuluyor iyi biliyoruz. Bana yönelik operasyon 6 Ekim akşamı yapılacaktı. 6-8 Ekim’in yıldönümünde. Ama benim bir yurt dışı programım vardı, 5’inde yurt dışındaydım, operasyon ertelendi. Hatta operasyonu planlayanların fırça yediğini de biliyorum, “niye yurtdışı yasağı koymadınız” diye. Ben bile bile, cezaevinde giyeceğim ortopedik ayakkabıyı da satın alarak Türkiye’ye döndüm, bir süre sonra evim basıldı, milletvekili arkadaşlarımla birlikte gözaltına alındım.
Şimdi, bu aşamaya geldik tabii. Mahkemeniz bu yetkisizlik konusundaki hukuk skandallarıyla ilgili dosyaları birleştirebilirdi. Birleştirme olmamış olsaydı ben talep ederdim. Ama amaç ne, tutuklamayı sağlayabilmek. Çünkü tek tek fezlekeler üzerinde tutuklama yapamazlar diye düşünüyorlardı. Suçun alt ve üst limitini artırmak, kaçma şüphesi oluşturmak kendince ve işte ifadeye de gelmedin deyip, 150 yıl istenen biriyle ilgili tutuklama yapılması normaldir algısı oluşturmak. Buydu. Bu bir siyasi operasyondu. Ve savcılıklar bunların parçası oldular.
Bunu kim yapıyordu? Cemaatin savcıları yapıyordu. Sizler yargılıyorsunuz, darbecileri en çok siz yargılıyorsunuz. Yöntemleri buydu. Kumpas, tuzak. Yargıyı, Anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi iktidarın lehine kullanarak kişiler hakkında yargı tuzağı hazırladılar. Tuzaktır. Bu tuzağı hazırlayanlar bir gün yargı önüne çıkmayacak mı? Bu ülkede adil yargı bir gün tıkır tıkır işleyecek ve hepsi eminim ki, adil bir bağımsız yargı önünde hesap verecekler. Bunun için de biz, elimizden gelen bütün gayreti, çabayı göstereceğiz.
Konuştuğum ve yaptığım hiçbir şeyi inkâr etmem
Ben daha önceki celselerde de belirttim; konuştuğum, yaptığım, eylediğim hiçbir şeyi inkar etmem. Fazlasını burada söyleyeceğim, eksiğini söylemeyeceğim. Öyle korkacak, çekinecek hiçbir şey yapmadım. Faaliyetlerimin tamamı konuşmalarımdan ibarettir. Ama kumpas, tuzak olanları da anlatmam gerekiyor. Bunlardan en önemlileri de 1 ve 2 no’lu fezlekelerdir.
Şimdi ben 1 ve 2 no’lu fezlekeden savunmama başlayacağım, ama ona ilişkin, özellikle dinleme kararları, dinleme usulleriyle çözüm usulleriyle ilgili avukatlarımdan biri usul itirazlarımızı belirtecek, daha sonra ben, esasa dair, iddianamenin içeriğine dair 1 ve 2 no’lu fezlekeden başlayarak belirteceğim. Çünkü 1 ve 2 no’lu fezlekenin tamamı kumpastır, tamamı. Tamamı tuzaktır.
Çarpıtılmıştır, olmayan dinleme kaydı varmış gibi gösterilmiştir. Olmayan gizli tanık varmış gibi gösterilmiştir. Konuşmalarım bağlamından koparılmıştır, konuşma yaptığım kişi farklı tanıtılmıştır vs.
Tamamı. Yani bir tanesi doğru olsa benim üstlenemeyeceğim bir şey yok. Birazdan neler yaptığımı anlatacağım. Yani iddianame benim yaptıklarımla ilgili az söylemiş. Ben sadece bu kadar siyasi faaliyet yürütmüşsem ayıp bana.
Fezlekelerim kumpas ve tuzak
500 sayfa değil, ben 5 milyon sayfa konuşma yaptım. Onların hepsini de savunacağım. Ama kumpas ve tuzakların da benim üzerime mal edilmesine asla rıza göstermeyeceğim, mahkemeniz bugün FETÖ’cüleri kumpas tuzakla yargılıyor. Şike davası, Ergenekon Davası, Balyoz Davası ve benzeri davaların tamamı sahte delil üretme diye düşürüldü. Ama aynı iktidar döneminde bir cumhuriyet savcınız sahte delili, üretilmiş delili benim dosyama koydu ve benim tutuklanma gerekçem yaptı.
Halen dosyamda duruyor, tutuklanmamın gerekçesi olarak duruyor. Kararı alan hakim tutuklu FETÖ’cü, soruşturmayı yürüten savcı tutuklu. Dinlemeyi yapan polis FETÖ’cü tutuklu. Çözümü yapan tutuklu. Peki bu FETÖ’cüler herkese kumpas yaptılar da bize çok mu dürüst davrandılar? Nasıl FETÖ’nün oluşturduğu delillerle bir milletvekili tutuklanabilir. Bu kumpasa nasıl boyun eğilir. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Avukatım Cihan Aydın usule dair bir kaç itirazımızı belirtecek. Mahkemeniz bunları takdir edecektir zaten.
(Avukatların savunmasının ardından yeniden söz alıyor)
Fezlekelerle kumpas kurdular
Değerli avukat arkadaşlarım, usulle ilgili ne tür hukuksuzluklar yapıldığını detaylı bir şekilde ifade etti. Bir ülkenin mahkemeleri, savcıları, polisleri o ülkenin yurttaşları ile ilgili neden bir kumpas kurma ihtiyacı duyarlar? 1 ve 2 no’lu fezlekeler ağırlıklı olarak, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan tablo ile birlikte ancak ele alındığında net olarak anlaşılabilir. Geçen celsede size, Fethullah Gülen Cemaati ile ilgili 6 yıl önce, 8 yıl önce, 5 yıl önce bizzat yaptığım uyarıları burada okudum.
Niye kumpas yapar hakim, savcı, polis? Yani dertleri ne? Amaçları ne, durup dururken? Tanımayız etmeyiz birbirimiz. Benimle alıp veremedikleri ne ki, bu kadar kumpas, bu kadar tuzak kurmuş olsunlar?
Kürt sorununun savaş, şiddet, silah dışı yöntemlerle çözümünün devreye girdiği, arayışlarının olduğu her dönemde, gerek Türkiye içinden gerek dışından her zaman müdahaleler oldu, provokasyonlar oldu, çözüm sürecini bitirecek girişimler oldu. Neden? Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Türkiye Kürt sorununu çözerse, PKK silah bırakırsa, Türkiye’de şiddet olmazsa ne asker ne sivil ne PKK’li yaşamını yitirmezse Türkiye’de iç barış ortamı oluşmuş olacak.
Bu iç barış da, öyle sıradan bir iç barış değil. Türkiye, sadece kendi iç barışını sağlamış olmayacak, bölgedeki Kürt halkıyla önemli bir stratejik ittifaka doğru gidecek. Bu, bütün küresel dengeleri etkileyebilecek bir mesele.
O nedenle, Cemaatin bir savcısı, polisi, kendisinin o anda ne yaptığının farkında olmayabilir, ama onu yönlendiren aygıt kesinlikle bu amaçla hareket etmiştir. DTK’nin neden kurulduğunu, ne yapmaya çalıştığını geçen celsede uzun uzun anlattım. Hükümetin, devletin bütün kurumlarının ne kadar geniş bir tolerans tanıdıklarını, nasıl yaklaştıklarını, şiddete alternatif kuruluşların ortaya çıkıp cesur konuşmalarını, cesaretle faaliyet yürütmelerini, size yargı baskısı olmayacak, yeter ki konuşun, silah ve şiddet olmasın dediklerini.
Bu şekilde algıyı oluşturmak için biz çaba sarf ederken Cemaatin hakimi, savcısı, polisi elindeki yetkiyi kullanarak istihbarat topluyordu, Milli Güvenlik Kurulu üyelerinin önüne varıncaya dek. Çünkü MGK toplantılarında bu istihbarat raporları bütün üyelere dağıtılır. Devlet, asıl orada güvenlikle ilgili önemli kararlar alır.
Deniyordu ki, "siz çözüm süreci adı altında bir şeyler yapıyorsunuz, -2008 de dahil olmak üzere- arayışlar yapıyorsunuz, ama bunlar da alttan böyle siyasi faaliyetler yürütüyorlar. Hükümet buna göz yumuyor, hükümet bunların üstünü örtüyor.” Hem hükümeti zor durumda bırakmak, çözüm sürecini yürütemez hale getirmek için, bizim demokratik siyaseti geliştirmemizin önüne geçtiler.
Çünkü demokratik siyaset aklındakini, beynindekini özgürce konuşamazsa, bunu başaramazsa yargı, yürütme ve medya buna geniş bir tolerans aralığıyla ifade özgürlüğü çerçevesinde yaklaşmayı başaramazsa, silahları susturmak kolay olmayacak. Cemaat bunu keşfetmiş. Cemaat de öyle kendi başına hareket eden bir örgüt değil, 15 Temmuz’da da ortaya çıkmadı. O zaman da değildi.
Ne zaman Türkiye kendi iç barışı konusunda hamle yaptıysa, bu tür kumpaslar yaptılar.
Şimdi, bundaki amaç beni cezalandırmak değil. Asıl o dönem bu fezlekeler, daha doğrusu fezlekeye dönüşmeden önce istihbarat raporları olarak MGK üyelerinin önüne gidiyordu. Başbakanın, Cumhurbaşkanının önüne. Amaç sıkıştırmak. Ordu ile asker ile yargı ile hükümeti bir şekilde karşı karşıya getirmek, Hükümetle bizi karşı karşıya getirmek. Amaçları buydu.
O yüzden fezlekeler 4 yıl sonra hazırlandı. Dertleri bizi cezalandırmak değildi. Dertleri o gün başlayan arayışları sonlandırmaktı. O yüzden bu kumpasları yaptılar. Yoksa benim o hakim, savcı ile ne alıp vereceğim var? Birbirimizi tanımayız, etmeyiz. Ama dertleri daha büyük, daha ciddiydi.
O nedenle bu kumpasları bu kadar alçakça fezlekeye dönüştürdüler, çünkü o dönem arzu ettikleri sonucu alamadılar. Biz de dik durduk o dönem, hükümet de dik durdu, Allah var. Bizler her türlü siyasi diyaloğu sürdürme kararı aldık, şiddeti durdurma konusunda ne yapılması gerekiyorsa işbirliği kararı aldık. Başaramadılar, sonra hepsi fezlekeye dönüştü. 2009’dan itibaren de ciddi bir şekilde tutuklamaya ve operasyona dönüşmeye başladı. Oysa dinlemeler 2007’den beri yapılıyordu.
Öncesinde istihbarat çalışması yapıyorlardı.
Siyasi partideki görevim gereği yaptığım konuşmalar suç olarak gösteriliyor
Şimdi, sırayla fezlekelerime değineyim, nasıl bir kumpas kurmaya çalışmışlar. Şimdi, siz önünüze gelen isimlerin birçoğunu tanımazsınız. Dinleme kayıtlarında öylesine bir tezgah kurulmuş ki, ben sanki yasadışı örgüt üyeleriyle sürekli görüşme yapmışım. Görüşme içerikleri de çarpıtılmış, görüştüğüm kişiler de yanlış yansıtılmış. Mesela Ahmet Türk, o dönem Eş Genel Başkanımız, ben grup başkanvekiliyim. Örgütler arası disiplin ve hiyerarşi içerisinde o eş genel başkanımız ve ben grup başkanvekiliyim. Onun yardımcılarına bağlı olarak çalışıyorum, bütün partilerde böyledir. Eş genel başkan, onun yardımcıları ve daha sonra grup başkanvekilleri gelir. Bizler grup başkanvekilleri sadece parlamento grubundan sorumluyuz. Örgütsel işleyiş parti içerisinde her hangi bir yetkimiz olmazdı.
Selma Irmak o dönemde BDP Genel Başkan Yardımcısıydı. Onunla yaptığım bir görüşme yine çarpıtılarak, sanki örgüt üyesi ile görüşme yapmışım. Selma Hanım benim Genel Başkan Yardımcım o dönem, şimdi de Hakkari milletvekilimiz. Kamuran Yüksek o dönem örgütlemeden sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcım, ben örgütsel olarak ona bağlıyım hiyerarşik olarak. Beni arar da, talimat da verir, ‘miting düzenleyelim, şunu yapalım’ diyebilir, ben grup başkanvekiliyim.
Nadir Yıldırım o dönem PM üyemiz, şimdi Van milletvekilimiz. Ali Şimşek o dönem Diyarbakır İl Başkanımız, sonrasında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanvekilimiz. Necdet Atalay, Ali Şimşek’ten sonra Diyarbakır İl Başkanımız, sonrasında Batman Belediye Başkanımız. Turan Genç, yerel yönetimler komisyonu üyemiz.
Bunların hepsi defterlerimizde kayıtlı, Yargıtay’a bildirilmiş, YSK’ye bildirilmiş, seçilmiş kişiler. Çimen Işık PM üyemiz, Mazlum Tekdağ PM üyemiz. Mehmet Abbasoğlu, eski genel başkanlarımızdan ve yerel yönetimler komisyonu üyemiz. Ali Oruç hem BDP’de hem DTP’de PM üyemiz; Şükran Aydın o dönem Bismil Belediye Başkanımız. Ahmet Yıldırım o dönem PM üyemiz, Dicle Üniversitesi’nde doçent, şu anda Muş Milletvekilimiz, bir sözünden dolayı vekilliği düşürüldü. Faik Yağızay, resmi olarak hükümete de bildirdiğimiz Strassburg ve Brüksel parti temsilcimiz o dönemde, şimdi de halen. Cabbar Leygara, HDP kurucu üyesi sonra da HDP’nin Diyarbakır İl Başkanlığını yaptı. Abdullah Demirbaş, DTP’nin o dönem Diyarbakır Sur Belediye Başkanı. Osman Baydemir, o dönem Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı, halen Urfa vekilimiz. Kazım Kurt, o dönem Hakkari Belediye Başkanımız.
Yani hepsini tanıyorsunuz, tamamı seçilmiş kişiler. Bunların bir kısmı resmi olarak bana talimat vermeye yetkili, bir kısmı benden talimat almaya yetkilidir. Genel başkan yardımcıları bana talimat verebilir, grup başkanvekilleri parlamento grubuna talimat verebilir. Ben de örgütsel olarak bana bağlı olan bütün birimlere talimat verebilirim.
Bir örnekle açayım, çarpıtmanın örneği; Bismil Belediye Başkanımız, 8 Mart mitingi yapılacak. Kaymakamlık izin vermiş, belediye başkanımız izin vermemiş. Kendi belediye başkanımız kendi partisinin mitingine izin vermiyor. Niye? “O miting alanı tadilatta vermiyorum” demiş. Aslında aralarında bir sürtüşme var. Yerel yönetimler komisyonu üyemiz de gidiyor onu ziyaret ediyor, parti genel merkezi adına. Uyarıyor, eleştiriyor diyor ki, "Kaymakamlığın izin verdiği mitingi sen nasıl yasaklarsın?” Daha sonra bu kişi ile aramızda grup başkanvekili olarak bir konuşma geçiyor, ben de “ağzına sağlık” demişim, bunu örgüt adına yapmışım. Benim belediye başkanım, kime ne? Eleştirir miyim, yerden yere mi vururum, savcıyı ne ilgilendiriyor bu? Ben grup başkanvekiliyim, o da PM üyesi. İstediğimiz kadar eleştiririz, hakaret de ederiz, size ne? Fakat bunu biz PKK adına yapmışız. Ne cümlede örgüt geçiyor, ne örgüt anlamında PKK geçiyor.
Telefon konuşmalarımızın ses çözümü pat diye başlıyor, pat diye bitiyor, dinlemenin de bazı kısımları alınıyor hepsi alınmıyor. Mesela telefon konuşmaları pat diye başlamış. Allah billah aşkına biz hiç birbirimize “alo, merhaba, nasılsın” dememiş miyiz? Konuşmaların tamamı ortadan başlıyor, pat diye de bitiyor. Başı nerede, sonu nerede, arada ne demişiz hiçbiri yok. Çarpıtmak için, anlatabiliyor muyum?
Ahmet Yıldırım o dönem benim PM üyem. Dicle Üniversitesi’nde doçent, şu anda Muş milletvekilimiz. Cumhurbaşkanına hakaretten vekilliği düşürüldü. Anayasa çalışması yapıyoruz Mecliste, kendisi de akademisyen olarak Dicle Üniversitesinde, dört akademisyen PM üyemizden biriydi. Onlara görev vermişiz. Parlamentoda Anayasa çalışması yapılıyor, önerilerimizi sunmak üzere iki başlığı onlara vermişiz çalışacaklar, demokratik özerklik ve anadilde eğitim, akademik kurulumuz bu aynı zamanda. Bunu PKK adına talimat vermişim diye tutanağa geçmiş. Tamamı böyle.
Benim dışımda yapılan konuşmalar hiç beni ilgilendirmez. Yaptılar mı yapmadılar mı bilmem, bilme şansım da yoktur. Bugüne kadar siyasi hayatım boyunca ne bir PKK yöneticisinden, ne üyesinden asla bana talimat gelmemiştir, gelse kabul etmezdim, herkes beni bu yönüyle de tanır. O kadar iradesiz, o kadar siyaset konusunda söz söyleyemeyecek kadar, iktidarın yaratmak istediği algı gibi, zavallı da değiliz. Kimse kusura bakmasın.
Tek tek şimdi değineyim; Ali Oruç bize diyecekmiş ki, bir ailenin örgüt adına ziyaret edilmesi lazım, ben ve Gültan Kışanak onu yapmalıymışız. Bakın ben o dönem Meclise gelen fezlekeleri de okumuyordum. Sekreterim alıp arşive koyuyordu, çünkü ben ne konuştuğumu bildiğim için fezlekeleri okuma gereği duymuyorum. Ben bunu, iddianameden okudum. Bilmiyordum böyle bir şeyin olduğunu, fezlekeye girdiğini, haberim de o zaman oldu. Ne böyle bir şeyi hayatım boyunca duydum, ne konuşuldu, ne bize iletildi, ne de olabilir. Ya biz çocuk muyuz, birileri bize talimat gönderecek, PKK adına bir aileyi ziyaret et diye. Bu kadar basit mi? Bu kadar basit siyasetçiler değiliz ki, kimse bize talimat falan veremez. Böyle bir şeyi biz yapmayız da, kabul de etmeyiz.
Ne Ali Oruç böyle bir şey yapmış, ne ailenin haberi var; Ali Oruç yargılanmış, beraat etmiş, fakat Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı benim dosyama yine de bu belgeyi koymuş. Böyle bir şey yoktur. Emin olabilirsiniz, yüzde bin. İddianameden okudum, fezlekeleri okumuyordum. İddianameyi okuyunca baktım böyle bir şey var, olmamıştır.
Ümit Aydın'da yerel yönetimler konferansı diye bir belge yakalanmış, benim de ismim varmış. Arkadaşlarıma sordum Ümit Aydın o dönem Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin bir çalışanıymış. Biz de parti olarak her yerde konferans yapıyoruz. Bir belediye çalışanında konferansa katılacakların listesinin olması - eğer yakalanmışsa, gerçekse - neyi tuhaftır anlamıyorum. Biz yasadışı bir konferans yapmıyoruz. Niye ondadır, onu da bilmiyorum, fakat tuhaf da değil. Protokol düzenlemesi yapılacak, oturma düzenlemesi yapılacak. Belediye salonunda yapılacak çünkü konferans. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi konferans salonunda yapılacak. Benim de ismim konuşmacılar arasında geçiyormuş. Bu nasıl bir yasadışı terör faaliyeti olarak tanımlanabilir ki.
Demek istediğim, öylesi bir alengirli hale getirmişler ki, üstüne bir sis bulutu çekmişler ki, gerçekten biz gece gündüz oturmuş terör faaliyeti yürütmüşüz, teröristlerle görüşmüşüz. İsimleri, konuşmaları muğlak hale getirmek, içerikleri bozmak, çözümleri bozmak…
Hakim: Söylenen konferans ne zaman yapıldı, katılıp katılmadığınızı hatırlıyor musunuz?
Demirtaş: Partim yerel yönetimler konferansı yapmışsa, katılmışımdır. Ama bu hangisi bilmiyorum. Bu tutanakta geçen toplantı o mu değil mi, bilmiyorum.
Mercek isimli gizli tanık uyduruk kişi. Varsa böyle biri gelsin. Bir gizli tanıktan hakkımızda itiraf beyanı alıyorsunuz, bari bizi bu kadar küçümsemeyin. Ahmet Türk’le bana talimat vermişler, Mecliste Kürtçe konuşun diye. Ayıptır yani. Biz Mecliste, nerede ne konuşacağımızı bilmeyeceğiz de PKK bize talimat vermiş. Hadi ben o zaman gençtim, Ahmet Türk yaşını başını almış, Mecliste Kürtçe konuşmak için örgüt talimatı mı gerekiyor? Ayıp ya.
Bakın, zaten öyle bir şeyin olmadığını avukatlarım ifade ediyorlar. Fakat o toplantıyı, Kürtçe konuşma kararı aldığımız toplantıyı dün gibi hatırlıyorum. Parlamentodaki grup toplantı salonumuzda, 18-17 civarında milletvekili ve 5-6 da MYK üyemiz vardı. Ben grup başkanvekili, Ahmet Türk Eş Genel Başkanımızdı. Ertesi gün grup toplantısı yapılacak, biz 20 Nisan'da toplantı aldık, 21 Nisan Dünya Anadili Günüydü ve o toplantıda tartışa tartışa herkes görüşünü belirtti. Kapalı grup toplantı odasında, Mecliste kayıt cihazı vardır, isterseniz kaydedersiniz, sonra çözümü alınır. Fakat biz kendi kayıt cihazımızla kaydettik o toplantıyı. Tarihi bir toplantıdır, kim ne demiş, kim karşı çıkmış, böyle tartışıyoruz Mecliste. Bir gün yargı konusu olur diye değil hatıra olarak kalsın diye kaydediyoruz.
Kaydeden de Ersin Öngel, daha sonra RTÜK üyemiz oldu. Basın danışmanımız o da orada. Tartışa tartışa, çünkü önemli bir mevzu, şunu yapmaya çalışıyoruz; bu ülkede Kürtler var, burada da kendi grup toplantımızda iki kelime kendi anadilimizde konuşacağız. Kıyamet kopmaz. Bunu Türkiye’ye anlatacağız. Siyasi amacımız bu yani.
Demek istediğim, bunu yapmak için bir örgüt üyesi gelip bize talimat verecek de, konuşmayı yapan da ben değil Ahmet Türk idi, ben ondan dört yıl sonra Mecliste Kürtçe konuşma yaptım Eş Genel Başkanken. Demek istediğim kumpas kuruyorsunuz da bize hakaret etmeyin bari ya. Örgüt bize talimat verecekse adam gibi vermiş olsun, bu ne ya. “Gidin Mecliste Kürtçe konuşun.” Ayıp bir şey.
Böyle bir şey olmamıştır. Bunların tamamı yalandır, düzmecedir. Böyle bir tanık var mı yok, mahkemeniz istiyor, gelmiyor da, keşke gelse gizli mi açık mı, keşke gelse kapalı salondan konuşsun da sesini duyalım. Sen kimsin ki bize talimat verdirmişsin de, biz Kürtçe konuşmuşuz da, ben de bir sorayım kendisine. Hayatımız boyunca biz kimseden talimat almadık. Halkın iradesi dışında hiç kimseyi esas almadık. Hele Ahmet Türk. Kürtçe konuşacak da çoluk çocuk gelecek kendisine talimat verecek. Ayıp bir şey.
Tape ve ortam dinlemeleri tamamı gelsin ses karşılaştırmam yapılsın, çözümü yapılsın. Açıklayamayacağım hiçbir şey yok. Bu haliyle hiçbirini kabul etmiyorum. Tamamı kumpastır. Sesin bana ait olmadığını belirtiyorum. Ses karşılaştırmam yapılsın. Akabinde çözümü yapılsın. Tam çözümler gelirse ben mahkemenizin bu konuda sorusu olursa cevaplamaya hazırım. 1 no’lu fezleke ile ilgili bunları belirtiyorum.
Çarpıtmanın nasıl yapıldığını anlatmaya çalışıyorum. Toplantı tarihi diyor ki, 21.04. 2013. Bakın bu tarih niye önemli? Bundan bir ay önce, tam bir ay önce, yani 21.03.2013 tarihinde Diyarbakır Newroz’unda Abdullah Öcalan, PKK’ye silah bırakma çağrısı yaptı. Tam bir ay önce. Çözüm süreci artık büyük bir hızla ilerlemeye başladı, ben dahil bazı heyetlerimiz İmralı’da, Kandil’de, Ankara'da hükümetle veya bürokratlarla yoğun bir mesai yürütülüyordu. Hükümet kendi cephesinden farklı bir toplumsal destek çalışması yürütüyordu, biz de kendi cephemizden farklı bir toplumsal destek çalışması yürütüyorduk. Ama koordineli yürüyordu. Bunların tamamı çözüm süreci kapsamındaydı.
Neydi bu? Akil insanlar grupları toplumu ikna etme, barış sürecine inandırma, bu konuda güven oluşturma ve destek çalışması yürütüyordu. Bakanlar, iktidar partisine bağlı milletvekilleri il il gezi yapıyordu.
Biz de ağırlıklı olarak - daha önceki celsede de söyledim - ben Kandil’de, KCK yöneticilerine, çok sayıda silahlı PKK örgüt üyesine Abdullah Öcalan’ın ne söylediğini, ne istediğini, ne tür mesajlar verdiğini elimdeki notlardan da okuyordum, anladığım kadarıyla da anlatıyordum. Milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder ile birlikte.
İki gün boyunca bunu yaptık. Neden? Çünkü KCK yöneticileri diyordu ki, “bizim orta kademe yöneticilerimiz ikna olmuyorlar. Siz bizatihi İmralı’ya gittiğiniz için kendilerine konuşun.” Biz Kandil’de yapıyorduk bu konuşmaları.
Yine, PKK’ye sempati duyan kitleler, açık ve kapalı toplantılarda neden silahların bırakılması gerekir, Öcalan ne diyor, neden önemlidir anlatıyorduk. Mesela bu toplantı onlardan biridir. Nerede nasıl yapmışız hatırlamıyorum, çünkü bunun gibi onlarca toplantıya katıldık.
Bir yandan elimde İmralı’da tuttuğum notlardan Öcalan’ın görüşlerini okuyorum, bir yandan kendi görüşlerimi paylaşıyorum. Neden çözüm süreci önemli, silahları bırakmak neden önemli. Mesela, Öcalan’ın görüşlerini okuduğum kısımlar, burada benim görüşlerim gibi aktarılmış. Oysa bu toplantılarda ben, İmralı’da Abdullah Öcalan şunları söylüyor diye anlatıyordum, elimdeki notları hatırlıyorum, çünkü bütün toplantılara o şekilde katılıyordum.
Bir kısmı basına açık yapılıyordu. Bir kısmı kamerasız ama basın oluyordu, not alıyordu. Ama biz, şehir şehir dolaşarak akil insanlar gibi ikna etmeye çalışıyorduk. Kumpas dememin nedeni bu. Ben sanki bu toplantılarda PKK’yi övmüşüm, PKK çok iyi bir silahlı mücadele yürütmüş, hatta yürütmeye de devam etmeli, böyle kazanmış, böyle devam etmeli algısını benim ağzımdan vermeye çalışmış.
Oysa burada, özellikle boldladığı [kalınlaştırdığı] yerlerin tamamı Abdullah Öcalan’ın görüşleridir.
O böyle diyor diye toplantılarda notlardan okumuşum. Ha bu arada İmralı kayıtları devletten istenebilir, karşılaştırılsın. Benim tuttuğum notlarla kayıt notları karşılaştırılsın. Yüzde 100 aynı olmayacaktır tabii, fakat yüzde 98 böyledir, göreceksiniz.
Dolayısıyla, yapmaya çalıştıkları şu; çözüm sürecini nasıl sabote edebiliriz.
Bu bir istihbarat çalışmasıdır, yargı çalışması değil. Kötü niyetli bir istihbarat çalışmasıdır. İstihbaratın başı, MİT’in müsteşarı, benimle birlikte İmralı’ya gelecek, görüşme yapacağız, Hükümetle oturacağız planlama yapacağız, denilecek ki biz de Kandil’e gideceğiz, PKK’yi ikna edeceğiz, PKK’ye sempati duyan tabanı ikna edeceğiz. Bunu beraber koordine edeceğiz.
Biz bu çalışmaları yaparken, başka bir istihbarat örgütü, ya da başka biri adına çalışan bir istihbarat, faaliyet suçmuş gibi bunları istihbarata dönüştürüp MGK’nın önüne sunacak. Biraz önce söz ettiğim 2008-2009 kumpası gibi. 2014’e kadar da aynen bu şekilde sürmüştür.
Şimdi, bütün bu konuşmaları okudum, burada öyle konuşmalar var ki, ben tanıyamıyorum. Ben öyle konuşma yapmam. Bu kadar abuk sabuk, cümleler bozuk, ne söylediği belli olmayan konuşmayı ben yapmış olamam diye düşünüyorum. Milyon defa konuşma yaptım, ama o konuşmalar bana ait olamaz. Hiçbir konuşmanın, tape ve ortam kaydının sağlıklı olmadığını düşünüyorum.
(Hakim, Selahattin Demirtaş’ın çeşitli tarihlerdeki konuşmalarının ortam dinlemelerinin ses çözümlerinden bölümler okuyor. Demirtaş bunların ses çözümlerinin sağlıklı olmadığını belirterek yeniden ses çözümü yapılmasını talep ediyor. Demirtaş, hakimin okuduğu bir ses çözümüne ilişkin şunları söylüyor...)
Bu ortam dinlemesi değil, bir basın toplantısıdır. Ama görünen o ki, mikrofonu içeride unuttukları için bunun bir basın toplantısı olduğunu atlamışlar. Bütün basın huzurunda yaptığım bir konuşmadır.
Basın toplantısı olduğu için söylediklerim açık bir şekilde kamuoyuna yansımıştır, ama madem ortamı dinlemişler, yeniden bir çözüm yapalım. Bu şekilde kabul etmiyorum.
(Hakimin bir başka ortam dinlemesinin ses kaydı çözümünü okunmasının ardından Demirtaş...)
İddianamenin 248. sayfasında şöyle bir cümle kullanmış savcılık: 48 defa benim ismim geçmiş DTK’de yapılan toplantılarda. Konuşanlar, kendi aralarında konuşurken benim ismimi zikretmişler. Partinin o dönemler ya eş genel başkanı ya da grup başkanvekiliyim. DTK’de partim adına katıldığım toplantılar, partimin yetkilendirmesiyle gittiğim konferanslar, konuşmalar tümüyle legal faaliyetlerdir. Belirttiğim çerçevede, demokratik siyaset hakkı çerçevesinde yürütülmüş faaliyetlerdir. Ama savcı ne diyor?
DTK’nin çalışmaları yürütmüş olduğu yapılan BDP Diyarbakır il binasındaki toplantıya giriş ve çıkış yaptı. Ben partimin Eş Genel Başkanıyım, partimin il binasına giriş ve çıkış yaptığımı tespit etmiş savcı. Yani gerçekten kutlamak lazım. Partimin binasına girip çıkmış olmayı, tek başına bir delil olarak - yanılmıyorsam da fotoğraflayıp delil olarak - dosyaya koymuş.
(Hakimin iddianameden bir başka bölümü okumasının ardından Demirtaş...)
Ben bugüne kadar, şu ana kadar çok sayıda cenazeye katıldım, taziyeye katıldım. Nasıl suç oluşturmuşum, bunu da savcı açıklamadığı için, propaganda mı yapmışım, Fatiha mı okumuşum, slogan mı atmışım, taş mı atmışım, bir şey belirtmediği için bir şey diyemiyorum, ama çok sayıda cenazeye katıldım.
Evet, örgüt üyeleri de öldürüldüğünde cenazelerine katıldım, asker cenazelerine de katıldım, sivil cenazelerine de katıldım. Bu, inancımız gereğidir. Seçilmiş olduğumuz bölgede de, insanların acılarını paylaşmak insani bir tutumdur, siyasi bir faaliyet değildir. Cenazeye katılmak da başlı başına asla sorgulanamaz. Ahlaken de siyaseten de hukuken de tartışılmaması gereken bir konudur diye düşünüyorum. Ama cenazeye katılmak suretiyle başka suç işlenmişse o tartışılabilir, ama cenazeye katılmanın kendisi başlı başına bir suç değildir.
(Demirtaş, hakimin iddianameden kanunsuz bir gösteriye katıldığı yönündeki başka bölümü okumasının ardından tekrar söz alıyor...)
Evet, aynı zamanda 16 no’lu fezlekenin birebir aynısıdır. Savcı hem bu fezlekeye koymuş, hem de aynı olayla ilgili tek bir fezleke hazırlamış. Tümüyle demokratik bir etkinlik, demokratik çözüm çadırı adı altında anadilinde eğitim, seçim barajının kaldırılması, siyasi tutsakların serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonların durdurulması talepli başlatılmış bir kampanyadır. Parti genel merkezimiz tarafından başlatılan bir kampanyadır. Hiçbir şekilde ne yasadışı bir işe girişildi, ne de yasadışı bir sonuç ortaya çıktı. Partimizin siyaset yapma çerçevesinde yürüttüğü faaliyettir. Tamamı çarpıtmadır. Parti genel merkezimizin kararıdır bunlar. Biz karar alır, biz uygularız.
(Hakim, 2012 yılında yapılan açlık grevi eylemi döneminde Diyarbakır’da yapılmak istenen yürüyüşe ilişkin dosyadan ilgili bölümü okuyor.)
Demirtaş: 6-7 yıl önceki olayı hatırlamıyorum. Ama hiçbir şekilde yasadışı bir gösterinin içinde olmadım.
Hakim: Bu beş eylemin tamamı için sizin kendi fikrinizle değil de, özellikle silahlı terör örgütü PKK- KCK’nın güdümünde yayın yapan basın organlarının ilanı veya internet sitesi üzerindeki çağrıları üzerine bu eylemlere katıldığınız iddiası var.
Demirtaş: Bu tamamen yalan, yanlıştır. Bir şekilde illiyet bağı kurabilmek için yaptığımız siyasi faaliyetlerle terör bağını kurabilmek için uydurdukları şeylerdir. Ben korsan gösterici değilim, partinin Eş Genel Başkanıyım. Parti genel merkezinde MYK’miz, PM’miz toplanıyor, karar alıyor. Bunları duyuruyoruz, basın duyurusu yapıyoruz. Başka fezlekeler de var, göreceksiniz. Başka bir fezlekede onun duyurusunu yapmışım. Mitinge çağrı yapmıştım. O basın toplantısı suç konusu olmuş ama.
Çağrıyı yapan ben, şu tarihte miting yapacağız, valilik izin versin, şunları savunacağız demişim. O basın duyurusunu suç diye görmüş, o tarihte PKK ya da KCK’nin çağrısını koymamış. Yok çünkü. Çağrı yapan biziz.
O basın toplantısı için ayrı fezleke hazırlamış, o gün gelmiş mitinge gitmişiz, yürümüşüz onu da ayrı suç saymış, demiş ki ‘örgütün çağrısı sonucu yaptı.’ Sen kendin bizzat beş gün önce yaptığımız kendi çağrıma ayrıca fezleke hazırlamışsın. Biz öyle örgüt sitesinden okuduk falan bunlar yakışmaz. Korsan gösterici değiliz. Siyaset yapıyoruz. Türkiye’nin üçüncü büyük partisiyiz. Bu kadar büyük işlerle uğraşırken, sitede okuyup hemen koşalım. Üniversite yıllarımızın üzerinden çok zaman geçti. Belki üniversite öğrencisi oradan bakar hareket eder de bir partinin yönetimi, eş genel başkanlarına bu suçlamayı yöneltmek tek kelimeyle ayıptır.
Hakim: Son olarak 2 no’lu fezlekeye ilişkin olarak özellikle Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında KCK yapılanmasının illegal bir yapılanma olduğu yönündeki açıklamalarından sonra DTK’ye ağırlık verildiği, DTK’nin 2007’de kuruluşunu açıklamasına rağmen özellikle Abdullah Öcalan’ın bu açıklamasından sonra DTK’nin KCK-TM yapılanmasında aynı şekilde yapılandığı, PKK-KCK ile organik bağının bulunduğu ve sizin de bu yapı içerisinde faaliyet yürüttüğünüz iddiası var.
Demirtaş: Geçen celsede DTK’yi uzun uzun anlattım. Bu celsede sadece atıf yapayım geçeyim diye uzun uzun anlatmıştım geçen celsede de. 2007’de ben milletvekili seçildikten kısa bir süre sonra DTK kuruldu. Yani ben siyasete girdiğimde DTK vardı. Partim DTK’nin kurucu üyesiydi. O dönem partim adına da eş genel başkanlar, grup başkanvekilleri, DTK’nin faaliyetlerine, çalışmalarına katılırdı.
Konuşmalar yapardı. Çalıştaylar yapılırdı. Bunların hiçbiri de gizli saklı değildi. Şimdi çözüm süreci kapsamında gerek Oslo’da gerek İmralı’da PKK yönetimiyle, Öcalan’la yapılan görüşmeler kapsamında demokratik siyasete alan açılması, silahın bırakılmasını kolaylaştırır, cesaretlendirir. Halkta da fikirlerini özgürce söylediği için yargı baskısı altında kalmadığı izlenimi oluşturdukça, halkı da daha motive eder. Bütün bunlar konuşulan şeylerdi.
Oslo sürecinin içinde değildim, ama DTK Öcalan’ın talimatıyla kuruldu, Öcalan’ın talimatıyla bütün faaliyetleri yürüttü demek gerçekten savcılara da yakışmıyor. Şimdi devletin huzurunda yapılan görüşmeler, kayıtla yapılan görüşmelerdir; sen onları alıp çarpıtıp bunlar talimattır diye ifade ediyorsun.
İmralı’da yapılan görüşmelerde benim katıldığım bir toplantıda akil insanlar konuşuldu. Akil insanlar grubu oluşturulmalı denildi. Bu, Öcalan’ın önerisiydi. Ne bizim ne hükümetin önerisiydi. Kim hayata geçirdi, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. Akil insanlar komisyonu kurdu, ilk toplantısını kendisi Dolmabahçe’de yaptı. Burada tutanakları var, okuyayım size.
Akil insanlar Öcalan’ın önerisiydi. Suç mudur? Kötü mü yaptı? Hayır, bir çözüm sürecinde PKK’yi ikna etmenin yolu konuşulurken, makul öneri yapıldığında da buna doğrudan terör faaliyeti demek işte o çözüm sürecini bitiren kumpasın kendisiydi. Öcalan dedi mi demedi mi, o dönemde yoktum, olsaydım bilseydim burada da söylerdim. Ben İmralı sürecinin içindeydim. Hem heyet olarak Kandil'e hem İmralı’ya gidiyorduk. Bu Öcalan’ın önerisiyle kuruldu bunu bilmiyorum. Ben siyasete girdiğimden beri DTK vardı. Legal çalışmalar yürüttü. Faaliyeti açıktı.
Hakim: Tutanağa itirazınız var mı?
Demirtaş: Fotoğraflarda göründüğüm yer caminin avlusudur, gösterilerin içerisinde beni gösteren herhangi bir fotoğraf yoktur. Aleyhime olan hususları kabul etmiyorum.
Hakim: 14 Temmuz 2011 tarihli olaylara ilişkin düzenlenen tutanaklar, fotoğraflar ve tespit tutanağı var. Bir diyeceğiniz var mıdır?
Demirtaş: Söz konusu yürüyüş partim tarafından alınmış bir karardı. Herhangi bir yasa dışı örgütün çağrısından ne bilgimiz ne de haberimiz olması mümkün değildi. Partimiz bu çağrıyı yapmıştı, amacı da o dönem KCK operasyonları adı altında tutuklanan parti yöneticilerimizin, milletvekillerimizin duruşması vardı adliyede, onlara destek, dayanışma amacıyla yapılmış bir yürüyüştür. Onun dışında yürüyüş öncesi veya sonrasında herhangi bir olay olmuşsa, beni zaten onun içinde gösterecek tek bir kare bulamazsınız. Böyle bir şiddet eylemi içerisinde de olmadık, yasa dışı bir yürüyüş de değildi.
Valiliğin bilgilendirilmesi ile, 2911 sayılı yasaya karşı bir yürüyüş değil, izinle yapılmış bir yürüyüştü. Zaten yürüyüş de bizim açımızdan olaysız bitti. Onun dışında başka gruplar olay çıkarmış mı hatırlamıyorum, ama hiçbir şekilde ne bize, bana ve benimle birlikte olan parti yöneticilerime dağılın ihtarı yapıldı, ne de böyle bir şeyle karşılaştık. Biz yürüyüşü gerçekleştiren milletvekilleri, belediye başkanları olarak olaysız bir şekilde yürüyüşümüzü tamamladık.
Hakim: 14 Temmuz 2011 günü meydana gelen olaylara ilişkin tutanaklar ve fotoğraf teşhis tutanağı…
Demirtaş: Burada parti il binamın önünde bulunduğum sırada çekilmiş bir fotoğraf var. Partinin Eş Genel Başkanıydım, burası da Barış ve Demokrasi Partisi Diyarbakır İl Başkanlığı, bir kare orada var. Bir kare de burada gösterilen; biz alana girerken bahsettiğim protestoyu, basın açıklamasını yapmak istiyorduk, yanımda milletvekilleri vardı, korumalarım vardı. Panzerden su sıkıldı, doğrudan bize sıkılmadı, fakat biz de bayağı ıslandık ve ben tepki gösterdim. Bu kare de onun karesidir. Onun dışında başka yerde olaylar yaşandı mı yaşanmadı mı onu bilemem, ama hiçbiriyle ne bağlantım vardır ne de hakkımda öyle bir iddia söz konusudur.
Kaldı ki, bu miting hiçbir şekilde herhangi bir yerden, herhangi bir talimatla yapılan, ne PKK ne de Kongra Gel ile ilgili bir miting değildi. Partimizin genel merkezinin Diyarbakır’da yapmayı kararlaştırdığı bir mitingdi. İlerleyen fezlekelerde yeri geldiğinde de belirteceğim, bir hafta önce Diyarbakır’da basın toplantısı yaptık ve halkı mitinge davet ettik. Valiliğe başvurumuz vardı. Henüz yasaklanmamıştı, partimizin mitingi olduğunu duyurduk, kitleye çağrı yaptık. O yapmış olduğum konuşmaya da bir fezleke hazırlandığı için, ayrı bir fezleke konusu olmuş mitingin çağrısını yapmamız.
Fezlekeler zaten ayrıca düzenlenmiş, yeri geldiğinde onlara da değineceğim. Partimizin aldığı karar doğrultusunda demokratik çözüm çadırları Türkiye’nin birçok yerinde açılmıştır. Oturma eylemleri yapılmıştır, sivil itaatsizlik adında hükümetin dikkatini çekmek açısından etkinlikler yapılmıştır. Hiçbir şekilde ne PKK ile ne KCK ile ne de başka bir çağrı ile alakası yoktur. Onun çok öncesinde başlamış bir süreçtir demokratik çözüm çadırları.
Zaten yaptığımız çağrılar da sivil itaatsizlik eylemi olduğu için, hiç kimsenin asla şiddete meyletmemesine, asla şiddete başvurmamasına dönük çağrılarla birlikte yaptık. Çadırların kurulmasının amacı şudur; orada bir kürsü ve mikrofon olacak, isteyen herkes, STK temsilcisi, yurttaşlar, parti temsilcisi, gazeteciler, isteyen herkes gelip o serbest kürsüde konuşma yapabilecek. Bu taleplerle ilgili ne diyor; destekliyor mu karşı mı çıkıyor? Özgür bir tartışma platformu oluşturulması açısından, bizim çağrımızla başlatılmış bir etkinliktir. Tümüyle barışçıl bir etkinliktir.
Bununla bağlantılı başka yerlerde şiddet eylemleri çıkmışsa, ne benimle alakalıdır, ne de bilgim ve onayım dahilindedir.
(Hakim bazı fotoğraflar gösteriyor.)
Detaylarını hatırlamıyorum, fakat burada taziye evi önünde görüntüler var; bir açıklama yapmışım muhtemelen. Onun dışında Diyarbakır’da yaşanıyor bunlar, Diyarbakır’ın başka ilçelerinde veya mahallelerinde şiddet eylemleri olmuşsa, bunlar açıklama yaptığım saatlerde yaşanmış olaylar da değil, benimle bağlantılı da değil. Bunların içerisinde beni gösteren tek bir kareyi hiç kimse bulamaz. Ama ısrarla bu tür olaylarda biz açıklamalar yaptık, sonrasında hatta bazı fezlekelerde gerçekleşen şiddet eylemleri, polisle çatışmalar da doğrudan benim konuşmamla bağlantılı şekilde gösterilmeye çalışılmış; oysa konuşma içerikleri ile ilgili bir suçlama da yok. Konuşma içerikleri partimizin programına, ilkelerine ve siyasi çalışmalarına uygun açıklamalardır. Dolayısıyla (anlaşılamadı) kabul etmiyorum, ben hiçbir şekilde yasa dışı bir örgüt talimatıyla hareket etmedim. Bunların CD görüntülerini izlerseniz zaten benim ne yaptığımı açıkça göreceksiniz.
(Hakim, Emniyet’in ses çözümü tutanağını soruyor.)
Hayır kabul etmiyorum, CD istensin, yeniden çözüm yapılsın. Bu usul açısından incelensin. Kumpas olduklarını zaten söyledim. Onların hepsi savunmasını, CD çözüm tutanakları gelsin sonra yapacağım.
14 Temmuz 2011 tarihindeki hangi toplantıyı kastediyor bilmiyorum. Neyse ama gerçekten bir şeyle mi suçluyor bilmiyorum. Bir sürü toplantıya katıldım. Katıldığım toplantıyı illegal bir toplantı olarak mı tarif ediyor, o da belli değil. (anlaşılamadı)
(Hakim bir tutanak gösteriyor.)
Ne tutanağıdır o? İmralı görüşmeleri çözüm tutanağı mı? Mahkemeniz, ki taleplerimiz arasında olacak, İmralı’daki görüşme tutanaklarını istesin. Orada bir talimat mı verilmiş, tartışma mı yürütülmüş devlet heyeti huzurunda? Ankara’da bakanların katılımıyla yapılan toplantılarda çıkan kararlar ve çözüm yasası kapsamında faaliyetler mi yürütülmüş ortaya çıksın.
Fakat biz ne İmralı’da ne Kandil’de hiç kimseden bir talimat almadık, talimatla bir faaliyet yürütmedik. Çözüm süreci tümüyle Türkiye’deki iç barışı sağlama, Kürt sorununu silahsız şiddetsiz çözme,
Türkiye’de demokrasiyi güçlendirme faaliyetidir. Kabul etmiyorum
(Hakim, 141 sayfadan oluşan fezlekeye ilişkin soru soruyor.)
Emniyet fezlekesi mi? 2 nolu fezlekenin hangi eylemine dahil etmişler. Savcılık fezlekesine dönüşmeden nasıl girmiş dosyaya onu anlamıyorum. Ben bunu görmedim, bilmiyorum, fakat emniyet bir fezleke hazırlarsa savcılığa gönderir. Savcılık da nereye eklemiş, hangi fezlekeme ya da hangi olaya eklemiş? Öyle genel 2 nolu fezlekeye eklemek? Ben usulü anlamaya çalışıyorum. Herhangi bir suçlama ile bağlılık kurmadan bu dosyaya nasıl girmiş, savcı hangi üst yazıyla dosyaya bunu sunmuş? Ya da siz mi istediniz? Kabul etmiyorum, uyduruk bir belgedir.
6-8 Ekim Kobani olayları
31 no’lu fezleke kamuoyunda 6-8 Ekim Kobani olayları olarak bilinen fezlekedir. Bundan sonraki fezlekeler bunun devamı olduğu için, 6-8 Ekim’den başlayarak devam etmek istiyorum.
Biliyorsunuz 6-8 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili kamuoyunda şöyle bir algı oluştu. Ben o algının nasıl oluştuğunu anlatırım, ama genel cümle şudur: Amerika’ya gidip dönen Demirtaş'ın çağrısıyla halk sokağa çıktı ve 52 yurttaşımız Demirtaş’ın çağrısı ile katledildi. Binlerce defa yazıldı çizildi, kamuoyu oluşturuldu. Bir yalanı 40 defa söylersen herkes inanır, kırk bin defa söylersen bütün dünya inanır. Fakat savcılık da 6-8 Ekim ile ilgili benim iddianameme iki tane delil koymuş. Bunlar savcılığın delili. Birincisi İpekyolu Gazetesi dijital sitesinden alınmış aynen şöyle: “6 Ekim 2014 23:19” Bu savcılığın sunduğu bir delil, yani 6 Ekim günü gece 23:19’da internet sitesinde yayınlanmış. Başlığı da şu: ‘Demirtaş sokağa çıkın’ dedi. ‘HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, sosyal medya aracılığıyla halkı Kobani’ye destek için sokağa çağırdı.’ Bu savcının koyduğu delil.
Bir başka delil, bir suç duyurusu ile birlikte savcılığa iletiliyor ve savcılık bunu delil olarak koyuyor. Suç duyurusunda bulunan kim? Ulusal Parti Genel Başkanı Gökçe Fırat. Şu anda FETÖ’den hükümlü Silivri Cezaevi’nde yatıyor. Bir başka delil, iki delil koymuş savcı benim çağrı yaptığımla ilgili, Posta gazetesinin posta.com.tr adresinden, Demirtaş’ın 6 Ekim’de HDP Merkez Yürütme Kurulu olağan toplantısının ardından yaptığı açıklamada Kobani’de yaşanan katliam girişimine karşı 7’den 77’ye bütün halkımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Demirtaş’ın yaptığı çağrı.
Burada da yine Posta gazetesinden aldığı çıktıyı savcı delil olarak koymuş.
Şimdi ben savunmama başlamadan önce, bu 17 bin 772 sayfa ek deliller içerisinde, Selahattin Demirtaş olarak benim 6-8 Ekim’de yaptığım çağrının yüzüme okunmasını istiyorum. Savunmama öyle başlayayım. Ben bulamadım çünkü. HDP Genel Merkezi’nin sosyal medya hesabından yaptığı çağrıdan bahsetmiyorum. Savcı, Demirtaş çağrı yaptı diye iki tane gazete kupürünü dosyaya koymuş olduğuna göre, savcı bu konuda benim çağrımla ilgili delile ulaşmıştır mutlaka. Çağrım nerede, çağrımın yüzüme okunmasıyla savunmama başlayayım.
6-8 Ekim’de benim çağrım var mı? Savcı bunu koymuş, ben bulamadım. Siz bulmuş olabilirsiniz diye soruyorum. Genel Merkez’in sosyal medya hesabından atılmış iki twitle başlamış bir soruşturmadır. Benim şahsi, kişisel bir çağrım üzerine başlamış bir protesto da yok, buna dair başlamış bir soruşturma da yok.
6-8 Ekim nasıl bir ortamdı?
Bakın 6-8 Ekim nasıl bir siyasi ortamdı, önce bir onu hatırlayalım. Neler yapıldı, detaylı bir şekilde izah edeyim. 6-8 Ekim 2014’te Türkiye’de çözüm süreci devam ediyordu, İmralı görüşmeleri, heyetimizin Ankara’da hükümetle görüşmeleri devam ediyordu. Süreç kopmuş, bitmiş değildi. Hem Kandil’de hem Ankara’da hem İmralı’da, üç ayak üzerinden PKK’nin silahsızlandırılması çözüm sürecinin başarıya ulaşması için partimizin de içinde bulunduğu, benim de şahsen heyetlere dahil olduğum bir süreç yürüyordu.
Şimdi İmralı’da yapılan görüşmelerin bazılarında Suriye’deki durum da tartışılıyordu. Özellikle Kuzey Suriye olarak bilinen Rojava, Kürt bölgesinin durumu da tartışılıyordu. Suriye’nin geneli de tartışma konusu oluyordu. Ankara’da hükümetle yaptığımız toplantı ve görüşmelerde de bu konu gündeme geliyordu. Yani şu şekilde bir siyasi tartışma yürüyordu: Türkiye’deki Kürt sorununun çözüm süreci, bölge düzeyinde İran, Irak ve Suriye’deki Kürtleri nasıl etkileyecek? Dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren meseleler ele alınırken, oradaki Kürtlerle ilişkiler nasıl kurulacak? Yeni yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hem kendi yurttaşları olan Kürt halkıyla hem de diğer ülkelerde yaşayan Kürtlerle ilişkileri nasıl olacak? Bunlar da tartışma konusu oluyordu.
Bu tartışmalar devam ederken, neredeyse iki yıl boyunca hükümetin genel yaklaşımı şuydu: Tabii ki, içerideki Kürt sorununun çözümü dışarıda da Türkiye’yi rahatlatır ve biz oradaki Kürt halkının da her halükarda kazanımlarının arkasında oluruz. Bizim için Kürt halkı bin yıllık kardeşimizdir. Suriye-Irak sınırı Sykes Picot’la çizilmiş yapay sınırlardır. Biz bu sınırları değil bin yıllık kardeşliğimizi esas alırız. Biz de böyle sanıyorduk, böyle olması gerekirdi. Bu Türkiye’ye güç katar. Neredeyse 2-2,5 yıl, zaman zaman gündeme geldiğinde bu konu heyetlerimiz arasında, partimiz ve hükümet heyetleri arasında ele alınıyordu.
Gel zaman git zaman, Eylül ayında IŞİD Kobani’yi çevirmeye başladı. Büyük bir askeri güçle, tanklarla toplarla, o zaman Musul’dan elde ettiği silahlarla Kobani’nin etrafını çevirmeye başladı. Kobani’de yüz bine yakın insan, başka yerlerden de gelip oraya yerleştiği için kasabanın nüfusu 3’e katlanmıştı. IŞİD başka bölgelerden de sivil göçe neden olduğu için, Eylül ayının sonuna gelindiğinde Kobani’de 250 bine yakın bir nüfus sivil, küçük bir kasabada birikmişti. Ağırlıklı sivil nüfus oradaydı, PYD’liler de vardı, başka gruplar da vardı.
IŞİD, operasyonlarını, saldırılarını, eylemlerini giderek arttırıyor, bu insanlar da köyleri terk ede ede ilçe merkezine geliyordu. Kobani dediğimiz yer Suruç’la iç içe, Suruç’ta yaşayanların akrabalarının yarısı Kobani’de, Kobani’de yaşayanların akrabalarının yarısı Suruç’tadır. Nusaybin ile Qamişlo gibi. Vakti zamanında sınır çekildiğinde, aileler ortadan ikiye bölünmüşler. O nedenle hem süreç açısından çok önemli, hem de Türkiye’de Kürt yurttaşların akrabaları bizzat Suruç’ta yaşıyorlar, teyze çocuğudur, damadıdır, gelinidir. Birbirlerine gidip geliyorlar. Mürşitpınar Sınır Kapısından ticaret yaptıkları bir yerdir Kobani.
Üçüncüsü, IŞİD orayı ele geçirdikten sonra, bütün Türkiye sınırına hakim olmak için önünde neredeyse hiç bir engel kalmıyor. Türkiye’nin güvenliği açısından da bir tehlike o vakit. Neredeyse 200 bin insanın katledilme tehlikesi var. Suruç’ta birçok yere yayılan, 20-25 güne yayılan protesto gösterileri yapıldı, ama ağırlıklı olarak Suruç’ta sınır bölgesinde yapıldı. Kobani’ye yakın, yani göz teması kurabileceğiniz şekilde, birkaç defa ben de gittim oraya, yerinde gözlemledim. Sınır bölgesini gözünüzle görebiliyorsunuz. IŞİD’liler orada, PYD orada, halk orada; Türk askeri bu tarafta, protestocular burada, her şey çıplak gözle görülebilir, dağlık bir bölge değil dümdüz bir arazi.
Hükümete görüşmelerde söylediklerimiz nelerdi?
Şimdi bizim o dönem, çözüm süreci devam ettiği için hükümetle şöyle bir diyaloğumuz vardı; diyorduk ki, bu IŞİD Kobani’de katliam yaparsa, Türkiye, hükümet buna sessiz kalırsa, bu büyük bir kırılmaya yol açar. Dolayısıyla buna izin vermeyin. Sizler hükümet olarak hem insani yardım konusunda destek sunun, hem de o dönem uluslararası koalisyon IŞİD’e karşı mücadele koalisyonu kurmuş, Türkiye de onun bir parçası, uluslararası koalisyonu da IŞİD’e karşı askeri açıdan harekete geçmek için zorlayın.
Hükümet bu konularda adım atmıyordu. Hükümetin yaptığı şey aşağı yukarı şuydu: Özgür Suriye Ordusu adı altında bir grup besleniyor, destekleniyordu, ama o dönem ağırlıklı olarak El-Nusra, Ahrar- üş Şam gibi El-Kaide ile bağlantılı örgütler, sonradan IŞİD’e dönüşen örgütlerin bir kısmı el altından destekleniyordu. Bunlar savunmamın ilerleyen aşamasında, bütün açıklamalarımda belirttiğim şekilde, hükümetin bir Suriye politikası olarak hayata geçiriliyordu.
Biz de diyoruz ki, mezhepçilik yapmayın, orada mezhep üzerinden destek sunmayın. Herkese destek sunun, yani zulüm gören herkesin yanında olun. Kürtler de orada zulüm görüyor. Yıllarca Esad’ın zulmünü gördüler, şimdi de IŞİD, El-Nusra ve benzeri örgütlerin saldırısı altındalar. Türkiye destek olsun. Bu Türkiye dışındaki Kürtlerle olan ilişkisine de muazzam bir katkı sunar, çözüm sürecine de muazzam bir katkı sunar. Türkiye’nin çıkarınadır, yararınadır, herkes kazanır buradan. Türkiye’nin de sınır güvenliği sağlanır. Ama AKP Hükümeti yapmıyordu, daha doğrusu bu konuda ısrar ediyor, geri adım atmıyordu. 6-8 Ekim öncesi bütün protestolara rağmen, hükümet bu konuda geri adım atmıyordu.
Partimiz, belediyeler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla 200 tıra yakın yardım topladı. Bu yardımların bir kısmına İstanbul’da, İzmir’de el konuldu, ama büyük bir kısmı Suruç’a getirildi. Suruç’ta Kızılay toplama merkezine yığıldı, orada Kızılay kolilerine konuldu ve o şekilde Mürşitpınar Sınır Kapısından Kobani’ye insani yardımlar gönderildi. Doğrudan Suruç Kaymakamlığı bunu organize etti.
ABD’ye neden gittim?
Bizim partimizin Washington temsilciliği her yıl bir tane konferans düzenler. Her yıl standart bir konferansımız vardır, Eş Genel Başkan kimse, konuşmacı olarak o davet edilir. Partimizin düşüncesini uluslararası alanda anlatmak için hem de ziyaretler yapılır. Aynı dönem partimin Amerika’da bir konferansı var, 6 ay önceden planlanmış, dış ilişkiler sorumlumuz Nazmi Gür tarafından planlanmış. O günlerde de konuşmacı olarak oraya gitmem lazım. Eylül’ün sonu, ben ve Nazmi Gür arkadaşım birlikte Amerika’ya gittik, yedi günlük bir program vardı. Hem New York’ta, hem Washington’da, arkasından Los Angeles’ta programlarımız vardı. Arkasından Türkiye’ye dönecektik.
Birinci ve ikinci gün konferans ve düşünce kuruluşunda konuşmacı olarak programı uyguladıktan sonra, o dönemki Grup Başkan Vekilimiz Pervin Buldan beni aradı. Amerika’daydım ben, Washington’da. Dedi ki, Başbakan beni aradı, Selahattin bey niye Amerika’dadır, çözümü niye orada arıyor? Çözüm Ankara’dadır. Niye gelmiyor, bizimle görüşmüyor da, Amerika’da bu konuları konuşuyor. Çünkü oradaki konuşmamda Kobani’ye değiniyordum.
Ben de dedim ki, Başbakanı hemen ara, de ki, biz çözüm mözüm için burada değiliz, yıllık konferansımız var, konuşmacı olarak buradayım. Programımı derhal iptal ediyorum. Yarın Türkiye’ye dönüyorum, en kısa zamanda da kendisiyle görüşmek istiyorum, hemen randevu isteyin.
O gece Washington’dan uçak bulamadık, kara yolu ile New York’a geldik, New York’ta uçakta yer bulunamadı. Ertesi sabah ilk uçakla New York’tan Ankara’ya geldim. Ankara’da Başbakan’dan randevu istedik, Ahmet Davutoğlu’ndan.
Davutoğlu randevusundan önce Kobani’ye gittim
Davutoğlu, 1 Ekim’e randevu verdi. 1 Ekim’e bir gün kala Kobani’ye geçtim ben. Mürşitpınar Sınır Kapısından pasaportumla Kobani’ye geçtim. Yerinde her şeyi göreyim, Başbakan’la görüşeceğim, olup bitenleri kendisine izah edeyim, anlatayım.
PYD Eş Başkanı, yöneticileri de oradaydı. Görüştüm, hepsi basına yansıdı. Birazdan anlatacağım. Türkiye’ye döndüğümde, ki zaten yürüyerek geçiyorsunuz, mahallenin öbür tarafı hemen Kobani, bu tarafa geçtiğimde basına açıklama yaptım. Basın benimle birlikte de geldi oraya, görüntüler aldı.
Açıklama yaptım.
Döndükten sonra, yanımda o dönemin DTK Eş Başkanı Selma Irmak ile birlikte, Başbakanı kendisinin verdiği randevu üzerine ziyarete gittik. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, bir de danışmanları toplantıdaydı, beş kişiydik. Uzun uzadıya gözlemlerimi anlattım. Uluslararası alanda olup bitenler, Kobani’de olup bitenler, ne yapılması gerektiği, önerilerimi, tek tek sıraladım. Kobani’ye niye Türkiye’nin destek olması gerektiğini anlattım.
Davutoğlu görüşmesinde neler konuşuldu
Kendisi de özetle şunu ifade etti: Bizim hakkımızda, öyle IŞİD’e destek olan hükümet algısı oluştu, bunu düzeltmemiz lazım. Dedim ki, bu algıyı oluşturan biz değiliz, bütün dünya bunu bu şekilde algıladı artık, bu algıyı yaratan HDP değil. Doğru dedi, siz değilsiniz, ama bu algının kırılması lazım, bizim böyle bir IŞİD’e desteğimiz yok, Kürtler bizim kardeşimiz. Kobani’ye her türlü desteği yapmaya hazırız ne istiyorlarsa. Ben de dedim ki, bir gün önce Kobani’deydim, PYD Eş Başkanı Asya Abdullah ile görüştüm, sizden doğrudan diyalog kurma talebi var. Hay hay dedi, hemen yapacağız, çözüm sürecinde yeter ki hızla ilerleyelim. Kobani tabii ki IŞİD’in kontrolüne geçmesin, ne gerekiyorsa elimizden geleni yapacağız.
Karşılıklı gerilimlerin de olduğu bir toplantıydı, ama nihayetinde şöyle bir uzlaşıya vardık o dönem Ahmet Davutoğlu hocayla: Ben dedim, Başbakanlık çıkışında bir açıklama yapacağım, diyeceğim ki, görüşme çok olumlu geçti, teşekkür edeceğim ve hükümetin yaklaşımı çok olumludur, inanıyorum ki, bütün bu krizler, sorunlar çözülecek. Çünkü çözüm süreci bitmek üzere, öyle bir tıkanmış ki, Kobani’ye kilitlenmiş. Hükümet gerekli duyarlılığı gösterecek, oradaki Kürtlerle de diyaloğa geçecek ve bu sorun kısa sürede çözülecek. Bütün mesele şudur: Kobani IŞİD’in eline geçebilir sonuçta, ama Türkiye buna göz yumdu ve öyle oldu şeklinde bir realiteyi biz kamuoyunun huzurunda gerçekleştirmemeliyiz.
Türkiye destek olsun, IŞİD yine orada Kobani’yi ele geçirirse bilemeyiz. Ama nihayetinde Ankara’nın göz yumması hatta dolaylı destekleriyle oldu denmesin.
Tamam dediler, biz iki şey yapacağız dediler. Birincisi Salih Müslüm’ü hemen davet edeceğiz Türkiye’ye, kendisiyle görüşeceğiz, talepleri nedir, beklentileri nedir? Kendileriyle tartışacağız. İki gün sonra Salih Müslim Türkiye’ye geldi. Ankara veya İstanbul’da, hatırlamıyorum basında vardır, görüşme gerçekleştirdi Dışişleri Bakanı Müsteşarı’yla. Detaylarını ben bilmiyorum, fakat beklentilerini ifade ettiler. Ahmet Davutoğlu aynen şu şekilde, o görüşmemizde de bana ifade etmişti, bizim de onlardan taleplerimiz var, onların da bizden talepleri var, daha önce de görüşmüştük, uzlaşacağımızı düşünüyorum, biz ne gerekiyorsa yapacağız.
Talep şu: Türkiye’den silah istemiyorlar, askeri destek istemiyorlar, o sırada Nusaybin’in karşısındaki Qamişlo’da kendilerinin 20-30 araçlık bir konvoyu var, yardım konvoyu. IŞİD o ara bölgeyi kontrol altına aldığı için Suriye topraklarından Kobani’ye ulaşamıyorlar, Türkiye’den bir koridor açmasını istiyorlar. Yani o konvoy Qamişlo’dan Nusaybin’e girecek, Türkiye sınırları içerisinden yaklaşık 100- 150 km yol kat ederek Suruç’a gelecek, Suruç’tan Mürşitpınar Sınır Kapısından Kobani’ye gidecek.
Talepleri bu, başka bir talepleri yok.
Bunun üzerine Ahmet Davutoğlu bana aynen şunu söyledi. Dedi ki, Selahattin bey, ‘bu devlet Kürtlerin de devletidir, bunu gösterin, buna ihtiyaç var, tam zamanı’ dedi. Dedi ki, ‘Ben Hakan Fidan’a talimat vereceğim, bu konvoyun geçişi için ne gerekiyorsa derhal yapsınlar, sizin de parti arkadaşlarınız bu konuda yardımcı olsunlar.’ Ben de dedim ki onun yanında, Sırrı Süreyya Önder arkadaşımı görevlendireceğim. Kendisi Suruç’a geçsin, Urfa milletvekillerimiz ile birlikte, sessiz sedasız bu yardım konvoyunun Türkiye üzerinden Kobani’ye geçişini planlasınlar.
Uzlaştık, tamam. Çıktıktan sonra hükümete teşekkür açıklaması yaptım, partiye döndüm. Hatta partide gerilim o kadar fazlaydı ki, partideki birçok arkadaşım beni eleştirdiler, MYK üyeleri, eş genel başkan yardımcıları dediler ki, ‘ya sen niye hemen teşekkür açıklaması yaptın, ne oldu da hükümeti bu kadar eleştirirken’. Selma hanımla birlikte anlattık, dedik ki siyaset risk almayı gerektirir. Biz bir uzlaşma arıyoruz, uzlaşma dili kullanmamız lazım. Sonuçta bu krizin çözülmesi, çözüm sürecinin devam etmesi lazım. Şöyle şöyle uzlaşmalara vardık, onlar PYD ile görüşecekler, ama biz de hükümetin zora girmeyeceği şekilde o konvoyun geçişine yardımcı olalım. Basın huzurunda davul zurnayla olmasın, hükümeti zora sokacak bir şey olmasın.
Davutoğlu verdiği sözleri yerine getirdi mi?
Yanılmıyorsam arkadaşlarım dört gün Urfa’da beklediler, her gün mütemadiyen beni aradılar, arayan yok hükümetten, soran yok, valiyle kaymakamla görüşüyoruz kimsenin bilgisi yok.
Günlerce bu diyalog sürdü. Sırrı Süreyya Önder arkadaşıma ilgili bürokratları arattım. MİT Müsteşarlığı’ndan, Başbakan’dan böyle bir talimat gelmedi mi? Gecikiyor, IŞİD saldırısını her gün yoğunlaştırıyor ve Mürşitpınar Sınır Kapısı bir hafta içerisinde IŞİD’in kontrolüne geçmek üzere. 50 metre bu taraftan 50 metre o taraftan IŞİD gelmiş durumda. İnsanlar da izliyorlar, savaş canlı yayında çıplak gözle izleniyor. Bir türlü temas kuramadılar.
6 Ekim akşamı olağanüstü MYK toplantımız vardı. Tek gündem Kobani değildi, başka gündemlerimiz de vardı. Fakat biz o toplantıyı sürdürürken Suruç sınırındaki arkadaşlarımız aradı.
Soru: Saat kaçta, kimler vardı?
Kimler vardı isim isim hatırlamıyorum, ama MYK’nın karar alma çoğunluğu vardı. Zaten resmi alınması gereken kararları deftere yazarız. Toplantı halindeyken Suruç’ta bulunan arkadaşlarımız bir MYK üyemizi aramış, demiş ki, Mürşitpınar Sınır Kapısı düşmek üzere, şimdi ne yapacağız?
Başbakan konvoyun Türkiye topraklarından geçmesini kabul etti, ama Mürşitpınar Sınır Kapısı düşerse o konvoyun artık geçme ihtimali de kalmayacak. Orada birkaç bin sivil kalmıştı, büyük bir çoğunluğu Türkiye tarafına alınmıştı. Onlar da bir kaç saat sonra katledilmiş olacaktı.
Ne yapacağımızı tartışırken dedim ki, ben Başbakan ile bir görüşeyim, durumun kritikliğini, vahametini anlatayım. Başka ne yapalım? Dedik ki, bakın şu kısmı çok önemli: Biz 6 gün önce hükümete teşekkür ettik, sürecin olumlu olduğunu belirttik ve hükümete bu konuda çalışmalarda yardımcı olacağımızı benim ağzımdan Başbakanlık önünde açıkladık. Fakat aradan 5-6 gün geçti, hiçbir gelişme olmadı. Bizim bir siyasi tutum göstermemiz lazım. Hükümeti eleştiren bir şey yapmamız lazım. Çünkü bir kaç saat sonra bir katliam olduğunda, binlerce insan katledildiğinde, bizim tabanımız başta olmak üzere insanlar diyecek ki, “oradaki katliamdan HDP de sorumludur. Çünkü HDP dedi ki, olumlu gelişmeler oluyor ve halkı rehavete sevk etti, hükümet de bir şey yapmadı, kandırıldık, IŞİD’liler de insanları katletti.” Bir siyasi tutum belirleyelim dedik.
Ne yapalım? Bir, acilen bir açıklama yayımlayalım, hem hükümeti protesto edelim, hem de IŞİD’e karşı insanların protesto hakkını kullanmasını isteyelim. Siyasi tutumumuzu şu saatte açıklayalım dedik. İki, Suruç’ta büyük bir miting organize edelim. İmkanlar nedir, araştıralım, koşullar var mı kalabalık ve kitlesel bir miting yapmak için, Urfa teşkilatlarımızla görüşelim, Urfa vekillerimizle görüşelim. İlgili arkadaşlar gerekirse gitsinler, sahada araştırsınlar. Bölgesel, büyük bir mitingle biz kamuoyunun tepkisini orada ifade edelim, olabildiğince kalabalık olsun. Dünyanın dikkatini sınırda büyük bir mitingle çekelim, valilikle, kaymakamlıkla görüşülsün, koşullar hazırlansın. Üç, Başbakan ile ben görüşeyim dedim.
Davutoğlu 6 Ekim akşamı neler söyledi?
Bunları konuştuk, bu arada özel kaleme, Başbakanlık ile telefonla bağlanması için bilgi vermiştim, özel kalem içeri girdi ve Başbakan hatta dedi. Ben toplantıdan çıktım. Toplantıya ara verdik, çıktım. Tam 11 veya 12 dakika, telefondan bakmıştım, Başbakan Ahmet Davutoğlu ile konuştum.
Önce şunu söyledi başlarken, “Bu konuşmayı kamuoyuna kapalı yapıyoruz.” “Tabii Sayın Başbakan, benim için problem değil” dedim. “Acil bir görüşme olduğu için toplantıdan çıktım” dedi hatta. “Selahattin Bey acil arıyor’ dediler, toplantıdan çıktım.” Şimdi burada açıklıyorum, yargı konusu olduğu için açıklıyorum. Yoksa öyle kamuoyuna kapalı görüşme ilkesel olarak kamuoyuna açıklanmaz.
12 dakika boyunca Başbakana durumu anlatmaya çalıştım. Tabii Ahmet Davutoğlu Hoca, öyle dinlemeyi çok seven, bilen biri değil. Daha çok konuşur. 12 dakikanın herhalde 3-4 dakikası ben konuştum, geri kalanında onu dinledim.
Bana verdiği mesaj şuydu, aşağı yukarı, mealen: “Aldınız mı boyunuzun ölçüsünü? Bizsiz ne yapabilirmişsiniz? İşte böyle bize muhtaç olursunuz. Ortadoğu’da bizsiz yaprak kımıldamaz. Kürtler bizsiz hareket ederse, başlarına bu gelir. Hadi bakalım şimdi ne yapıyorsunuz.” Mealen buydu.
İnanamadım. 6 gün önce konuştuğum Davutoğlu bu muydu, inanamadım. “Ya ne diyorsunuz Sayın Başbakan” dedim. “Biz ne konuştuk, nereden nereye geldik, siz 6 gündür ne tartıştınız kendi içinizde? O konvoyun oradan geçmesini beklerken, siz bana neler söylüyorsunuz?” “Böyle Selahattin Bey” dedi. “Yarın olsun, bir bakarız, yarın değerlendiririz” dedi. Dedim ki, “Basite alıyorsunuz. Bakın, insanlar sizden destek bekliyor. Ben çıktım, size teşekkür ettim. Destek olacağınızı açıkladınız. PYD Eşbaşkanı’nı çağırıp burada görüştünüz, bir uzlaşmaya vardınız. Yapmayın. Mesele çok kritik, bu kadar basite almayın. Lütfen bu akşam, boş bir kamyon bile olsa oraya gönderin, orada olacak şeylerin sorumluluğu çözüm sürecini berhava etmesin.”
Protesto hakkı anayasal bir haktır
Ahmet Davutoğlu, Ortadoğu fatihi edasıyla 'ne haliniz varsa görün' havasındaydı. Telefon görüşmesi bitti ve morali bozuk bir şekilde toplantıya geri döndüm, arkadaşlara anlattım. “Budur” dedim.
Arkadaşlar da dedi ki, “Biz de bu arada yazılı kısa bir açıklama yapmışız.” Davaya konu açıklama budur. Bir anayasal haktır, demokratik protesto hakkı. Bunun kullanılması konusunda, daha doğrusu hükümete siyasi olarak tavır koyduğumuz konusunda.
Çünkü çözüm sürecindeyiz, görüşme yürütüyoruz. Öyle kolay kolay, Hükümet ile çatışacak bir pozisyona girmemeye dikkat ediyoruz. Hükümet de bizimle ilişkilerde buna dikkat ediyor. Çözüm sürecini yürüten iki partiyiz.
Ama o gün, siyasi bir tavır açıklamamız gerekir düşüncesiyle o açıklama yapıldı. Öyle gösteriler olacak, insanlar sokağa çıkacak, provokasyonlu gösteriler olacak, beklenti de bu değildi.
Hakim: Yani siz o açıklamanın yapılmasından haberdar değilsiniz özetle. Böyle mi anlıyorum?
Demirtaş: Benim de içinde bulunduğum toplantıda alınmış bir karardır. Öyle haberdar değilim falan değil. Ben sadece açıklama basına geçilirken, yazıldığında Başbakan ile görüşme halindeydim diyorum. Sonuna kadar ben o açıklamanın meşruiyetinin, haklılığının arkasındayım.
Hakim: Basın açıklamasının yapılma kararı alınmıştı siz çıktığınızda?
Demirtaş: Tabii ki, tabii ki. Alınmıştı, hiçbir tereddüt yok o konuda. Başbakan ile görüşme öyle tamamlanınca, hızlı bir şekilde, örgütlenmeden sorumlu arkadaşımız Suruç mitingiyle ilgilensin, ben Diyarbakır’a geçiyorum, ben de özellikle Suruç’a yakın olacağım, yarın da büyük ihtimalle Suruç’a geçerim, ben de koşulları bir araştırayım diye görev dağılımı yaptık. Suruç mitingi gerçekleşirse ben konuşacaktım.
6 Ekim öncesi gazetelerde çıkan haberler: Hükümet PYD görüşmeleri
1 Ekim Çarşamba günü çıkmış basında bu haber, Milliyet gazetesi. Dolayısıyla [gazete olduğu için] bir gün önce olmuş bir şeyin haberi bu: Selahattin Demirtaş: Kobani’de halkların el ele verme günü. HDP Eşbaşkanı Demirtaş, Kobani’de PYD temsilcileriyle yaptığı görüşmenin ardından, "Orada insanlar kendi mallarını, namuslarını koruyorlar. Sadece sınır geçişini açıp geçişe izin verdik demek yeterli değil. Sahip çıkılmalı” dedi. PYD Eşbaşkanı’yla görüştü. “IŞİD tehdidine karşı Türkiye Hükümeti ve PYD’nin birlikte hareket etmesi hepimizin yararına olur, sürecin yararına olur” minvalinde açıklamalar yapmışım. 1 Ekim günü çıkmış basında, bir gün önce yapmışım.
3 Ekim günü. Gazetede yer almış bir haber: “Kobani kuşatması süreci sonlandırır”. Kim? Abdullah Öcalan. Bizim heyetimizin yaptığı görüşmenin bir sonucu olarak basında çıkmış. “Böyle kritik bir durum var, dolayısıyla Kobani sadece Suriye’nin bir meselesidir deyip geçmeyelim, önemseyelim.” Hükümete yapılmış bir çağrı olarak Posta gazetesinde yayımlandı.
4 Ekim. “Kobani üzerindeki IŞİD baskısı yoğunlaştı, kenti savunan güçler şehir merkezine çekildi, çember daralıyor” başlığı. “PYD Eşbaşkanı Salih Müslim: Katliama dakikalar var.”
Dosyada Amerika ziyaretiyle ilgili resmi programı da bulacaksınız. Hani diyorlar ya “Amerika’ya gitti, talimat aldı, kulağına bir şeyler fısıldadılar, geldi burada halkı sokağa döktü.” Benim Amerika’ya gidişim 7 günlük programdı, Davutoğlu’nun çağrısı, görüşme talebi üzerine ben geri döndüm, ne Amerika’sı? Düşünce kuruluşları konuşmamı yaptım, geri kalan bütün programlarımı da iptal edip sabah uçağıyla New York’tan geri döndüm.
1 Ekim’de Davutoğlu ile yaptığımız görüşmenin basına yansımış hali: Ahmet Davutoğlu ile Selahattin Demirtaş görüşmesi 1 saat 45 dakika sürdü. Demirtaş görüşmeden, hem Kobani hem çözüm süreci konusunda olumlu mesajlarla ayrıldığını söyledi. “Biz PYD ile temas kurmalarını hep arzu ediyoruz. Bir tehdit oluşturmadığını söyledik. Silah yardımı için koridor açılması konusunu PYD ile görüşmeleri gerektiğini söyledik. Bunu onlar da değerlendireceklerini ifade ettiler. Biz PYD ile temasa kapalı değiliz” dediler, bunu anladık.
(Demirtaş, Başbakan’ın kendisine, Kürtler arasındaki “Türkiye Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesini istiyor tartışmasını hayretle izliyorum” dediğini söyledi. Davutoğlu’nun kendisine, “Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesini kesinlikle istemiyoruz” dediğini aktardı. Türkiye’nin IŞİD’e ne askeri ne lojistik hiçbir şekilde destek vermediğini de bir kez daha dile getirdiğini belirtti. Kendilerinin ise bu durumda, IŞİD’e karşı hükümetin daha net bir tavır alması gerektiğini beklediklerini ifade etti.)
Pratik adım atılmalı demişim.
(Gazete haberini okuyor) Olumlu ve yapıcı bir görüşme oldu. Hükümet IŞİD’i terör örgütü olarak tanımlamıştı, ama bölgeden bertaraf edilmesi için yapılması gerekenler, muhalefet olarak bizim yapmamız gerekenler görüşmelere devam etmek. Sayın Başbakan’ın yaklaşımı olumludur. Umut ediyorum ki, şu günlerde oluşan negatif hava yerini pozitif bir havaya bırakır. Çünkü ortak bir barışı, eşitliği ve adaleti gerçekleştirmek istiyoruz. Bölge halkları ve bölge ülkelerine de barış sürecinin yaratacağı sinerjinin sirayet etmesini istiyoruz. Doğru bir siyaseti gerçekleştirmek için daha fazla diyalog içinde olmamız gerekir.
(Gazete haberini okuyor) Biz Hükümetin -yine o görüşme sonrası açıklama- endişelerini anlıyoruz. Bu endişeleri ortadan kaldırmamız lazım. Türkiye, kaygı duyduğu yapıya destek olamaz. Bu kaygıların giderilmesi lazım. Bunun yolu diyalogdur, temastır. Karşılıklı çıkarların ortaklaştırılmaya çalışılmasıdır. Bunlar yapılırsa Türkiye bölgeye dönük politikasında rahatlar. Bu güvensizlik ortamında “Türkiye PYD’ye yardım etsin” dediğimizde “Türkiye PKK’ye yardım etsin” gibi bir algı var. “Bugün PKK’ye yardım edilir, yarın ateşkes bozulur, o silahlar bize dönebilir” tartışması yapılıyor. Bunlar birbiriyle bağlantılı. Çözüm süreci sağlıklı ilerleyecek ki, güven ortamı oluşsun, tehdit algısı ortadan kalksın.
Başbakan ile görüşme sonrası yaptığım açıklamalardır bunlar.
Yalçın Akdoğan’ın görüşme sonrası yaptığı açıklamalar: Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Selahattin Demirtaş’ın yaptığı görüşmenin çok samimi geçtiğini belirterek, gerilimin düşürülmesi açısından önemli bir görüşmeydi. Estirilen rüzgar, algılar, yapılan açıklamalar arasında makas çok açılmıştı. “Görüşme iyi oldu” diyor.
(Gazete kupürü okuyor) 4 Ekim: PYD lideri Salih Müslim Türkiye’de. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Ahmet Davutoğlu arasındaki görüşmeden sonra PYD lideri Salih Müslim Türkiye’ye geldi görüşmeler yaptı.
(Gazete kupürü okuyor) Davutoğlu: “Salih Müslim’e net teklifimizi yaptık. Dedik ki, Türkiye’de artık çözüm süreci var, size farklı bakıyoruz. Ancak sizin de rejimle işbirliğini kesmeniz, Suriye Ulusal Koalisyonu’na katılmanız, diğer Kürt gruplarla birlikte hareket etmeniz lazım dedik” diyor Davutoğlu.
Bunların hepsi peş peşe, aynı günlerde gerçekleşen açıklamalar.
(Gazete kupürü okuyor) Davutoğlu’nun açıklaması: “Salih Müslim’in Türkiye’ye gelişi haklı olarak bir ilgi çekti. Ama daha önce de ifade etmiştim, tam iki üç ay içerisinde Türkiye’de çözüm sürecinin devreye girmesine paralel olarak Suriye’deki bütün Kürt kesimlerle de yoğun temaslarımız sürmüştü. Bu temaslar kayboldu. Mayıs ve Haziran aylarında da yetkili arkadaşlar görüşmeler yapmıştı. Son olarak, Resulayn’da olan gelişmeler söz konusu olmasaydı da bu görüşmeler gerçekleşecekti.”
PYD liderleri daha sonra, Kobani olaylarından 1 yıl sonra da Türkiye’ye geldiler. Türkiye üzerinden Avrupa’ya gittiler. Hatta Türkiye’de, parlamentoda grup toplantımıza katıldılar. Türkiye’de, Atatürk ve Esenboğa havalimanlarını kullanarak Fransa’ya gittiler. Bunların hepsi, 6-8 Ekim olaylarından sonra yaşanmış gelişmelerdir.
Burada göreceksiniz, [fotoğraf gösteriyor] Meclis grup toplantımız Parlamento çatısı altında. Benimle İdris Baluken’in arasına oturan PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah. Parlamentoya girdi, basının sorularını cevapladı.
Yani demek istediğim, o dönemki siyasi atmosfer, siyasi ilişkiler bambaşka bir havadaydı. Türkiye’de çözüm sürecinin etkisi; yargıda, idarede, toplumda, basında yarattığı algı bambaşkaydı. Bizler gerçekten, 100 yıllık özlem olan bir barışın gerçekleşebileceğine gönülden inanıyorduk.
(Gazete kupürü gösteriyor) Asya Abdullah’ın Nusaybin’de sınır kapısından geçişi. Bakın, etraftakiler Türk askerleri, sınırı koruyan askerler. Kendi pasaportuyla, sınırdan yürüyerek giriş yaptı.
(Gazete kupürü gösteriyor) Asya Abdullah’ın Diyarbakır mitingindeki konuşması. Sahneye çıkmış, konuşma yapıyor. Bildirilmiş önceden, Asya Abdullah’ın konuşma yapacağı.
(Gazete kupürü okuyor) 5 Ekim: PYD silah akışı için Türkiye’den izin istiyor. - Salih Müslim’in açıklaması. - Kendileri görüşme yapmışlar, sonrasında Türkiye’den silah akışı için, koridor için izin istediklerini belirtmişler. Kendileri açıklamışlar.
(Gazete kupürü okuyor) Müslim Türkiye’den yardım istedi; Karar gazetesi.
(Gazete kupürü okuyor) PYD ile işbirliği arayışı; Cumhuriyet gazetesi. Çok sayıda haber var, atlayarak geçiyorum.
HDP Genel Merkez tweet'i öncesindeki gelişmeler
Şimdi, bizim avukat arkadaşlarımız talep etmişti. Bizim Genel Merkezimiz o açıklamayı saat 20:20 gibi yapmış, ilk twit kayda geçmiş. Birinde de 21:51 olarak kayda geçmiş. Yani saat 20.00-21.00 suları. O saatte Türkiye’de, daha doğrusu 25 gündür Türkiye’nin her yerinde devam eden protestolar vardı.
Zaman zaman gerilimler oluyordu, ama hiçbir şiddet eylemi yoktu. Yakma, yıkma, öldürme, yaralama hiçbir şey yoktu.
O saatte de bakın, saat 18:30’da, 6 Ekim, MYK’mız çağrı yapmadan önce Emek Portal, emek.org. tr adresinden, “Zeytinburnu halkı Kobani için ayağa kalktı, yürüyüş sloganlarla devam ediyor.” En küçük bir olay yok.
Bir başka gazetecinin tweet'i, saat 17:07. Yani biz açıklama yapmadan 2 saat önce. “An itibariyle Bismil’de yürüyüş başladı”. Hiçbir olay yok. Hepsini yazıp isteyebilirsiniz.
Saat 18:08. Bizim açıklamamızdan 2 saat önce. “Avcılar’da yürüyüş başladı.” Görüntüleri de var. Hiçbir olay yok. Hiçbir taşkınlık, şiddet eylemi yok.
Emekçi Hareket Partisi, EHP: Beşiktaş’ta sloganlarla yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Saat 17:30.
DHF, Eskişehir. (Demokratik Haklar Federasyonu): Kobani için Espark önünden Adalar Migros önüne yürüyüş gerçekleştiriliyor, duyarlı tüm dostları bekliyoruz. Saat 16:41.
Sarıgazi Halkevi, saat 16:47. Bizden 2 saat önce: Sarıgazi halkı Kobani için sokakta. Yürüyüş Vatan İlköğretim Okulu önünden başladı. En küçük bir şiddet eylemi yok.
Bahçelievler Halkevi: Kartal’da yürüyüş başladı. Saat 18:29
Yarın Haber: Eskişehir’de “AKP koruyor, IŞİD vuruyor” sloganlarıyla yürüyüş devam ediyor. Saat 18:35. En küçük bir şiddet eylemi yok.
siyasi.haber.org: An itibariyle Adıyaman’da Kobani ile dayanışma yürüyüşü başladı. Saat 19:41. Hiçbir şiddet eylemi yok.
Jiyanın Sesi, saat 18:10: Kocamustafapaşa’dan Kobani için Aksaray üzerinden Taksim’e yürüyüş başladı.
“Batman’da kitlesel yürüyüş başladı. Diyarbakır Caddesi dört koldan Yılmaz Güney caddesine kadar yürüyorlar.” Saat 18:31 tek bir taşkınlık, şiddet eylemi yok.
“Mahallelerden çarşıya doğru yürüyüş başladı.” Neresiymiş bu, Van. Saat 16:28. Tek bir şiddet eylemi, taşkınlık yok.
Saat 14:35 “Biraz önce Kobani için yaptığımız yürüyüş bitti. Herkese teşekkürler”. Cıvan Çelik isimli bir gazeteci.
Erdoğan “Kobani düştü düşecek” diyene kadar tek bir ölüm yok
Bakın, biz çağrı yaptığımız saatte Türkiye’nin birçok yerinde irili ufaklı yürüyüşler yapılıyordu zaten, tablo net anlaşılıyor. En küçük bir şiddet eylemi yok. Yaralama yok, öldürme yok, talan yok, hiçbir şey yok. Polis müdahalesi de yok.
Ertesi gün, 7 Ekim öğlen saatlerine kadar, aslında o gece yapılan yürüyüşlerden sonra ortalık duruldu. Sabah öyle çok yoğun bir gösteri falan olmadı. Küçük gösteriler oldu, 7 Ekim günü.
7 Ekim günü, Muş Varto ilçesinde öğlen saatlerinde, 14:30 gibi, bir haber basına düştü; “Bir kişi, polisin açtığı ateş sonucunda hayatını yitirdi”. 25 yaşında, Hakan Buksur. Kobani olaylarının ilk şiddet eylemidir. Katledildi.
Biz açıklama yapmışız, aradan neredeyse bir güne yakın bir zaman geçmiş, hiçbir şiddet olayı yok. Gösteriler de durulmuş neredeyse. Fakat bakın aynı saatte, biri daha açıklama yapıyor. Ayın 7’si, yine 14 suları. Gaziantep’te, mülteci kampında konuşma yapıyor. Diyor ki “Kobani düştü düşecek.” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.
Kobani olayları eğer ille de bir şeyle bağlantılandırılacaksa savcılar, “HDP’liler bilmeliydi, bilmeleri gerekiyordu, hatta biliyorlardı bunların olacağını” diyeceklerine, “onların açıklaması provoke etti” diyeceklerine, yürekleri yetiyorsa “bu açıklama provoke etti” desinler. Şu açıklama yapılana kadar tek bir ölüm olayı yoktur, tek bir. Mahkemeniz Türkiye’nin her yerine yazsın, 40 klasör dosya var, inceleyin tek tek. Tek bir ölüm, yaralama olayı yoktur, partimin açıklamasından sonra. Şu açıklamaya kadar; “Kobani düştü düşecek.”
Aynı saatte Varto’da, polis silahıyla 25 yaşında bir genç katlediliyor. Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla bağlantılıdır demiyorum. Altındaki provokasyonları anlatmak için bunları söylüyorum. Cumhurbaşkanı bunları istedi falan da demiyorum. Yanlış anlaşılmasın, öyle savcının yaptığı gibi, savcı benim üstüme atsın, ben de onun üstüne atayım değil. Ama ortada bir toplumsal infial varsa onu yaratan bu açıklamadır. Bizim açıklamamız değildir.
6-8 Ekim HDP’nin MYK açıklaması bir gün boyunca tek bir şiddet eylemine yol açmamıştır. Şu açıklama ile birlikte şiddet başlamıştır. Çünkü anlaşılıyor ki, pusuda bekleyenler zaten varmış. Bu ölüm olayı duyulur duyulmaz birçok yerde gösteriler başladı. Bakın, bizim çağrımızın etkisi bitmiş artık.
Araştırın. Vicdani, ahlaki bir perspektifle, bir hukukçu gözüyle bakın göreceksiniz. Bizim açıklamamızın etkisi bitmiş. Biz Suruç mitingine yoğunlaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Antep’te mülteci kampını ziyaret edip orada mitingvari bir şey yapmış. Biz de Suruç’ta yapmak istiyoruz.
Açıklamamızın etkisi sönümlenmiş, yürüyen yürümüş o akşam ve sabah da birkaç yerde. Bitmiş yani. Cumhurbaşkanı çıkmış bir açıklama yapmış ve o saate kadar pusuda bekleyen kim varsa - ki hepsi sonrada ortaya çıktı da - açıklamadan sonra bir şekilde ortaya çıktı.
Parlamentoyu bombalayanlar 6-8 Ekim’de insanları mı öldürmeyecek
Mesela Varto’da 25 yaşındaki arkadaşımızı öldüren kimdi? Hala belli olmuş değil. 6-8 Ekim’i tetikleyen ölümü kim yaptı, kimin silahından çıktı, hangi polis onu yaptı? Halen bulabilmiş değil Varto Cumhuriyet Başsavcılığı. Demirtaş’ın, HDP’nin üstüne atmak daha kolay. Onunla ilgili soruşturma faili meçhul olarak duruyor. Görgü tanıkları var, polisin bulunduğu yerden ateş ediliyor.
Demokratik özerklik, hendek, barikat meselelerinde de uzun uzun değineceğim. Hani diyorlardı ya “güvenlik görevlileri sivil mi öldürür?” Öldürür, öldürmez 15 Temmuz’da gördük. Kimdirler bunlar, gördük. Parlamentoyu bombaladılar, Kızılay’ı bombaladılar, köprüyü bombaladılar. Bu insanlar Varto’da HDP’li 25 yaşında bir genci mi öldürmeyecek? Yani çözüm süreciyle ilgili ciddi bir toparlama süreci içerisine girmek için uğraşırken, Kobani ile ilgili bir miting yapmaya hazırlanırken, birdenbire güvenlik güçleri içinden ateş ediliyor ve ortalık bir anda barut fıçısına dönüyor. Birkaç saat sonra Batman’da HÜDAPAR binası basılıyor, bilmem hangi ilçede HDP binası basılıyor. Biri HÜDAPAR binasına ateş açıyor, öbür tarafta biri HDP binasına ateş açıyor. Bakın, dosyalar iyi incelenirse saatlerinin bile birbirine yakın olduğu görülecek.
Çok sayıda HDP’li, kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından katlediliyor. 6 veya 7 HÜDAPAR’lı kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından katlediliyor, vahşice. Yasin Börü ve arkadaşları öyle. Antep’teki arkadaşımız öyle, İzmir’deki arkadaşlarımız öyle. Linç edilerek öldürülüyorlar. Bakın birbirine misilleme değil, birbirine yakın saatlerde. Vahşetle, taşla kafasını ezerek, görüntülerini çekiyorlar, sosyal medyaya atıyorlar. Ellerinde palalar, Antep’te yakaladıkları kişileri tekme tokat öldürüyorlar. Orada bırakıyorlar. Birileri de onu çekiyor ve onu sosyal medyaya atıyorlar. Aynı saatte İzmir’de, aynı saatte Diyarbakır’da dördü HÜDAPAR’lı, üçü Antep’te ve biri İzmir’de HDP’li.
Bir siyasi iktidar ya da Parlamento üyeleri, siyasetçiler, bütün olup bitenler yaşandıktan sonra serinkanlı olmak zorundalar tabii. Ne olup bittiğini kapsamlı bir şekilde değerlendirmek, hem hesabını vermek hem de kendi hesabını yapmak zorundadırlar.
Tüm bu olaylar devam ederken, 7 Ekim öğleden sonra başladı, akşam yoğunlaştı, 8 Ekim’de de öğlene kadar yoğun devam etti, bu süre zarfında biz ne yaptık?
Örgütlenmeden sorumlu eş genel başkan yardımcımız Ali Ürküt, ben ve Figen Hanım koordinesinde saatlerce il ve ilçe teşkilatlarımızla görüşme yaptık; “Aman aman, bütün şiddet olaylarını durdurmak için elinizden ne geliyorsa yapın.” Hepsinin tanığı var, dinleteceğim burada, bir kısmı dışarıda bekliyor. Tek tek il ve ilçe teşkilatlarımız arandı. “Provokasyonlara gelmeyin. Bu tür yağma, öldürme, şiddet nerede varsa önüne geçmeye çalışın. Bizle alakalı değildir, kesinlikle bu büyük bir provokasyondur.”
Provokasyonları durdurmak için İçişleri Bakanı ile koordine olduk
Aynı saatlerde, Sırrı Süreyya Önder arkadaşımı Ankara’da, bu çalışmalar kapsamında bizatihi görevlendirmiştim, Ankara’da hükümet ile temasta. Neredeyse saat başı, İçişleri Bakanı Efkan Ala ile telefonda görüşüyordu. Nerede provokasyon varsa biz il-ilçe teşkilatlarımızı seferber ediyorduk; İçişleri Bakanı, oradaki güvenlik güçlerini seferber ediyordu. Efkan Ala’yı da çağırmanız lazım. “Bizim kontrol edemediğimiz güvenlik güçleri var” diyordu Efkan Ala. “Ama bu provokasyonu başka türlü, el ele vermezsek engelleyemeyiz.”
Ben de, doğrudan görüşmüyordum Efkan Bey ile, Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla görüşüyorduk. Katılıyorum, büyük bir provokasyon var, koordineli olalım, el ele olalım, bilgi akışı sürekli olsun aramızda diyordum. Nasıl durdurabiliyorsak hızlı bir şekilde, her yerde elimizden geleni yapalım.
Yarım saatte, 15 dakikada, en geç iki saatte bir Bakanla telefon trafiği kuruluyor. Şurada şu patladı, burada bu oldu, burayı siz halledin, burayı biz halledelim. Çözüm sürecini yürüten heyettedir Efkan Ala, aynı zamanda İçişleri Bakanı olarak. 8 Ekim akşamını çıkardıktan sonra evet tablo ağırdı, tam tablo önümüzde yoktu. Vahametin, vahşetin ne kadar büyük olduğu o akşam tam olarak görünmüyordu, ama takip edebildiğimiz kadarıyla onlarca kişi katledilmiş, bir sürü iş yeri yağmalanmış, yakılmış, yıkılmış ve ne olacağı da belli değil. Güvenlik güçlerinin kontrolünün dışına çıkmış.
Biz de parti teşkilatlarını uyarıyoruz: Bütün şiddet olayları nerede varsa, halkın önüne geçin; bir grup bir yeri taşlıyorsa önüne geçin. Bu şekilde fiilen durdurmaya çalışıyoruz. Efkan Ala bunların hepsinin tanığıdır, şahididir. Ve kendisi de şu tedirginlik içerisindedir: Güvenlik güçlerinin içinde bir grup kontrol dışına çıktı. Bir CD var, arkadaşlarım verecekler, önce siz izleyin, ben burada izlenilmesini istiyorum. Birkaç saniyelik bir görüntü. 6-8 Ekim’de, Van’da bir polis panzerinin neler yaptığını gösteriyor. Siz önce izleyin, uygun görüyorsanız buradan da izlenilmesi istiyorum. Herkesin tanık olmasını istiyorum.
Hakim: Dosyaya delil olarak sunuldu, daha sonra bakarız. Buyurun, devam edin.
Demirtaş: Hayır, ben burada özellikle izlenmesini istiyorum. Çok kısa. Panzer, caddedeki araçları ite ite alevlerin içine atıyor. Araçlar patlasın diye, yangın büyüsün diye. fotoğrafları var bakın. Yukarıdan çekim yapmışlar, şurada bir araç yanıyor, panzer buradaki minibüsü ite ite şu yangının içine atıyor. Patlamasını sağlıyor, minibüsün yanmasını sağlıyor. Polis panzeri bu, kameraya takılan bir örnek.
Şimdi biz, 7 Ekim öğleden sonra bunun farkına vardık. İçişleri Bakanı ile koordine halinde, bütün şiddet eylemlerini durduracak, provokasyonları durduracak tedbirleri almaya çalıştık. Tam bir koordinasyon halinde. İçişleri Balanı Efkan Ala gelsin, şurada anlatsın. Kendisi dürüst bir insandır tanıdığım kadarıyla, herhalde hiçbirini inkar etmez.
Efkan Ala, Öcalan’dan mesaj gelmesini önerdi
8 Ekim akşamı, yani ağır bir tablo orta çıkmış olmasına rağmen, önemli ölçüde durdurabileceğimizi düşünüyorduk. Fakat, İçişleri Bakanı Sırrı Bey’e çok tedirgin olduklarını, işin içinde bir değil birden fazla istihbarat örgütü olabileceğini, dolayısıyla ne yapıp edip 9 Ekim günü olayların devam etmeyeceği şekilde tedbir almayı düşündüklerini söylüyor. Bu çerçevede kendilerinin önerisi olarak İmralı’dan Abdullah Öcalan’dan bir mesaj getirirsek siz bunu okur musunuz diyor. Çünkü bu mesaj okunduktan sonra provokatörler kolay kolay halkı tahrik edemezler. İki gündür çaba sarf ediyoruz, fakat böyle bir şey etkili olur diyor. Biz hükümet olarak bunu düşündük, siz ne diyorsunuz?
Sırrı Bey beni aradı. Dedim ki etkili olur, doğrudur. Ben de okurum. Sayın Bakana söyleyin, kendileri mesaj getirirse ben de basın toplantısında bunu okurum.
Tamam dediler, İmralı’ya kendi heyetlerini gönderdiler, Abdullah Öcalan’ın kendi el yazısıyla kısa bir metin getirdiler Ankara’ya, helikopterle. Sırrı Süreyya Önder, telefonla fotoğrafını çekip bana gönderdi. O kadar acele açıklama yapmamız lazım ki, hani metnin orijinali Diyarbakır’a geç gelir, fotoğraf yeterli dedim.
Bakın Sayın Başkan, Diyarbakır’da o gün öylesine bir koşturmaca var; basın açıklamasını yazıyorum, bir yandan hükümetle koordineyi takip ediyorum, bir yandan il-ilçe teşkilatlarımızla koordineyi takip ediyorum. Açıklamayı da bizzat kendim kaleme aldım, büyük bir kısmını da spontane yaptım. DTK’nin Konukevi binasında yaptık basın toplantısını. Koşturarak binaya çıktım, bir an önce açıklamayı yapalım. 100 kişilik bir sandalye kapasitesi var, en az 300 kişi var içeride, herkes bu açıklamayı bekliyor. 50’ye yakın kamera var. Herkes bu açıklamaya odaklanmış.
Ben, parti binasından koşturarak makam aracıyla DTK’ye girdim, koşturarak merdivenleri çıktım ve herkes beni bekliyor, basın toplantısı odasına girdim. Bunları niye anlatıyorum, özellikle belirteceğim. Basın toplantısı odasında nefes alamıyorsunuz, o kadar sıcak. Ben terden boğulmak üzereyim, arkadaşlar dedi bir nefes al, ben dedim hayır bir an önce bu açıklamayı yapalım.
Sonradan hükümet sözcüleri diyor ya, “Suçunu bildiği için terleye terleye nasıl da açıklama yaptı.”
Bre vicdansızlar, bu açıklamayı yetiştirebilmek için bir gün önce sizlerle çaba sarf ettik ya. Utanmıyor musunuz? Demirtaş orada suçlu olduğu için mi terledi? O açıklamayı yetiştirmek için fiilen koşuyordu.
Fiilen koşuyordum, fiilen. Öyle koşuşturmaca derken, fiilen koşuyordum, korumalarım da etrafımda koşuyordu. Öyle girdim ben basın toplantısı salonuna ve Öcalan’ın çağrısını okuduk. Bütün eş başkanlar yanımdaydı, onlar da kendi fikirlerini söylediler. Derhal durmalı dediler provokasyonlar. Gösteriler durmalı, şiddet eylemi yapan bizden değildir, provokatördür.
8 Ekim’de olaylar gelişince, Bakanlık’la kurduğumuz anlayış gereğince, İmralı’dan o akşam yetiştirseydiler o akşam, 8 Ekim’de yapacaktık, fakat 9 Ekim sabahı yetişti, 9 Ekim’de yaptık. Neredeyse yüzde 99 durdu. Çünkü 9 Ekim için hepimiz çok tedirgindik.
Açıklamadan sonra, hem yaygın medyadan hem sosyal medyadan biz de Bakanlık da takip etmeye başladı. Haberleştik Sırrı Bey üzerinden. Sahada durum nasıl, gelen bilgiler? Dediler ki, önemli ölçüde durmuş, yüzde 99’a yakın bize gelen bilgiler de öyle teşkilatlarımızdan, etkili olmuş o açıklama, oh dedik rahat bir nefes aldık.
Olaylar duruldu, Bingöl provokasyonu oldu
Akşam saatlerinde, hava kararmıştı, ama saatini tam hatırlayamadım, tanıklara sorarsak hatırlayacaklardır. Sırrı Süreyya Önder beni aradı. Büyük bir telaş ve panik hali, öfkeli, “Bingöl Emniyet Müdürü’nü vurmuşlar” dedi. Bakın, büyük bir çaba sarf etmişsiz. En son İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın açıklaması gelmiş, onu da okumuşuz, nefes almışız, durdu Ya Rabbi çok şükür demişiz, akşam saatlerinde Bingöl Emniyet Müdürü’ne suikast haberi geldi. Yanındaki üç polis memuru katledilmiş, kendisi de yaralı.
Provokasyon o kadar büyük ki. İçişleri Bakanı, hükümet, Başbakan, Cumhurbaşkanı o sırada kendi aralarında değerlendiriyorlar. Yani bu provokatörler vazgeçmeyecek, biz bütün bu olayları durdurmamıza rağmen, demek ki birileri ille de bu kanı dökeceğim kardeşim diyor.
Sırrı Bey dedi ki, “Efkan Ala beni aradı”, daha basına düşmemiş, Sırrı Bey bana bilgi verdi. Ne yapabiliriz dedim. Dedi ki, Efkan Ala bizden şunu istiyor; o sırada bizim Kandil ile görüşmelerimiz var, heyetlerimiz gidiyor geliyor; fakat acil, çok acil durumlarda kullandığımız bir iletişim mekanizmamız var. Suriye’de, Erbil’de güvendiğimiz bir siyasetçi üzerinden. Acil bir durum olursa çözüm süreci kapsamında, biz kendilerine haber gönderebiliriz, onlar da Ankara’ya haber gönderebilirler.
İki defa kullandık o mekanizmayı çözüm süreci boyunca; biri 6-8 Ekim olaylarında, diğeri de hendek- barikat sürecinde, yeri geldiğinde anlatacağım.
Efkan Ala Kandil ile görüşmemizi istedi
“Efkan Ala bizden şunu istiyor” dedi; Kandil’den çok hızlı teyit alabilir misiniz, Bingöl Emniyet Müdürü’ne saldırı eylemi onların mıdır? Merkezi bir karar mıdır, ateşkesi bozdular mı? Bu bizim için çok önemli. Beyefendi de Bakanlar Kurulu’nda değerlendirme halinde. Eğer ateşkesi bozdularsa süreci bitirdilerse, biz buna göre bir tavır alacağız. Yok, bu eylem onların değil başka bir şeyse tavrımızı buna göre alacağız, ama çok hızlı öğrenmemiz lazım.
Bu gece yarısı ne yapacağız, ne edeceğiz, saat 9-10 olmuş. Dedim ki, o mekanizmayı kullanalım. Aradık Erbil’deki arkadaşı. Dediler ki, çok zor Kandil’e ulaşmamız ve size geri dönmemiz. Dedim ki, çok çok önemli. Hükümet bu haberi bekliyor. Biz provokasyonları durdurmuşken bunlar yaşandı, dünya izliyor. Sağ olsun, oradaki arkadaşımız da durumun ciddiyetini anladı. Kürdistanlı bir siyasetçidir. Yani öyle kimliğini şey yapmak istemiyorum, ama oralı bir siyasetçidir kendisi.
Tahminen bir saat veya bir buçuk saat geçti, telefon üzeri ulaşmış. Bana verdiği bilgi şuydu, ben de Sırrı Süreyya arkadaşımıza anlattım, kendisi Efkan Ala’ya doğrudan aktardı: “Bingöl’deki saldırı yüzde 100 bizimle bağlantılı değildir. Bizim eylemimiz değildir. Çözüm sürecini bitirmeye yönelik bir provokasyondur. Ateşkesi bozmuş değiliz. Çözüm sürecinin arkasındayız.”
Cümle cümle, gelen sözlü mesaj buydu. Aynı kelimelerle aktardım, kendisi de Efkan Ala’ya aktardı. Sırrı Süreyya Önder’in anlatımı, diyor ki, “Başkan, ben Efkan Bey’e aktardığımda bir oh çekti, dedi ki, öbür türlü olsaydı hiç içinden çıkamazdık.” Bir taraftan provokasyon var, bir taraftan da PKK eylemlerine yeniden başladı. Bu, durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirirdi.
Davutoğlu “İntikam alındı” açıklaması yaptı, çok tuhaf
Çok geçmedi, biz bu taraftan Efkan Bey ile Sırrı Süreyya Önder ile yürütüyoruz, çok zaman geçmedi, Başbakan Davutoğlu çıktı bir açıklama yaptı; “Emniyet Müdürümüzün ve şehit arkadaşlarımızın intikamı alındı, 4 PKK’li teröristi Bingöl çıkışında öldürdük.”
(Gazete kupürü okuyor) Davutoğlu’nun açıklaması.
Ya biraz önce siz bize sordunuz, biz böyle dedik, böyle teyit geldi, bu nasıl olur, kimdir bunlar? Keşke Bingöl’deki dosyayı isteseniz. Dört kişi orada infaz edildi, bir kişi sağ kurtuldu, sağ kurtulan kişinin verdiği bilgiler, polis tutanakları ve savcının soruşturmayı derinleştirmesinden sonra ortaya çıktı ki, bu insanlar Bingöl şehir merkezine girmemişler bile. Erzurum’dan yola çıkmış bir araç, Bingöl şehir kenarından Diyarbakır’a giden bir araç. Şüpheli hareket ettiler diye tak tak tak dört kişi öldürülmüş, bir kişi tesadüfen sağ kurtulmuş. Onunla ilgili haberler var, okuyacağım. Savcı ve hakim o kadar muzdarip ki soruşturmadan, “niye istediğimiz evraklar gelmiyor” diye. Halen istiyorlar.
O kişi gözaltına alındı, tutuklandı, tensip ile birlikte tahliye edildi, öldürülen dört kişinin infaz edildikleri ortaya çıktı, PKK’li olmadıkları ortaya çıktı. Ama Davutoğlu “Anında intikamını aldık” diye açıklama yaptı ve arkasında durdu. Çok ilginçtir. Çok tuhaf.
Daha bir kaç saat önce temas kurulmuş, PKK bunu demiş, siz de demişsiniz ki, “Oh, iyi. Ateşkes bozulmadıysa devam çözüm sürecine” vs. İki saat sonra, “Dört kişiyi öldürdük, intikamını aldık” diye açıklama yapıyorsunuz. Bunu Davutoğlu yapıyor. İçişleri Bakanı bundan rahatsız. Açık söyleyeyim, Davutoğlu’nun o açıklamasından rahatsız, çünkü şüpheli bir olay olduğu daha ilk baştan belliydi.
Sonra da ortaya çıktı. Bütün detaylarıyla, yazışmalarını bir görseniz feryat figan ediyor yargı mensupları, Emniyet bu olayı örtbas ediyor diye. Velhasıl, 6-8 Ekim olayının son kayıpları Bingöl’de katledilen polisler ve Emniyet Müdürü’ydü. El birliğiyle önlemiş olduk.
11 Ekim’deki Erdoğan açıklamasına kadar bize yönelik bir suçlama yok
Peki, o saate kadar, o dakikaya kadar ayın 9’u, ayın 10’u, bize yönelik, bana yönelik hiç kimseden bir suçlama var mı? Yok. Mesela Cumhurbaşkanı ayın 6’sında bir açıklama yaptıktan bir gün sonra, 7’sinde Antep’te konuşuyor, “Kobani düştü düşecek” diyor, ama bizim açıklamamıza ne bir atıf var ne bir suçlama var. Çünkü açıklama amacına ulaşmış, bitmiş. O gün ve sabahı yürüyüşler yapılmış bitmiş, memlekette gösteri de yok. Bir şey yok. Olsa Cumhurbaşkanı orada söyleyecek.
Ayın 8’inde bizi suçlayan yok, çünkü gece gündüz temastayız. 9’unda bizi suçlayan yok. Bırakın suçlamayı, beraber hareket ediyoruz. İmralı’dan not getiriyoruz, birlikte okuyoruz, koordine ediyoruz, şiddeti durdurmaya çalışıyoruz, suçlayan yok. Ayın 10’u oluyor suçlayan yok.
Ayın 11’inde pattadanak bir açıklama yapılıyor. “Demirtaş’ın açıklamasıyla sokağa dökülen halk 54 kişiyi katletti. Katil Demirtaş.” Birazdan okuyacağım, nereden başladığını göreceksiniz. İlk gün, iki gün, üç gün köşe yazıları, manşetler. Yani ilk günler dedim ki, herhalde bunlar böyle bütün bu olup bitenlerin gazını almak için bir nevi bir günah keçisi, öyle birkaç şey yapacaklar, çözüm sürecidir, sineye çekelim dedik.
Tam 48 gün sürdü, 48 gün. Hepsi arşivdedir burada. 48 gün, 763 tane makale benim ismimle yazıldı, “Katil Demirtaş.” Sabah, Yeni Şafak, Takvim, Akşam, bilmem ne. “Katil Demirtaş.” “Demirtaş’ın çağrısıyla sokağa çıkanlar.” “Demirtaş Yasin Börü’nün katili.”
Bunları öyle bir defada okuyunca da algı oluşmuyor. 48 gün kesintisiz sürdü. Sonra da kesintili devam etti, halen de ediyor. Son açıklamayı üç gün önce yaptılar, onu da okuyacağım size.
Peki, neden “Katil Demirtaş, sorumlu HDP?” Biraz önce dedim ya, durup dururken FETÖ bize niye kumpas yapsın? Bizim derdimiz ne, bunlarla alıp veremediğimiz ne? Çözüm sürecini bozmak istiyorlar, Türkiye’yi içten karıştırmak istiyorlar, uluslararası bağlantılarla kumpas kurmaları anlaşılır.
Peki AKP’nin derdi ne? AKP’nin derdi şu; bu tarihten iki ay önce Cumhurbaşkanı adayıyım ben. Ağustos seçimlerinde Cumhurbaşkanı adayıyım. Recep Tayyip Erdoğan’ın rakibiyim. Biraz daha oy alsam ikinci tura kalacak. Geçen celsede anlattım, Cumhurbaşkanı adayı olmayayım diye envai çeşit baskı uyguladılar. Kampanya yürütmeyeyim diye baskı uyguladılar. İşte tam bir fırsat geçti ellerine.
6-8 Ekim provokasyonlarının gerçek nedenini araştırmak yerine, “kimlerdi bunları yapanlar, niye yaptılar”, bütün bunları ortaya çıkarmak yerine ucuz “siyasetten” de karlı bir formül buldular. “Katil Demirtaş, sorumlu HDP.” Çünkü niye, işte Demirtaş kamuoyunda tanınan, yükselen, destek gören bir siyasetçiye dönüştü. Onu şu anda bitirmenin tam sırasıdır. Bir merkezden verilen talimatla günlerce aleyhimde kampanya yürütüldü. İki aya yakın, 48 gün sürdü, arşivini tuttum onun için biliyorum.
Hiç kimse de çıkıp “ya arkadaşım Demirtaş’ın çağrısı nerede?” demedi. “Demirtaş’ın yaptığı çağrıyla, Demirtaş’ın yaptığı çağrıyla”. Bakın HDP MYK’nın twitiyle bile demiyorlar artık. “Demirtaş’ın çağrısıyla”, o yüzden size soruyorum, dosyanızda var mı Demirtaş’ın yaptığı çağrı? Sokağa çağırdı, çıkın birbirinizi asın, kesin dedi. Dedi ya dedi, sokağa çağırdı.
“Demirtaş sokağa çağırıyor” çağrısı niye önemliydi, siyaseten beni yıpratmak için. Siyaseten, bir sonraki seçime parti olarak girmeye hazırlanan HDP’yi baraj altında bırakmak, başkanlık heveslerini gerçekleştirmek için. Siyasi amaç bu, aklıma başka bir şey gelmiyor. Nasıl bu kadar ucuz bir şeye düştüler hala anlayamıyorum. 15 Temmuz’a giden yol orada açıldı, orada. O alçaklar orada önce insanlarımızı katlettiler. Orada önce çözüm sürecini bitirmeye çalıştılar. Sen bunun üstüne gideceğine, gerçekleri araştıracağına ucuz bir yol buldun; “Katil Demirtaş, sorumlu HDP.”
"6-8 Ekim araştırılsın" dedik AKP reddetti
Biz ne yaptık, durmadık. Milletvekili arkadaşlarım, Meclis Grubum defalarca parlamentoda araştırma, soru önergeleri verdik.
10 Ekim 2014, olaylardan bir gün sonra. 6-7-8 Ekim, 10’unda Altan Tan arkadaşımız İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın cevaplaması talebiyle “bu provokasyonları kim yaptı”… Soru önergelerinin hepsi burada. Tek tek uzun uzun okumak istemiyorum. Altan Bey’in imzasıyla burada. “Diyarbakır’da bugüne kadar birçok kez protesto eylemleri olmasına rağmen 34 yıldır uygulanmayan sokağa çıkma yasağına tekrar başvurulmasına gerekçe nedir? 23 kişinin ölümüyle sonuçlanan eylemler ile ilgili provokasyonların yapıldığı açıktır. Bu olayla ilgili soruşturma açılmış mıdır? Yaşanan ölümlerle ilgili kaç kişi gözaltına alınmış, tutuklanmıştır?” Böyle devam ediyor. Altı gün sonra, Halil Aksoy Ağrı Milletvekilimiz, İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya. Bir ay sonra Altan Tan, yine bir ay sonra Altan Tan. Bir buçuk ay sonra Gülser Yıldırım. Milletvekillerimizin soru önergeleri; Nazmi Gür, Ayla Akat Ata, iki tane Ayla Hanım’ın.
Mahmut Toğrul. Bir yıl sonra iki tane. Alican Önlü iki yıl sonra soru önergeleri.
Üç tane de araştırma önergemiz var. Biri hemen birkaç gün sonra verilmiş. 30 HDP’li vekilin imzasıyla. Açıkça anlatmışız demişiz ki, “böyle provokasyonlar oldu, Mecliste arkadaşlarımız kürsüye çıkıp anlattılar, gelin Meclis araştırma komisyonu kuralım, şu provokasyonlar nasıl oldu, kim sorumlu, kim suçlu, siyaseten, hukuken, cezai anlamda. Parlamento bir rapor hazırlasın, çünkü onunla ilgili davalar açılacak hem bu davalara bir alt yapı oluştursun hem de biz siyaseten ders çıkaralım. Biz bu provokasyonlara nasıl düştük. Üçü de iktidar oylarıyla reddedildi. Araştırılmasını isteyen biziz, gizli saklı kalsın dememişiz.
6-8 Ekim ile ilgili ifade vermek isteyen MYK üyelerimizi savcı geri gönderdi
Peki yargı ne yaptı? Bir ay sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir soruşturma başlattı, o dönem milletvekili olmayan MYK üyeleri ile ilgili bir soruşturma başlattı, bizimle ilgili bir fezleke hazırlanmadı. Merkez Yürütme Kurulu üyelerimiz bir müddet sonra tebligat almaya başladılar. Gelin ifade verin diye. MYK’da karar aldık, tebligatı alan hiç beklemesin, gitsin ifade versin, bütün olup bitenleri anlatsın. Bakın Saruhan Oluç ve Yurdusev Özsökmenler arkadaşlarımız, ikisi de Eş Genel Başkan Yardımcımız ve MYK üyemiz, avukatlarıyla birlikte o dönem ifade vermeye gidiyorlar.
MYK üyelerimiz, tanık olarak dinletme gereği duymuyorum, çünkü dosyada da incelediğinizde göreceksiniz. Saruhan Oluç ve Yurdusev Özsökmenler ifade vermeye gidiyorlar. Savcı diyor ki, “Ya çok yoğunuz. Çok acelesi yok. Gidin, uygun bir zamanda gelirsiniz.” İfade veremiyor bizim MYK üyelerimiz.
Bizim dokunulmazlığımız var, bize soruşturma açılmamış, fezleke hazırlanmamış, ama soruşturma açılan ve dokunulmazlığı olmayan, milletvekili olmayan üyelerimiz ifade vermeye gidiyor, savcı o kadar önemsemiyor ki, ifade almıyor, geri gönderiyor. MYK üyelerimiz zorla ifade verdiler savcıya. Hala da tamamlanmamış. Hala.
Bakın ben bundan tutukluyum, bu suçlamadan. Figen Yüksekdağ bundan tutuklu. Ayhan Bilgen ve Meral Danış Beştaş milletvekillerimiz bu fezlekeden tutuklandılar. Biri 3 ay biri 8 ay yattı, tahliye oldular. Ben halen tutukluyum, ama halen ifadesi alınmamış MYK üyemiz var. Yani ifade vermek istiyor, savcı almıyor.
Bu nasıl ciddi bir soruşturmadır, ne kadar önemli bir soruşturmadır. Nasıl bu iki twit 54 kişinin ölümüne yol açtı, bütün Türkiye’yi yaktı yıktı da, sen soruşturma makamı olarak bunu o kadar önemsiyorsun da, niye ifade almıyorsun? Bu bariz bir AİHS 18. madde ihlali niteliğindedir, soruşturmanın siyasi saikle yürütülmesi, yargılamanın siyasi amaçla yürütülmesi, yargısal amaç dışında bir amaç güdülmesi. Bu ispatlandı. Ankara Cumhuriyet Başsavcısını çağırsak…
Garo Paylan. Milletvekilimizdir, o tarihte milletvekili de değildi. Şu anda dokunulmazlığı kalkmış, halen ifadesi alınmış değil. Arkadaşımız ifadesini veremiyor. Almıyor savcı. Acelesi yok. Niye? 6-8 Ekim’den elde etmek istediğimiz şeyi elde ettik, öyle düşünüyor herhalde. Neydi? Demirtaş, Figen Yüksekdağ, HDP’yi karalama, tutuklama, kamuoyunda linç etme. Amaç buydu, amaç elde edildi. E gerisi; dosyada bir şey çıkmayacağı belli olduğu için uzat uzatabildiğin kadar. Demirtaş’ı bundan tutuklatmışsın gerisi ne olacak canım. Herhalde yaklaşım budur diye düşünüyorum. Böyle bir ciddiyetsizlik olur mu?
Suçluysak, savcı bunu düşünüyorsa 3 yıldır, MYK’mızın yarısının daha doğru dürüst ifadesi alınmamış. İfadesi alınsa arkadaşlarımız bunları anlatacaklar, neler yaşandı. Soruşturma tek elden yürütülürken 30’a bölünmüş. Her MYK üyesi için ayrı soruşturma numarası nedir? Hepimiz için ayrı dava açılmış.
Benim 30 arkadaşım şu an burada olsaydı, size tek tek anlatacaktık, o gün neler yaşadık.
Ben bildiklerimi anlatıyorum, benim bildiğim bir şey var. İstanbul’da, Antep’te, İzmir’de görevli olan MYK üyelerimiz, o 2-3 gün boyunca neler yaşandı daha detaylı anlatacaklar. Anlatamıyoruz. Niye? Dosyalarımız ayrı. Amaç gerçeğin ortaya çıkarılması, adaletin sağlanması değil çünkü. Amaç, 6-8 Ekim’de katledilen, yaralanan, evi barkı yıkılanların hesabını sormak değil. Öyle olsaydı, ilk günden itibaren biz Meclis soruşturması isterken bunu yaparlardı.
Efkan Ala’nın mutlaka tanık olarak dinlenmesi lazım
O günün Cemaat üyeleri, İran İstihbaratı, Ortadoğu’daki başka istihbarat örgütleri, bunlar benim beyanlarım değil, İçişleri Bakanı arkadaşlarımızla görüşmesinde “Biz tespit etik” dedi. Batılı istihbarat örgütleri FETÖ’yü de kullanarak büyük bir provokasyon yaratmaya çalıştılar. Kısmen başarılı oldular, ama bizler elbirliğiyle çaba sarf edip durdurduk, bunu inkar edemezler. Mutlaka Efkan Ala’nın gelip şurada tanık kürsüsünde dinlenmesi lazım. Ben Efkan Ala’ya, gözünün içine bakarak sormak istiyorum; “Sayın Bakan, o 3 gün boyunca biz beraber çaba sarf etmedik mi durdurmak için?” Hayır diyemez. Dediğim gibi, kendisini vicdanlı bir insan olarak tanıdım. Hayır diyemez, evet çaba sarf ettik.
Peki 48 gün boyunca ben kamuoyunda linç edilirken neden sustunuz diyeceğim. 3 yıldır beni halen linç etmeye devam ederken, bundan ben tutukluyken, neden çıkıp gerçekleri anlatmıyorsunuz? Sizin genel başkanlarınız, parti sözcüleriniz... Bakın, Efkan Ala’nın beni suçlayan tek bir demecini bulamazsınız. Çünkü kendisi biliyor, bizatihi içinde. Bu kadarını da yapamam diye düşünüyor herhalde. Diğer bakanların tamamı, sırayla nöbetleşe her gün benimle ilgili açıklama yaptılar. Halen yapmaya devam ediyorlar, halen.
Ülkenin Cumhurbaşkanı Almanya’da basın toplantısında diyor ki, “O bir terörist, 54 Kürt kardeşimin katilidir.” Bunu diyebiliyor halen. Niye? Hesabına geliyor. Demirtaş’ı siyaseten mahkum ettim, kamuoyunda bu algıyı yarattım. Bu algıyı değiştirmeye çalışan herkesin de canına okurum demek istiyorlar.
Bazı köşe yazarları hakkımda algı oluşturdu
Şimdi o algı nasıl yaratıldı, müsaadenizle okuyayım, çünkü ben 48 gün bunları okudum, başkaları da okudu, bütün Türkiye okudu. Milyonlarca sosyal medya hesabından twitler, Facebook’tan yorumlar okudular. Bunların bir kısmı, hepsini okuyup zamanınızı almak istemiyorum.
İsim vermek istiyorum ki kayıtlara geçsin. O tarihler arasında, yani 6-8 Ekim’den sonra, 10-11 Ekim’de başladı bir-iki yazıyla, arkasından kapsamlı bir şekilde, bu dosyada hepsini göreceksiniz. Kurtuluş Tayiz, ismimi zikrederek 5 yazı yazdı. Hilal Kaplan, ismimi vererek 4 “Katil Demirtaş” yazısı yazdı.
Melih Altınok, Fuat Uğur, Hasan Karakaya, Ersoy Dede, Markar Eseyan, İbrahim Karagül, Abdülkadir Selvi, Gülay Göktürk, Nihal Bengisu Karaca, Hüseyin Yayman, Akif Beki… Devam ediyor. Son kısımlar; Etyen Mahçupyan, Mehmet Türker, Güneri Cıvaoğlu, Rauf Tamer, Ali Saydam, Yasin Aktay, İbrahim Kiraz, Ali Tuna. En az yazan bir tane yazmış. 5, 7, 4, 3… HDP ile ilgili ayrı bir dosya var, bu doğrudan beni hedef gösteren.
Olayların hemen akabinde, Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın, “Bu eşbaşkanlar bunun hesabını verecek” açıklamasından sonra başladı bunlar. Bu açıklamaları da burada göreceksiniz. Ama yazılar şöyle böyle değil. Mesela ne diyor, “Başbakan ve Bakanlar HDP’lilerle yol haritası paylaşmışlar. Buna rağmen Selahattin Demirtaş savaş çağrısı yapıyor.” Kim? Ersoy Dede, Yeni Akit. “Selahattin Demirtaş savaş çağrısı yapıyor.” Kim, Aziz Üstel. “Demirtaş’ın ABD ziyaretinden sonra yaptığı katliam çağrısı. ” Birkaç örnek okuyayım, hafızalarda nasıl kaldığı iyice anlaşılmış olsun.
Nihal Bengisu Karaca, halen televizyonlarda izliyorum cezaevinden kendisini. Yazısı şöyle bakın; “Selahattin Demirtaş’ın, partideki pek çok ismin itirazına rağmen, söz konusu sonuçları doğuran gösterilere çağrıları yapmakta ısrarcı olması…”
Aşağı yukarı algı böyle oluşturuldu. Bunlara böyle yazın denildi mi, bunlar buna gerçekten inandı mı bilmiyorum. Fakat “Selahattin Demirtaş’ın çağrısı.” Bütün manşetler böyle başladı, yazılar böyle devam etti, algı bu şekilde oluşturuldu.
Öyle ki, eşimle bir açık görüşte 6-8 Ekim’den söz ederken, demiştim çağrı yapmamış olmama rağmen özellikle beni hedefe koyuyor birileri, eşim de şaşırmıştı. “Yapmamış mısın çağrı” demişti. Çünkü eşimde bile bu algıyı oluşturmuşlardı. Ondan sonra dedim ki vay halimize. Sen de böyle inanmışsan Türkiye’yi ben nasıl inandıracağım, mahkemeyi nasıl inandıracağım. Ondan sonra bütün bunları avukatlarımızla toplamaya başladık.
Algıyı böyle oluşturdular. Halen Demirtaş’ın sokağa çağrısı deniyor ki, ama öyle hani bir anayasal protesto çağrısı falan değil, “Demirtaş’ın sokağı yakın yıkın çağrısı.” O yüzden mahkemeniz mutlaka bunu, dosyadaki 6-8 Ekim çağrısını okumak zorundadır. 6-8 Ekim ile çağrı meselesi netleşmiş olsun.
O dönemin mülki amirleri şimdi neredeler?
Peki bir yandan benimle ilgili, partimle ilgili, yöneticilerimizle ilgili linç devam ederken, medya linci devam ederken Davutoğlu, yaklaşık 2 ay sonra Diyarbakır kongresinde ne diyordu? Başbakan ve AKP Genel Başkanı sıfatıyla konuşuyor.
(Gazete kupürü okuyor) Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum, Kobani bize tarihin emanetidir. Kobani’de direnenleri selamlıyorum. Ahmet Davutoğlu. 6- 8 Ekim olmuş. Aradan 2 ay geçmiş. Kendisi Diyarbakır’da partisinin il kongresinde konuşuyor. Niye? Çünkü özellikle de AKP, Kürt tabanından çok büyük tepki alınca, işte “Kobani düştü düşecek” söylemi, Kobani’ye sizin destek olmamanız hükümet olarak, bizi çok zora soktu diye AKP teşkilatları rapor verdi. Kendisi de çıkıp Kobani’ye ve Kobani’deki direnişe Diyarbakır’dan selam çaktı.
Kayıtlarda duruyor, benim elimdeki sadece bir örnek. Davutoğlu’nun çok sayıda medyada çıkmış bu yönlü açıklaması var, dosyada onu bulacaksınız.
Bu da, 6-8 Ekim olaylarının yoğunluklu geçtiği yerlerin mülki idari amirlerinin isimleri ve şu andaki konumları var. Mahkemeniz resmi yazı yazıp da araştırabilir, avukatlarım, danışmanlarım araştırdılar, çıkardılar. Diyarbakır, Siirt, Muş, Van, Mardin, Antep, Adana, Batman ve Bingöl’deki mülki idare amirleri ve şu anda neredeler. Bunları o dönem kimse sormadı, sorduramadık.
Süleyman Şah Türbesi nasıl taşındı
Süleyman Şah Türbesi meselesi var, çok özetle değineyim. Deniyor ya PYD-Türkiye ilişkileri, Suriye’deki Kürtler, Rojava-Türkiye ilişkileri vs. Süleyman Şah Türbesi PYD’nin silahlı militanlarıyla TSK’nın askerlerinin ortak operasyonuyla yapıldı. Yan yana. Sırrı Süreyya Önder kendisi bizzat görevli olduğu için, Türkiye tarafına özellikle hazırlıklar konusunda yardımcı olduğu için detayları daha iyi bilir. Süleyman Şah türbesi IŞİD tarafından bombalanmak isteniyordu, Kobani olaylarının hemen öncesiydi.
Dendi ki, o konuda HDP bir şeyler yapabilir mi? Biz de PYD ile temas kurmalarını sağladık, Türkiye’ye geldiler, görüştüler PYD’nin siyasi yetkilileriyle, YPG’lilerle. Bugün işte terör örgütü diye bas bas bağırılıyor, TSK mensuplarıyla birlikte Süleyman Şah türbesi ile ilgili operasyonu başlattılar. Bir Türk tankı sınırın ötesinde bozuldu, arıza verdi ve YPG’lilerle birlikte tankı tamir edip, ittire ittire çalıştırıp tekrar Türkiye’ye getirdiler.
Öyle bir dönemden söz ediyoruz, siyasi atmosfer öyle bir atmosferdi. Öyle insanların sokağa çıkıp birbirini keseceği bir atmosfer değildi. AKP ile HDP arasında, TC Hükümeti arasında derin uçurumların, çatışmaların yaşandığı bir dönem değildi. Böyle Afrin operasyonu ortamı değildi.
Ülkenin Cumhurbaşkanı olaylardan sonra şunu söylüyordu: “Kobani’den bize ne? Kobani Türkiye’nin iç işi midir, bizi ne ilgilendirir? Biz Kobani’ye karışmayız” diyordu. Ama aynı Cumhurbaşkanı Suriye iç savaşı patlak verdiğinde başbakandı kendisi, şunu diyordu: “Suriye’de olan hiçbir şey bizi ilgilendirmez diyemeyiz, Suriye’nin tamamı bizim iç işimizdir. Halep’te, Şam’da, Hama’da, Humus’ta, hatta - açıklaması var - Somali’de, Afganistan’da olanlar bizim iç işimizdir.” diyordu. Ama mesele Kobani’ye gelince “Kobani ile Diyarbakır’ın, Kars’ın ne alakası var. Biz neden Kobani’ye yardım ediyormuşuz?
İnsanlar burada Kobani’ye destek protestosu yapıyor, ne alakamız var orayla?” diyordu. Bugün sormak lazım, o zaman Afrin’le ne alakamız var? O gün Kobani’ye destek olmayan, bugün Afrin’e karşı bakın Türkiye’yi bütün uluslararası politikalarda, dengelerde zora sokacak operasyonlar yapıyor. Bizim o gün muhalefet olarak hükümete sunduğumuz çizgi bir 6-8 Ekim olaylarını tetikleyecek çizgi değildi. Tümüyle Türkiye’yi rahatlatacak bir yaklaşımla biz hükümete öneriler sunduk. Hükümet onları dikkate alsaydı keşke, bambaşka bir Türkiye konuşacaktık, maalesef ki yapmadı.
Medya yoluyla linç kampanyası yürütüldü
Peki buna rağmen bakın bir gazete, “Ölenlerin sorumluluğu Demirtaş’ın omuzlarında” büyük manşet atmış, ismim kullanılarak.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Sorumlu Demirtaş.” AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdülhamit Gül, şimdiki Adalet Bakanı. İsmimi vererek, “Sorumlu Demirtaş.” 6-8 Ekim açıklamaları bunlar.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Oğlumun katili Demirtaş.” Yasin Börü’nün ailesinden ve diğer katledilenlerin HÜDAPAR’lıların ailelerinden alınan demeçler. Çünkü onlarda da öyle bir algı yaratıldı.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Selahattin Demirtaş, Joe Biden’ın intikamını mı aldı?” İsmen. Amerika Başkan Yardımcısı Biden ile hükümet arasında bir şeyler yaşanmıştı o dönem. Şimdi detayları anlatmak istemiyorum. Ben Biden’a yapılanların intikamını almışım bu olayları çıkararak.
O dönemde kısa bir-iki açıklamam oldu. Hükümetin hedefi özel olarak benim, hedefte ben varım diye açıklamalarım oldu. Detaylı bir şekilde anlattım. O gün olanlar neydi, biz ne yaptık, niye beni hedefe koyuyor. Bugün verdiğim beyanların aşağı yukarı aynısı.
Aradan aylar geçmiş, [Gazete kupürü gösteriyor.] “Oğlumun katili Demirtaş.”
O dönem partim de sağ olsun bir açıklama yapmıştı, eksik olmasınlar. “Irkçı bir linç kampanyası var Eş Genel Başkanımız hakkında.” Partimin de böyle bir açıklaması var, tarihe geçmiş olsun.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç: Benim için “Utanmaz adam.” Yani hem katil hem de pişkin pişkin grupta konuşuyor.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Sorumlular hesap versin.” Kim demiş? AKP milletvekili Nurettin Aksak,
AKP vekili Oya Eronat, AKP vekili Eşref Taş
(Gazete kupürü gösteriyor) “44 kişinin katili Demirtaş hesap versin.”
(Gazete kupürü gösteriyor) ABD talimatıyla çocukları yaktın.”
İddianameyi hazırlayanlar bunlardır, savcı değil. Bu iddianamedir işte. Siz buna göre beni yargılıyorsunuz. İddianame böyle çıktı ortaya.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Katil Demirtaş.” Bunlar aynı gün yayımlanmış şeyler değil. Hepsi üç beş gün bir hafta arayla.
“Demirtaşın kulağına kim ne fısıldadı”. Murat Kelkitlioğlu. Öyle detaylı anlatmış ki, zannedersiniz Amerika gezisinde yanımdaydı. Öyle iftiralar.
“Panzer lobisi” diye, Takvim gazetesi bir ay sonra bir haber yapmış. Az önce dedim ya Van’da panzer araçları iterek yakıyordu. Küçük bir haber olarak geçti, kimse de üstünde durmadı. Sadece Takvim gazetesinde vardı. Kayıtlarda bir tane buldum.
Kobani olaylarının üzerinden bir ay geçmiş, bakın bunu okuyacağım. Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi’nin açıklamasını Hürriyet gazetesinden okuyorum. IŞİD kuşatması altındaki Kobani’ye yapılan yardımları ve Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim ile görüşmesini Milliyet’e aktarıyor.
Milliyet’teki röportaj, hurriyet.com.tr’den okuyorum. Yasa dışı sınır ticaretinin önüne geçilmesi için, Suruç’taki Mürşitpınar Sınır Kapısı 15 Ekim 2013’te açıldı. Türkiye, PYD kontrolündeki Kobani’ye ilk kez kapısını açtı. Türkiye’den Kobani’ye bir buçuk günde 27 milyon lira değerinde gıda, ilaç, giyim, barınak ve hijyen yardımı yapıldı. IŞİD’in Kobani’ye yaptığı saldırı öncesi 790 TIR, savaş sonrası ise 110 TIR olmak üzere 900 TIR yardım Kızılay ve AFAD üzerinden götürüldü. Kaymakamın açıklaması bu. 900 TIR’ın 899’u bizim topladığımız yardımlardır. Ama biz Kızılay aracılığıyla gönderilmesini kabul ettik.
Kızılay da buranın kurumu, öyle gitsin. Kızılay kolilerine konulup gönderildi.
Bir yılda Kobani’den gelen 10 bin hasta tedavi gördü, Suruç’ta. Savaşın başladığı günden bu yana 3919 hasta tedavi oldu, savaşta yaralanan 974 YPG’li Türkiye’ye getirilerek tedavi edildi. Suruç Kaymakamı’nın resmi açıklaması. İsmi Abdullah Çiftçi: “Kobani Başkanı Enver Müslim ile görüştüğümde, bana bizzat Türkiye’deki Kobani için yapılan eylemleri tasvip etmiyoruz. Yapılan eylemler bize yarar değil zarar veriyor. Türkiye Kobani’ye her türlü insani yardımı yapıyor dedi. Hem Suruç hem Kobani’nin kaymakamıyım ben.’’ 6-8 Ekim olayları olmuş, aradan bir ay geçmiş, Suruç Kaymakamı’nın açıklamaları bunlar.
Demek istediğim, daha böyle linç ortamında arzu edilen siyasi sonuçlar elde edilmediği için, Kaymakam böyle rahat konuşuyor.
Yitip giden her can bizim canımızdır
15 Kasım 2014. Bir ay sonra. Deniz Zeyrek’e verdiğim röportaj. Oradan okumak istiyorum:
‘‘Biz çağrı yaptığımızda, HÜDAPAR binalarına saldırılacağına, HÜDAPAR’lılarla gerilim yaşanacağına dair en küçük bir öngörümüz yoktu. Ne yönlendirmemiz, ne teşvikimiz vardı. Doğrusu çağrıyı yaparken böyle bir şey aklımıza da gelmedi. Mevzu HÜDAPAR mevzusu değil, Kobani’nin düşmemesi için gündem yaratmaktı. Görünen o ki, bu tür durumlarda meseleyi başka bir tarafa çekmek isteyen kontrollü ya da kontrolsüz güçler devreye girebiliyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Yaşamını kaybeden, malını kaybeden herkesin canı, malı, huzuru iktidarda olmasak bile aynı zamanda bizim sorumluluğumuzdadır. Yitip giden her can bizim canımızdır. Onun HDP’li, HÜDAPAR’lı, AKP’li olup olmadığına bakamayız. İnsanların yaşam hakkı, mal, can güvenlikleri kutsaldır.
Sokak meşru bir alandır. Meşruiyetin sınırı da kimsenin canına malına zarar gelmemesidir. Sokak gösterisi, evrensel-ulusal düzeyde haktır. Bu hakkımızı her zaman kullanırız. Yaşananlar konusunda kim nerede denetim ve sorumluluk konusunda söz sahibi ise kendi denetimini yapmak zorunda.
Gücünüz varsa, onu disipline edemiyorsanız, o güç sizin değildir. Herkes eminim bu konuda muhasebe yapacaktır. Provokasyon riskini ortadan kaldırmak gerekir. Bazı eksiklikler yaşandı. Yaşanılanlar hepimizi tedirgin etti.
Tek bir insanın ölmesi bile, kimliğinden bağımsız hepimiz için büyük kayıptır. Yüksekova’da vurulan askerler, Bingöl’de vurulan polisler, Kağızman’da infaz edilen PKK’liler, Diyarbakır’da eşinin yanında infaz edilen astsubay, bütün bunlar çok vahim olaylar. Her yerde ölüm var, ölüm. Yapanlar her kimse son derece çirkin bir şekilde, ahlaksızca bir yöntem seçmişler. Savaş asla olmasın. Ama savaşın bile bir hukuku, ahlakı vardır. Onu bile ayaklar altına alıyor bunlar. Diyarbakır’daki astsubayın, eşinin yanında katledilmesi beni de, bizi de hakikaten derinden yaraladı. Ölümlere alışmamamız, tepki göstermemiz lazım.’’
“Demirtaş’tan özeleştiri” manşetiyle çıktı. Kobani olaylarından kısa bir süre sonra, 1 ay sonra verdiğim bir röportajdı. Bundan 10 gün sonra, Bülent Arınç’ın açıklaması var. Görüşmelerde bazı siyasi taleplerimiz oluyor hükümetten, o da diyor ki, ya bunları Öcalan istemiyor, siz niye istiyorsunuz. Kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsızlaştırmak istiyorsunuz?
Manşet: Arınç’tan Demirtaş’a - Demirtaş’ın hedefi Öcalan’ı itibarsızlaştırmak. Bülent Arınç’ın açıklaması. Hükümet Sözcüsü olarak yapıyor, basın toplantısında yapıyor, Bakanlar Kurulu toplantısında yapıyor. Yani kaç yerden vurabilirsek. Kamuoyu nezdinde Demirtaş’ı itibarsız edelim. Görüşmeler sürüyor, İmralı’da Öcalan nezdinde, Kandil’de PKK nezdinde itibarsız hale getirelim. Hiçbir şey yapamaz hale gelsin, siyasi rakibimiz olmaktan çıksın. Bütün hedef bu. Yapılan açıklamalar, yapılan yayınlar...
(Gazete kupürü gösteriyor) “Paralel Demirtaş.” Davutoğlu diyor. Kobani olaylarından 2 ay sonra. Ben paralelmişim. Bunu bana söyleyen… Neyse bir şey demeyeyim.
(Gazete kupürü gösteriyor) “Kürt halkı Demirtaş’a artık dur demeli.” 2 ay sonra. [Gazete kupürü gösteriyor.] Erdoğan: Sokağa çağrı yapan yargıdan kurtulamaz.
Kurtulmayalım. Biz hemen ifade vermeye gittik, almadınız. Peki sen ne zaman bununla ilgili bir özeleştiri yapacaksın? Ne zaman şunu diyeceksin, evet biz o zamanlar bu olayların derinlemesine araştırmasını yapsaydık altından istihbarat örgütlerini de FETÖ’yü de çıkaracaktık. Tespit edecektik. Nerede, hangi mülki idare amiri olayları kışkırttı, önlemedi, güvenliği devreye sokmadı hatta provokasyonları bizzat tetikledi?
Bunu bir araştırsaydık, altından çok şey çıkacaktı. Bir sonraki fezlekeler hendek-barikatla ilgilidir, onlar da olmayacaktı, 15 Temmuz da olmayacaktı.
Darbe mekaniğini işleten hükümetin bu basiretsizliğidir, ucuz politikasıdır. Sırf kamuoyu nezdinde beni hiçleştirmek, itibarsızlaştırmak, HDP’yi 7 Haziran seçimlerinde baraj altında bırakmak için, 2014 yılındaki 6-8 Ekim olayları aleyhimize kullanıldı. Hiç kimse bizim kadar siyasi özeleştiri yapmadı. Hiç kimse bizim kadar bütün bu meselelerin araştırılması için uğraşmadı.
Halen de uğraşmıyorlar. Halen yargı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı meselenin özü nedir araştırmıyor. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı meselenin özü nedir araştırmıyor. Yakaladık Demirtaş’ı, tamam. İktidar da onun zaten cezalandırılmasını istiyor. Herkes de zaten katil olarak onu biliyor. Katil ortada. Medya yazmış zaten iddianameyi, bize de düşen bunu tutuklamak, yargılamak. Yargı da böyle düşünüyor. Tamam ben tutuklanayım, ceza da alayım. Peki 15 Temmuz’un yarattığı sonuçları, sizin bu tavrınız ortaya çıkarmadı mı? Siz üstünü örte örte FETÖ’yle istihbarat örgütlerini de ülkenin başına bela etmediniz mi?
Gerçek budur. Sosyolojik gerçek budur. Yargı bu konuları böyle ele almalıdır. Eğer bir karar verecekse bunlara mutlaka değinerek, sorumluları ortaya çıkararak yargılamayı yapmalıdır. Demirtaş’ı cezalandırdım, bir kaç HDP’liyi içeri attım, böylece siyasi rantımı da elde ettim, 6-8 Ekim defterini de kapattım. Sen kapattın da başkaları kapatmıyor o defteri. Hesaplarını, provokasyonlarını fırsat buldukları her yerde ortaya çıkarmaya, ortaya dökmeye çalışıyorlar.
Diyarbakır milletvekili Cuma İçten. Kendisi resmi olarak silah tüccarıdır. Silah dükkanları vardır Diyarbakır’da, Ankara’da. Silah satar ulusal ve uluslararası alanda. Bana diyor ki, olaylardan iki ay sonra, “Garibanların çocukları üzerinden terör eylemi yapacağına sen Avrupa’da okuttuğun, piyano derslerine yolladığın çocuklarını önce sokağa çıkar.” Evimin yanında devlet okulunda okuyan çocuklarım için diyor. Algı yaratmak lazım ya. Kendisi silah tüccarı. Fethullahçı olduğunu da bilmeyen yoktur. Ta başından beri. Fethullah ile birlikte özel okul da açmıştır. Fakat bu adam bile bu linç kampanyasına katıldı. Bu adam şu anda ticaret yapıyor, trilyonlar kazanıyor, biz tutukluyuz. Böyle bir şey olur mu?
4 Nisan 2018. Bugün ayın 11’i, bir hafta önce yine yazmış. İsmini söylemeyeyim. Fakat cümle şu, bakın. CHP’li bir milletvekili beni ziyaret etmiş, onun üzerine yazıyor. Beni ziyaret edene diyor: ‘‘Be vicdansız. Be ciğersiz herif… Yasin Börü 16 yaşındayken özgürlüğünden değil, hayatını yaşamaktan mahrum edildi be! Elinde ne silah vardı, ne Molotof, ne sapan, ne de taş! Kurban Bayramında ihtiyaç sahiplerine kurban eti dağıtıyordu. Barbarca katledildi, bıçaklandı, sonra balkondan atıldı. Yetmedi, üzerinden arabalarla geçildi. O da yetmedi, bedeni ateşe verilip canlı canlı yakıldı. Bütün bunların talimatını senin ‘Özgürlüğü elinden alındı’ dediğin Selahattin Demirtaş verdi.’’
AKP yandaşı, aylık kaç bin dolar maaş alır. Ailesini tanıyorum. Kars’ta. Ardahanlı bunlar. Kardeşiyle beraber, devletten almadığı ihale yoktur. Her yazı için de dolar bazlı para alırlar.
Memlekette bütün işe giriş çıkışlar bunlardan sorulur. Bu adam işte, bu ekmeğinden olmak istemez. İktidar giderse bunlar hepsi hesap verecekler. Yargı önüne çıkacaklar. Neler yaptıkları yargı önünde bir bir anlatılacak.
Bir hafta önce yazmış daha ya. Ben daha ifade vermedim bununla ilgili ya. Vicdansız. Daha ilk defa anlatıyorum işte. Üç yıldır savunmam alınamadı, kimse dinlemedi beni. Adam halen olayı en trajik yönüyle anlatıp “Yasin Börü’nün katilini sen cezaevinde ziyaret ettin” diyor.
Bende iki şey bol: Moral ve akıl
Arkasından, AKP’nin Grup Başkanvekili, toy bir çocuk var, Bülent Turan diye biri - siyasette bugün var, yarın yok – diyor ki, CHP’liler beni 17 defa ziyaret etmişler, HDP 7 defa. Dolayısıyla HDP bile bana sahip çıkmıyor, CHP daha çok benimle ilişkide. Üstelik de katilmişim, buna rağmen.
O toy çocuğa buradan şunu söyleyeyim; en az iki bin tane benim milletvekili arkadaşlarımın başvurusu Adalet Bakanlığı’nda duruyor. İzin vermiyorsunuz HDP’li vekillerin gelmesine.
Siz de gelmek istiyorsanız gelin. Bende bol olan iki şey var, onu almaya geliyorlar: Moral ve akıl. Kapım açık herkese. Sizde yoksa buyurun gelin, AKP’lilere verebilirim. Benim arkadaşlarım moral almaya geliyor, akla ihtiyaçları yok, ama ihtiyacı olana cezaevinde dağıtıyorum, gelsinler. Özelikle bu toy çocuğu bekliyorum.
6-8 Ekim çağrısının sonuçlarını önceden bildiğimizi iddia eden savcının tek bir delili yok
6-8 Ekim oldu, hükümet koridoru açmadı. Ölenler oldu. Katledilenler, yaralananlar, yıkımlar oldu. Peki sonra ne oldu? 29 Ekim. 6-8 Ekim’den 20 gün sonra. Türkiye ile Kürdistan Federal Bölgesi, Irak Devleti arasındaki sınır kapısı Habur’dan, 150 peşmerge 80 araçlık konvoyla Habur’dan girdi, İpek Yolu’nu kullanarak Silopi, Cizre, Nusaybin üzerinden Suruç’a geldi ve Kobani’ye geçti. Gösteriler eşliğinde, Kürdistan bayrakları, sloganlar... Fotoğrafları göreceksiniz, zaten hatırlasınız o günleri. Binlerce insanın sevgi gösterisi altında.
Ben 6-8 Ekim katiliyim, HDP provokatör, PYD terörist, biz oradaki terör örgütüne destek olmak için Türkiye’yi yakmışız, yıkmışız; ama büyük bir peşmerge askeri gücü de, Dışişleri Bakanı’nın izniyle, Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dahilinde, hatta TSK ve polisin de yol güvenliğini sağladığı haliyle, Kürdistan bayraklarıyla, askeri araçlarla Türkiye sınırını kullanarak Kobani’ye gidiyor. Doğru olan bu. Ben bu yanlıştır demiyorum. Bu işin perhiz kısmı, o lahana turşusu ne peki? Madem böyle bizle niye uğraşıyorsunuz?
Bizimle derdiniz ne? Suç işlemediğimizi bile bile… Politika buysa yargı da buna göre hareket etsin. Ortada suç yoktur. Çağrının kendisi ne şiddet içeriyor, ne şiddetin imasını içeriyor, ne böyle bir şiddet ortamının ihtimali var. Kokusu bile yok. Ama iddianame diyor ki, “Böyle bir çağrının sonuçlarının ne olacağı, yıllardır yaşanan olaylar ışığında HDP yetkilileri tarafından bilinmektedir.“ Bilinmesi gerekir de demiyor. “Bilinmektedir.” Binlerce sayfa ek içerisinde bunu bildiğimize dair tek bir delili de yok ama. Ama “bilinmektedir” diyor. Bilmeleri gerekir dese hani, ya dersin ki insaflı davranmış. “Bilinmektedir.” Ve “bu sonuçların meydana gelmesi açıkça amaçlanarak ve teşvik edilerek bu açıklama kasıtlı olarak yapılmıştır.”
İnsaf ya. Bütün anlattığım olayların bakın eksiği vardır fazlası yoktur. Tek bir cümlesi yalan değildir, tek bir cümlesi. Çok detay vardır hatırlayamadığım, anlatmayı unutmuşumdur önemli bulmadığım için, ama anlattığımın yüzde yüzü doğrudur ve bu şekilde gelişmiştir. Ne partim ne ben, bırakın bir şiddet eylemini teşvik etmeyi, durdurabileceğimiz en küçük bir şiddet eyleminin peşine varıp durdurmak için o üç gün uğraştık. Bütün çabamız, gayretimiz bunun üzerineydi.
İçişleri Bakanı bunun tanığı, milletvekili arkadaşlarım tanığı. Bakanlar Kurulu toplantı halindeydi. İçişleri Bakanı sürekli, bizimle olan diyaloğu Bakanlar Kurulu’na, Cumhurbaşkanı’na iletiyordu.
HDP’liler de HÜDAPAR’lılar da provokasyon için vahşice katledilmiştir
Böyle bir şey yok. 6-8 Ekim HDP, Demirtaş büyük bir asparagastır, yalandır, illüzyondur. Ortada olan gerçek şudur; katledilmiş, vahşice ve sinsice katledilmiş 52 insanımız var, yüzlerce yaralı var, yakılmış yıkılmış iş yerleri, evler var. Bunların yüzde 90’ı HDP’lidir. Yani doğrudan HDP’li kitle hedeflenmiştir. HÜDAPAR’lılar da provokasyon için vahşice katledilmiştir. Olayların en yakıcı kısmı budur. Bu gerçektir. Provokasyon olduğu gerçektir. Ama geri kalan her şey illüzyondur, sahtedir. AKP eliyle, talimatıyla medya aracılığıyla yaratılmış bir algıdan ibarettir.
Kılıçdaroğlu ne diyordu bakın o günlerde? 16 Ekim 2014. Olaylardan bir hafta sonra. Aynen cümlesi şu: Kobani düştü düşecek dedi - Cumhurbaşkanı için söylüyor - bütün olaylara kaynaklık etti. Eğer suçlanacak biri varsa, o yüksek yerde oturan kişidir. Kılıçdaroğlu’nun da o dönemki okuması o.
Olaylardan bir kaç gün geçmiş. Yani kimsenin aklına henüz HDP veya Demirtaş gelmiyor.
Ana muhalefet partisinin lideri bile “Kobani düştü düşecek”in toplumda ne etki yarattığının farkındadır. Aslında kendileri de farkında da, fakat peşin peşin suçu üstümüze atıp dosyayı kapatmak hesaplarına geldi. FETÖ’yü bu şekilde korumuş oldular. Provokatörleri korumuş oldular. Yapanın yanına kar kaldı.
6-8 Ekim olaylarıyla katledilen Yasin Börü ve diğerleriyle ilgili bir yargılama yapıldı. Umarım doğru kişiler tespit edilmiş ve doğru kişilere ceza verilmiştir. Bilemiyorum. Umarım adil bir yargılamadır. Ama hiç değilse, onlarla ilgili bir yargılama yapıp ailelerin şu veya bu şekilde, vicdanı, acıları bir şekilde tatmin edilmeye, giderilmeye çalışıldı.
Linç edilen HDP’lilerin dosyasında tek bir tutuklu sanık yok
Ama geri kalanlarla ilgili soruşturma resmen skandal mahiyetinde, skandal. Bakın, buradan sadece birkaç örnek vereyim, dosyaya hepsini sunduk zaten. İddianame ve kararlarıyla birlikte göreceksiniz.
Bakın Diyarbakır’da Süleyman Kale, Uğur Özbay, Baver Şeyhanoğulları. Ateşli silahla öldürülüyor ve Mehmet Şafi Aslan da yaralanıyor aynı olayda. Görgü tanıklarının beyanları; 140-150 kişilik grup Allah u Ekber diye bağırıyor, ellerinde satır sopa. Mehmet Şafi Aslan yaralı kurtuluyor, ama o sırada görüntü çekiliyor etrafta. Sonradan görüntüler izletiliyor kişiye, tek tek tespit ediyor, tanıyor hepsini. İsim veriyor. Ve dosyada tek bir sanık yok. Halen. Üç ölü, bir ağır yaralı. Tek bir sanık yok dosyada.
Duruyor.
İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Ekrem Kaçaroğlu, partimize yakın bir genç bu. Linç ediliyor. Bakın, linç görüntüleri telefonla çekiliyor ve sosyal medyaya da atılıyor. Az önce nasıl yapıldığını, koordineli yapıldığını anlattım. Ekrem’in linç edilme görüntülerinde yüzler açık, kişiler belli. Ve tek bir tutuklu sanık yok. Evet, yargılananlar var, ama bizatihi maktule ateş eden, sonra tekme atan, linç eden, sopalarla vuranlar, hepsi isim isim belli. Bir tek gün de tutuklanmadılar.
Buna benzer, Antep’teki linç dosyası. Görüntüleri var. Genç bir kadın ile üç erkek bir provokatör grubun arasına düşüyorlar. Sopalarla, kasaturalarla linç ediliyor, öldürülüyorlar. Aynen Yasin Börü ve arkadaşları gibi. Bunlar da internete atılıyor. Tek bir tutuklu sanık yok.
Ya 6-8 Ekim’in bütün günahı bizde mi? Siyaseten sorumluyuz tamam, özeleştirimizi yaptık, bin defa daha da yaparız. Siyaseten sorumluyuz. Nasıl bu acıları görmezden geliriz? Yasin Börü dahil hepsi. Ama sorumluluğumuz siyaseten yüzde 1 ise hükümetin yüzde 99’dur. Biz o yüzde 1’e dair bu kadar özeleştiri yaparken, hükümet ne yargıyı serbest bırakıyor soruştursun diye, ne parlamentoyu serbest bırakıyor soruştursun diye. Yakalamış üç beş tane HDP’liyi, bütün 6-8 Ekimin hesabını sizden soracağız diyor. Sorun bakalım, siz sorun da alttan memleketin kuyusunun dibini kazdılar, ülkeyi darbe koşullarına getirdiler, halen neler yapılıyor onu da bilmiyoruz. Çünkü hala aklı fikri bizde, bizle uğraşıyor. Halen benim yargılandığım mahkemelere kimileri avukat gönderiyor ve bir an önce Demirtaş’ın dosyasını bitirin, seçimler yaklaşıyor buna bir siyasi yasak lazım diyorlar.
Bu 6-8 Ekim meselesini de şöyle toparlayıp bitireyim; buradan meydana gelen olayları, ölüm, yaralama savcılık toparlamış, ama biz de o dönem çalışmalar yaptık, belli mağduriyetler yaşandı, dosyaları ne aşamada?
Şöyle bir anekdotla bitireyim: 6-8 Ekim’le ilgili 2002 yılında parlamentoda grubu olan bir partinin genel başkanı, kendisi milletvekili değil, ama grubu parlamentodaydı, kendisi vekil değildi, grubunun genel başkanıydı. Seçimler yaklaşıyordu ve yargı kendisine siyasi yasak koyabilmek için büyük bir hızla çaba sarf ediyordu. Yıl 2002. Kendisi Rize’de bir konuşma yapmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı da ifade için çağırmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor, ifade veriyor. Diyor ki ifadesinde, konuşmayı Rize’de yaptım, Ankara yetkili bile değil, siz niye onu soruşturuyorsunuz? Burada bir tuhaflık var, yani bu bir kumpasa benziyor, diyor. Savcı tutuklamaya sevk ediyor kendisini, neyse ki sulh ceza hakimi tutuklamıyor, tutuklasalar seçime falan da giremeyecek, hızla yargılamasını yapıp siyasi yasak koyacaklar. Çünkü daha yeni siyasi yasaktan kurtulmuş. Adı ne o siyasetçinin: Recep Tayyip Erdoğan.
Kendisine bunlar yapıldı ve siyasi yasaklı hale getirmek için işte 94’te Siirt’te okuduğu bir şiir nedeniyle Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde öylesine kepaze bir yargılama yapıldı ki. Mahkeme heyeti üzerinde baskı kuruldu, çünkü Recep Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak getirilmesi lazımdı, genel başkan olmaya hazırlanıyordu, seçime gidiyordu, vesayetçi makamlar önünü kesmeliydi, ne yaptı ettiyse inandıramadı, cezayı verdiler, siyasi yasaklı hale getirdiler. Tarihin cilvesi 1998 yılında yargılanıyordu, kararı kesinleşmemişti.
Ben Ankara Hukuk’ta üniversite öğrencisiydim. Şurada Yüksel Caddesi’nde İHD Genel Merkezi düşünce özgürlüğü ile ilgili bir eylem yapıyordu. Ben de o eyleme katıldım, basın açıklaması yapılıyordu. 640 kişilik bir grup ve düşünce suçlusu olarak yargılananların da, tutuklu olanların da fotoğrafları var göstericilerin elinde. Hepimiz böyle elimizde bir fotoğrafla basın açıklamasını dinliyoruz. Benim elimde İsmail Beşikçi’nin fotoğrafı var, yanımdakinin elinde Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı var. Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı benim elime de düşebilirdi. İfade özgürlüğü için Yüksel’de eylem yapıyorum hukuk fakültesi öğrencisiyken, siz bir siyasetçiyi düşüncesinden dolayı yargılayamazsınız, siz siyasi yasaklı hale getirmek için insanlara bunu yapamazsınız. Sadece o değil, çok sayıda o zaman aydın, yazar vardı. Bugün olsa yapmaz mıyım, yine yaparım. Çünkü ilkeli, ahlaklı bir adamım. Yarın Cumhurbaşkanı olsam rakiplerime bunu yapar mıyım? Asla yapmam. Mesele budur. Bugün bana bu yapılmaya çalışılıyor. İnsanlar geçmişin nereden geldiğini unutuyorlar. Biz o zaman da ilkeliydik, ben o zaman hukuk fakültesi öğrencisiydim.
Bugün 12 yıllık siyasetçiyim, 20 yıllık hukukçuyum. Aynı ilkelerle hareket ediyorum. Bugün benim siyasi rakibim hakkında böyle bir kumpas, böylesine ahlaksızca bir saldırı yapılsın, onun ifade özgürlüğünü savunurum. Onun düşüncesini değil, düşünceyi açıklama özgürlüğünü savunurum. Eğer ona kumpas kurulursa, bırakın o kumpasın içinde yer almayı ve öncülüğünü yapmayı, sonuna kadar karşı çıkarım. Benim tarzım budur. Bugün bize yapılan da maalesef ki budur, bilinsin diye söyledim. Şimdi 6-8 Ekim fezlekesiyle ilgili aşağı yukarı ilk etapta söyleyeceklerim bunlar. Tabii sizin soracaklarınız varsa bizim de taleplerimiz olacak.
Hakim: HDP Genel Merkezi’nin Twitter hesabı üzerinden attığı twit 6 Ekim tarihinde. Twit şöyle: “Kobani’de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobani’ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz.” şeklinde twit ve altında diğer twitler var.
Demirtaş: Doğrudur. Asıl yazılı açıklama şeklinde yapılmıştır. Yazılı açıklama kısa özetle partimizin resmi Twitter hesabından da geçilmiştir. Şurada 10.20 olarak nereden alındıysa…
Hakim: Diyeceklerinizi soruyorum.
Demirtaş: MYK toplantısı akşam olduğu için sabah 10.20’de bu twitin atılması imkansız. Akşam saatlerinde oldu. Sorarsanız zaten ortaya çıkar, emin olabilirsiniz, 20.40 akşam atılmıştır. Tutanaktaki saat yanlıştır. (ŞA)