Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki dönem eş genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın, tutuklu yargılandığı davanın 11-12-13 Nisan 2018 tarihlerinde Ankara Sincan'da görülen ikinci duruşmasının üçüncü gününde (13 Nisan) yaptığı savunmanın tam metnini yayınlıyoruz.
13 Nisan 2018 tarihindeki oturumda yapılan savunma
Hakim: Savunmanızın tamamını tamamlayamayacaksınız, öyle mi?
Demirtaş: Hayır, mümkün değil. Bugün, yarın onları tamamlamam mümkün değil. Dün özellikle, hendek, barikat meselelerinde bizlerin diyalogla, çatışma olmaksızın, hendek, barikatların kendiliğinden kapatılması ve sorunun, daha doğrusu demokratik özerklik tartışmasının siyasal alanda kalması konusundaki çabalarımızı bir iki örnekle anlatmıştım.
Hendek, barikatları diyalogla çözmeye çalıştık
Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde bunu başarmıştık. O dönemin Silvan Kaymakamı, dönemin Diyarbakır Valisi bunların hepsinin tanığıdır. Diyarbakır milletvekillerimiz çaba sarf etti, olayın tanığıdır.
Savunmam tamamlandığında, savunma tanığı olarak dinleteceğim.
Bizim girişimlerimiz bununla sınırlı değildi. Yüksekova’da da benzeri girişimde bulunduk. Şırnak’ta da, Nusaybin’de de, Cizre’de de bulunduk. Örneğin Yüksekova’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden birkaç gün önce, yoğun bir şekilde girişimlerimiz başladı.
Hakkari’de, İçişleri Bakanı, Hakkari Valisi, KGM Müsteşarı nezdinde ve yine Yüksekova’da hendek, barikat diyen, kendilerine YPS’li diyenler ve mahallelerde yaşayan insanlar, oradaki parti teşkilatlarımız girişimde bulundular.
Bütün bu çaba ve çalışmalar da, Eş Genel Başkan olarak ben ve Figen hanımın bilgisi ve talimatı doğrultusunda, o dönem İstanbul Milletvekilimiz, Grup Başkan Vekilimiz Pervin Buldan ile Hakkari Milletvekilimiz Selma Irmak yürüttüler. Onları da önümüzdeki celsede tanık olarak dinleteceğim. Çok sayıda, yoğun bir görüşme trafiği sergilendi. Yeter ki, sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden biz ikna edelim, kendileri kapatsınlar hendek, barikatları, herhangi bir operasyon olmasın, can kaybı olmasın, yıkım olmasın.
İki-üç gün sürdü bu çabalar. Bir gün, Pervin Hanım tanık olarak gelir, ona sorular sorduğunuzda, o da detaylı anlatır, ne tür girişimlerde bulundular, ne tür çabalar sarf ettiler, orada güvenlik bürokrasisinin nasıl engeliyle karşılaştılar, tıpkı Diyarbakır Sur ilçesinde olduğu gibi. Hakkari Valisi ile neler konuştular, Kaymakam’la neler konuştular, bunlar detaylı bir şekilde anlatılır. Yani kamuoyunda, özellikle iktidar yanlısı medyanın 1 Kasım seçimlerine doğru giderken HDP’yi hendek ve barikat kazmak, HDP’yi terör örgütü gibi lanse etmek konusunda yoğun bir algı ve çaba sürdürdüğü bir dönemde, biz aslında hendek ve barikatların kapatılması için neler yapmıştık, basın neden bunları yazmıyordu, neden görmüyordu? Bütün bu çabalarımızı görmek bir yana, neden savcılar bizimle ilgili hendek, barikat sorumlusu HDP’dir veya bunların propagandasını yapan HDP’dir gibi soruşturma açıyordu. Bütün bunların anlaşılması açısından, o dönemki çabalarımızın mutlaka ortaya çıkarılması lazım.
Hükümet siyaseti devreye soksa asla ölüm yaşanmayacaktı
Hendek, barikat meselesi ilk ortaya çıktığında, bizim çağrılarımızla birlikte hükümet ferasetli davransa, siyaseti devreye soksa “gerçekten de biz bu meseleyi STK’ların, baroların, siyasi partilerin, toplumdaki kanaat önderlerinin çabasıyla, hiçbir çatışma olmadan, sahada çözmek istiyoruz” dese, Başbakan ve Cumhurbaşkanı bu konuda serinkanlı açıklamalar yapsalar, bizim çabalarımıza destek verseler asla ölüm yaşanmayacaktı. Asla yıkım yaşanmayacaktı. Ben inanıyorum ki, Silvan’dan nasıl sonuç aldıysak her yerde sonuç alacaktık. Biz siyaseti her alanda, her yerde, her ilçede devreye sokmaya çalıştık.
Ama iktidar kendisi açısından öyle bir savaş rantı elde etmişti ki. Tam da arzu ettiği şey, seçime doğru giderken HDP’yi kriminalize etme, HDP’yi terör örgütü gibi gösterme, seçimin bir kaos ortamında gerçekleşmesi AKP açısından adeta bulunmaz Hint kumaşıydı.
Ahmet Davutoğlu çözüm sürecini istemiyordu
Ceylanpınar’da iki polisin uyurken yataklarında katledildikleri günden başlayarak, Davutoğlu’nun özellikle de çok sonradan itiraf ettiği şekilde - demişti ki “benim kafamda aslında çözüm süreci 6-8 Ekim günlerinde bitmişti, ama operasyonu başlatmak Ceylanpınar Katliamından sonra mümkün oldu.” Ceylanpınar’da gerçekten de iki polis, alçakça infaz edildi. Uyuyan iki polis. Hemen olayın akabinde, Ceylanpınar Kaymakamı, durum şüphelidir, birlikte kaldıkları ev arkadaşlarıyla ilgili bir şey de olabilir diye bir açıklama yaptı aynı saatlerde. Bir kaç saat sonra mı, ertesi gün mü tam bilmiyorum, PKK olayı üstlendi. Aynı gece, bunun intikamını alıyoruz diye Kandil’e hava saldırısı başladı ve çözüm süreci fiilen aslında o gün bitti. Fiilen aslında, o güne kadar bir şekilde, yeniden biz siyasal alana çekebilir miyiz, çatışma başlamadan, karşılıklı ölümler başlamadan başarabilir miyiz diye çok uğraşıyorduk.
Halen de devam ediyordu, ama o gün, fiilen o gün daha ateşkes karşılıklı bozulmamıştı. Ama o gün Davutoğlu, büyük bir komutan edasıyla bilmem kaç uçakla Kandil’e operasyon başlamıştır diyerek, operasyonu başlattı.
O gün ben, Ceylanpınar’da o iki polisin katledilmesi üzerine çok sert açıklamalar yapmıştım. Hem olayı nefretle kınamış, hem de ciddi araştırılması, üstüne gidilmesi lazım demiştim.
Çünkü geçmiş yıllarda, örneğin ‘93 müydü ‘94 mü tam hatırlamıyorum, yine böyle devlet ile PKK arasında görüşmeler yapıldığı bir dönemde ateşkes ilan edilmişti. Bingöl’de silahsız 33 asker, silahsız, sivil, otobüsle izne giderken vahşice katledildiler. Yine ateşkes bozuldu, yine çatışmalar başladı. Yine her taraf kan revan. Şehirlerde terör eylemleri, dağlarda bombalamalar. O günden bugüne binlerce insan öldü. Ceylanpınar’da iki polis katledildi, ama mesele iki polisin acısının çok çok ötesine geçti. Çünkü o günden bu yana binlerce kişi yaşamını yitirdi. Peki ne oldu? Hükümet ferasetli basiretli davransa diyorum ya. Ceylanpınar’daki katliamla ilgili gözaltına alınanlar oldu. Yargılandılar. Çünkü dediler ki, bunlar PKK üyesidir, bunlar işin içindeler dediler. Hepsi beraat etti. Çok kısa sürede. Çünkü baktılar ki, olay başka iş. Sonra, PKK bir açıklama yaptı, dedi ki “Biz ilk başta üstlendik, ama bizim eylemimiz değilmiş.” İlginç bir şekilde.
Bu olay neden önemli? Çünkü çözüm süreci bitirildi bunun üzerinden, fiilen ateşkesi bitirdiklerini eylemleriyle duyurmaya başladılar, arkasından da bütün ülke, her yerde yeniden silah, bomba ve şiddet eylemleriyle maalesef karşı karşıya kaldı.
O katliam aydınlatılamadı, hükümet yeterince bunun üzerine gitmedi. Ahmet Davutoğlu’na akademisyen olarak saygı duyarım. Hoca olarak iyi hocadır. Başarısız bir kitap yazmış olsa da. Ama siyasetçi olarak tam bir fiyaskodur. Bu gibi durumlarda hemen ortaya çıkıp açıklama yapıp, oradan büyük bir kırılma yaratan siyasetçi Davutoğlu’dur. 6-8 Ekim’de bunu yapmıştır. Bingöl’de 4 polisin katledilip Emniyet Müdürü’nün yaralandığı olayda bir saat içerisinde çıkıp biz dört PKK’li öldürdük, intikam aldık, kanı yerde kalmadı diyen de Davutoğlu’dur. Ceylanpınar Katliamından sonra da benzer açıklamalar yapan Davutoğlu’dur.
Siyasette bunun hesabı sorulmamıştır henüz. Davutoğlu’nun bu aceleciliği neydi? Bir Başbakan olarak yargıya niye işi bırakmadı? Niye yargı görevini tamamlasın da ortaya sağlıklı bir karar çıksın demedi? Niye? Parlamento bu konuda araştırma soruşturma açmak istiyor, niye desteklemiyorsun? Sen Başbakan olarak bir saat içerisinde bu vakaları nasıl çözdün? Sen Ankara’da iken bu olaylar şunlar tarafından yapılmıştır, intikamını da aldık veya tutukladık nasıl diyebiliyorsun?
Şüphelidir. Ahmet Davutoğlu’nun bunları açıklaması lazım. Çünkü Ahmet Davutoğlu, çözüm sürecine asla inanmamış bir siyasetçidir. O, kafasında neo Osmanlıcılık dediğimiz, Osmanlı’dan kalma, bütün Arap coğrafyasını, Kürtleri, bütün Arapları, bütün mezhepleri kendi çatısı, şemsiyesi altında toplayan büyük bir üst emperyal devlet örgütlenmesini kafasında kurgulamıştır.
Ahmet Davutoğlu Kürt halkını eşit bir halk olarak görmeyi içine sindiremedi
Bunun çağımıza uymayacağını, bunun kabul görmeyeceğini anlamaktan uzak, basiretsiz bir siyasetçidir maalesef. Kendisi ile her görüşmemizde kamuoyunda da ifade ettim, yüz yüze de; bu projenin bir facia olduğunu, Suriye politikasında Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına sürüklenmesinin nedeninin de bu olduğunu, bu kafayla Kürt sorununun çözülemeyeceğini defalarca belirttim.
Bağlantısını şurada kuracağım. İddianamemle, hendek, barikat meselesi de böyle ele alındı Ahmet Davutoğlu tarafından. Yüz yüze görüşmemizde bana şunu söylemişti: “Selahattin Bey, Ortadoğu’da Kürtler bizim kanatlarımız altında olurlarsa rahat ederler.’’
Ben de kendisine aynen şunu söylemiştim: Siz artık Ortadoğu’da hiç kimseyi kanatlarınız altına almayı planlamayın. Omuz omuza durmayı deneyin. Yan yana, omuz eşitliğinde. Kanat altına alma devri bitti. İnsanlar özgür olmak istiyorlar. Herhangi bir hegemonik güç kabul etmiyorlar, etmezler. Bunu dayatmayın. Biz, böylesi bir politika değişikliği çerçevesinde her türlü girişiminizi destekleriz, ama Ortadoğu’da biz herkesi kanatlarımız altına alacağız dediğinizde, bu başarısız olur.
Ahmet Davutoğlu, Kürt halkını eşit bir halk olarak görmeyi hiçbir zaman içine sindiremedi, hiçbir zaman. Kanatlarının altına almayı düşünüyordu.
Kendisi, egemen geri kalanlar da yavru kuş, ben sizi beslerim anlayışıyla yaklaşıyordu. Çözüm sürecinden rahatsızdı bu yüzden. Recep Tayyip Erdoğan çözüm sürecini başlatmıştı, doğru. O dönem kendisiyle görüşmediğim için bir şey diyemiyorum. Ama Ahmet Davutoğlu hem Ceylanpınar’da polislerin katledilmesi, hem 6-8 Ekim olayları, hem de hendek, barikat meselesinde tam bir savaş rantçılığı yapmıştır. Oradan siyasi rantı nasıl elde ederim diye, tam bir savaş rantçılığı yapmış ve çözüm sürecinin bitmesinde çok çok aceleci davranmıştır.
Tabii Cumhurbaşkanı ve şu andaki AKP Genel Başkanı da bundan çok geri durmamıştır. Biz hendek, barikat kapatmak için çaba sarf ettikçe, yolumuzu tıkadılar. Güvenlik bürokrasisini destekleyip “hayır biz bu ili operasyonla çözeceğiz” dediler. Ahmet Davutoğlu kışkırtıcı açıklamalar yaptı, “önce Cizre’yi temizleyeceğiz”, bunların hepsi yok edilene kadar operasyon sürecek” dedi.
Siyasetin işi sorun çözmektir
İnsan, kendi ülkesinde suç işliyor olsa dahi bir yurttaşına bu şekilde davranamaz. Bu şekilde karar alamaz bir siyasi irade. Güvenlik personeli kendisine talimat verildiğinde hukuka uygun operasyon yapar, yapmazsa suç işlemiş olur. Bu, güvenlik personelinin işi. Ama siyasetçinin işi yargı, darbe ve güvenlik personelinden farklıdır.
Milletvekili terörle mücadele elemanı değildir. Siyasi partiler terörle mücadele enstrümanı değildir. Terörle mücadele başladığında, o güvenlik personelinin işidir, ama terörle mücadele anlayışında bir çözüm aramak da siyasetin işidir. Yargıdan siyasetin farkı da budur.
Yargı uzlaşma yeri değildir. Yargı uzlaşma aramaz, bağlı olduğu bir yasa vardır, dosyaya bağlıdır, ona uygun bir şekilde adil olarak karar vermek zorundadır. Ama siyaset öyle değildir, siyaset uzlaşır, ilkeler arayışına girer, yargı gibi soğuk bir zemin değildir, sınırları köşeleri belli bir zemin değildir siyaset.
Yasa dışı örgütle de görüşür, terör örgütüyle de görüşür, suçluyla da görüşür; siyaset bir tür, tabiri caiz ise, hastalık öncesi önleme mekanizmasıdır, önleyici tedbirdir. Yargıda önleyici tedbir yoktur, yargı sonuç ortaya çıktıktan sonra devreye girer, siyasetçi sonuç ortaya çıkmadan önce devreye girer.
Bizim yaptığımız bu önleyici tedbir girişimlerinin tamamı yargı konusu haline gelmiştir. Siyaset bunu yapmazsa, yargı gibi davranırsa neyi çözebilirsiniz? Ben terörle mücadele elemanı değilim. Milletin seçtiği bir milletvekiliyim. Ben terörle mücadele konseptine uygun davranmak zorunda da değilim. O, hükümetin politikasıdır, ben bunu kabul etmiyorum, eleştiriyorum.
Hükümetin terörle mücadele elemanı, personeli var; olan yapsın, ama ben o enstrüman değilim. Alternatifim ben. Siyasi çözüm alternatifiyim. Ve bunu da konuşarak yaparım, diyalog kurarak yaparım. Kandil ile de konuşurum, İmralı ile de konuşurum, hendek barikattakilerle de konuşurum. AKP de bunu yapmadı mı? 93’ten beri PKK ile 7 defa çözüm süreçleri yürütüldü, ateşkesler ilan edildi.
Karşılıklı görüşmeler yapıldı, Bekaa Vadisi’nde de yapıldı, Kandil’de de yapıldı, Oslo’da da yapıldı, İmralı’da da yapıldı, Ankara’da da...
Siyaset budur işte. Peki bundan dolayı yargılanan tek bir bürokrat, tek bir hükümet mensubu var mıdır 93’ten bu yana? Hayır. Ama biz yargılanıyoruz. Biz iktidar değiliz diye mi yargılanıyoruz? Sadece iktidara münasip bir hak mıdır siyaset yapma hakkı? Biz de hendek, barikata böyle çözüm bulmaya çalıştık.
Dün belirtmiştim, evet bizim birinci arayışımız, hendek, barikatı gerçekten o insanlar kendileri kapatsınlar, ikna edelim. Biz kabul etmedik, yanlış olduğunu söyledik. Gezdik milletvekili arkadaşlarımla birlikte, 12 ilçede çağrı yaptık. Ama ben bunu yaparken, Ahmet Davutoğlu’na da şu hakkı vermedim; sen de istediğini yapabilirsin kardeşim. Şehirler yakıp yıkabilirsin tamam. Ben hendek, barikata karşıyım sen de bundan faydalanarak nasıl olsa HDP de karşı, gerekiyorsa F-16 ile Cizre’yi bombalarım diyemezsin.
Benim bir görevim hendek, barikatın kapatılmasını sağlamaksa, bir görevim de oradaki insanların hakkını hukukunu korumaktır. Siviller katledilirken, onların sesi soluğu olmaktır, onu durdurmaktır, engellemektir. İkisini aynı anda yapmaya çalıştık biz. Hem hendek, barikatı kapatmak için girişimlerimiz sürüyordu, hem de bütün bu katliamları önlemek için girişimleriniz sürüyordu.
Tankların şehirleri bombalamasının neresi kanuna uygun
Bakın, elinde silah olan birini de, yasa dışı birini de, mafya olur, terörist olur, cinayet zanlısı olur, elinde silah vardır o anda, onu öldürmenin bile yasada koşulu vardır. Nasıl onun etkisiz hale getirileceğinin yasada geniş tarifi vardır. Teslim ol çağrısı yaparsın sağ yakalayabilmek için. Koşulları zorlarsın, orantılı bir şekilde giderek artan şiddet kullanırsın.
Yani temel hedef, onu canlı yakalayıp adaletin önüne çıkarmaktır. Güvenlik personelinin birinci hedefi budur. Ama hayır, bunu başaramıyorsa, kendi can güvenliği ve başkasının can güvenliği tehdit altındaysa, etkisiz hale getirecek şekilde silah kullanabilir. Bunlar yasada tariflenmiş.
Peki paletli tankla, Cizre’nin tepesine tank koyup apartmanları havaya uçurmanın neyi kanuna uygun olabilir? Sur’da paletli tankla bütün mahalleleri dümdüz etmenin neyi kanuna uygun olabilir?
Biz buna da karşı çıktık. İddianamede 7 tane fezleke buna dairdir. Sen misin Sur’da, Cizre’de katliam var diyen, operasyonları durdurun diyen… Operasyonları durdurun diye yürüyüş yaptı [Gazete kupürü gösteriyor] Demirtaş, hendek, barikata sahip çıktı. Demirtaş çukura sahip çıktı.
Bunu yazan alçaklar bir tek gün bizim çabalarımızı hendek, barikatın kapatılması çabalarımızı yazmadılar.
Biz Cizre’de, dün dediğim gibi neredeyse on kilometre dağ taş yürüyüp Cizre’ye ulaşmaya çalıştık. Sağlık durumu iyi olmadığı için Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ı çağırmayacaktım, ama duruşmada kendisi. Cizre girişimlerimizin de tanığı Dengir Bey’dir. Kendisi Ankara’da o dönem bir hükümet yetkilisi ile konuştu. Sokağa çıkma yasağının kaldırılması için eşbaşkanlarımız, milletvekillerimiz Cizre’ye doğru gidiyorlar, oradakilerle görüşme ve diyalog halinde hendek, barikatın kapatılması için uğraşacaklar, ama sokağa çıkma yasağı var, Cizre’ye giriş yapamıyorlar, kaldırılsın ki bu konuda çaba sarf edilsin diye…
Dengir Bey bunun tanığıdır, Cizre için kendisi çok çaba sarf etmiştir. Ha keza Nusaybin için Mithat Sancar hocamız çok çaba sarf etmiştir. Şırnak için Mithat Sancar hocamız çok çaba sarf etmiştir. Gelip bunları tanıklıklarıyla anlatacaklardır. Bunları basın yazmaz, tabii ki bunları savcılar görmezden gelir. Valiler, İçişleri Bakanı, Başbakan, bunlar yokmuş gibi davranır, hepsi bundan haberdardı. Bu girişimlerimizi biliyordu, onların engellemelerine rağmen biz yapmaya devam ediyorduk. Ve her açıklamamda altını çize çize belirtmişim, kardeşim burada asker, polis yaşamını yitiriyor bunlar da can durdurmamız lazım.
Ben yürüyüş yaparken bazı yerlerde jandarmalar, bazı yerlerde polisler önüme geçip durdurmaya çalışıyorlardı, emir almışlardı. Şunu söylüyorlardı benim kulağıma - Cizre’ye giderken, Diyarbakır’da Sur’a giderken hatırlıyorum durdurmaya çalıştıkları yerde - diyorlardı ki, lütfen bu meseleyi çözün. Biz emir aldık, ama lütfen uğraşın başkanım, lütfen siz bu meseleyi çözün.
Beni hem durdurmaya çalışıyor, hem de durmayın diyor yani. Çünkü ölmek de öldürmek de istemiyor. Bu insanlar mecbur değiller, kendi ülkesinde iç hareketlere bu şekilde canını vermeye mecbur değil.
Çünkü biliyor ki, Selahattin Demirtaş ve arkadaşlar onun canı için de yürüyor. Onun üstündeki üniforması, onun üstündeki kıyafeti, onun insan kimliğini ortadan kaldırmaz. “Önce insan” demek zorundayız. Yani Ceylanpınar’da katledilen polisler benim kardeşim değilse, onun canı için benim canım yanmayacaksa, ben de insan değilimdir.
Ama hendek, barikatta öldürülen o genç de benim yüreğimi yakmıyorsa, ben kendimi sorumlu hissetmiyorsam, insan değilimdir. O öldürüldü orada. Niye öldürüldü? Siyasetçi olarak çözüm bulamadık, o yüzden öldürüldü. Asker, polis öldürüldü. Niye? Siyasetçi olarak çözüm bulamadık, o yüzden öldüler.
Biz bu sorumluluğumuzu kabul ederek yollarda, meydanlardaydık. Ankara’daki beyefendiler devletin verdiği güçle, devleti ele geçirmenin verdiği özgüvenle ortalığı yakıp yıkarız diyorlardı. Millet size bunun için oy vermedi; diyorlar ya, HDP’ye millet hendek, barikat kazın diye mi oy verdi, milletin bize verdiği oyun hakkını veriyorduk biz orada. Hendek, barikatı kapatmak için uğraşıyorduk. Peki millet size gidin Cizre’yi yakın yıkın diye mi oy verdi, gidin Sur’u dümdüz edin diye mi oy verdi?
F tipi hücremde çok huzurluyum
Siyasetçisiniz ya. Polisin işi bu değildir. Jandarmanın, Kara Kuvvetlerinin işi bu değildir, onlara emir verilir, operasyon yaparlar. Ama siyasetçinin işi alternatifleri oluşturmak, alternatifleri zorlamaktır. Bunu yapmayan siyasetçi ucuz politikacıdır, basiretsizdir, kan emicidir. Bin defa şükür olsun ki Rabbimize, biz bunun için vicdanen rahatız, sonuna kadar uğraştık. Sonuç aldığımız yer oldu, tek bir insanın canının kurtulmasına benim çabalarımın katkısı olmuşsa, ben onun için bin yıl yatarım.
Tek bir annenin yüreğinin yanmasını engellemişsem, ki eminim çok sayıda annenin yüreği yanmaktan kurtulmuştur, o anneler kimdir bilmem, o anneler de farkında değildir, bilemeyiz. Kaderi bilemeyiz çünkü. Allah’ın emridir, nerede kim vurulur bilemeyiz, ama biz çatışmanın derinleşmesini önlemişsek, bizler çözüm sürecini bir gün bile uzatmaya çalışıp, insanların canını bir gün bile olsa kurtarmışsak, bunun için ben bin yıl yatarım.
Peki binlerce insanın katliamından sorumlu olanlar, lüks içerinde yaşayıp bütün devleti ele geçirip, kudretli iktidarların keyfini sürseler bile, benim F tipi hücrede duyduğum huzuru duyabilirler mi, duyamazlar. Ben çok huzurluyum. En lüks saraydan bile daha huzurlu bir şekilde, Edirne’de F tipi hücremde yatıyorum, yatmaya da devam edeceğim. Ne mahkemenizden bir adalet beklentim var, ne adaletin gerçekleşeceğine dair bir inancım var, ne de bu dosyada en küçük bir adil yargılama yapılacağına dair inancım var. Yok.
Soruşturma başladığından beri belli, devam ederken belli. Heyetiniz de dahil olmak üzere verdiği ara kararlarda benim siyasetçi kimliğimi, dört yıllığına seçilmiş olup 15 ayımı milletvekilliğinden uzak, bir hücrede geçirmiş olmamı değerlendirmeye bile tabi tutmuyorsunuz. Ara kararınızda, CMK’nın bilmem hangi maddesini dayanak gösterip, “tutukluluğunun devamına” diyorsunuz, yani adil yargılama yapılmayacağı başından beri belli, sonuna kadar da öyle gidecek.
Aslında ben burada bu suçlamalara savunma yapmak için gelmiyorum. Suçları teşhir etmeye geliyorum. Bana karşı ve halkımıza karşı işlenen suçları, siyasetin suçlarını, yargının işlediği suçları tarihe not düşmek istiyorum.
Sonunda da kararı siz vereceksiniz. Ben sizin aklınızı ve vicdanınızı okuyamam, ama hakimler kararlarıyla konuşurlar. Kararlarınıza bakarak diyorum ki, siz adil yargılamadınız, adil de yargılamayacaksınız. Çünkü siyaset her yerde hakim. Siyaset yargının yüzde 80’ini baskı altına almış, yüzde 15-20’sini de kontrol altına almış durumda.
Yargı bağımsız olabilmek için çırpınıyor. Özgür olabilmek için çırpınıyor. Olumlu bir karar bir yerden çıkınca, hükümet hep birlikte oraya saldırıp boğmaya çalışıyor. AYM’den bir karar çıkıyor, oraya saldırıyorlar, bir ağır ceza mahkemesi bir karar veriyor oraya saldırıyorlar.
Yani dolayısıyla Selahattin Demirtaş dosyası, bu dava için söylemiyorum sadece, asliye cezada yargılandığım dosyalarda da asliye ceza hakimleri öyle bir baskı altında dosyaları sürdürüyorlar ki, inanılmaz bir şey. Bu nedenle bu fezlekeler, tümüyle iktidarı rahatlatmak, iktidarın önündeki muhalefet engelini kaldırmak, mümkünse Demirtaş’ı siyaset dışı bırakmak için büyük bir çaba, büyük bir uğraştır.
Cezaevinde ölürsem tabutumu dik çıkarsınlar, yatay çıkarmasınlar
Bu dosya açısından söylemiyorum. Fakat başka dosyalara da beni bir an önce siyasi yasaklı konumuna düşürmek için özel olarak bazı hakimlere baskı yapıldığını biliyorum. Böyle mi adalet sağlanacak peki? Biz bu yargıya mı güveneceğiz? Kusura bakmasınlar.
Fakat benim ölüm, bazılarının dirisinden daha fazla siyaset yapar. Ben siyasi yasaklı olunca, mahkeme benim hakkımda TCK 53’e göre karar verdiği zaman şunu da yazmıyor oraya: “Halkla arasındaki sevgi ve saygı bağının da koparılmasına” diyemiyor. Hiçbir mahkeme böyle bir karar alamıyor. Hakkımda ömür boyu siyaset yasağı da konulsa, ben siyasetçiyim, halkımla birlikte her yerde siyasetimi yaparım. Hücrede de yaparım.
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimini belirleyecek olan biziz. Kilit biziz, anahtarı biziz. Siyasi yasaklı olsam da biziz, olmasam da biziz. Kilit bizim elimizde. Bakalım, ne yapacaklar göreceğiz. Yargı buna alet olacak mı olmayacak mı, göreceğiz. Ama dediğim gibi, ben oraya dik girdim, Edirne Cezaevine. Oradan da dik çıkacağım. Benim arkadaşlarıma vasiyetim de, ben orada ölürsem tabutumu da dik çıkarsınlar, yatay çıkarmasınlar.
Cizre ile ilgili üç fezlekemde, oradaki insan hakları ihlalleriyle ilgili katliam demiş diye örgüt propagandası davası var. Siz şeye takıldınız herhalde, tabutun dik çıkarılmasına.
Hakim: Yok yok, takılmadık, siz devam edin.
Ölçüsüzlükte sınır tanımayan bir yargı baskısıyla karşı karşıyayım
Dolayısıyla, özellikle Cizre’de yaşanan insan hakları ihlallerine dair o dönemde benim o konuşmaları yapmama sebep olan hak ihlallerini anlatmak istiyorum ki, niye konuşmuşum öyle? Niye hükümeti sert eleştirmişim öyle? Neden katliam demişim? Bu bir örgüt propagandası mıdır, yoksa realiteye dayalı altyapısı var mıdır?
Biliyorsunuz, iftira suçunda bile eğer söz konusu isnatla ilgili ispat gerçekleşirse, iftira ortadan kalkar. Ben orada katliam var dediğimde bu bir terör propagandasıysa, orada katliam izlenimi uyandıran ya da katliam diyebileceğim hiçbir şeyin olmaması lazım ki, ya da ben kafamdan uydurmuş olayım ki, benim derdim orada aslında insanların hakkını ve hukukunu aramak değil de bir terör örgütünün propagandasını yapmak olsun. Böyle değerlendirilebilir ancak.
Ortada hiçbir ihmal olmayacak, orada gerçekten bir terörle mücadele var, eli silahlı teröristler var ve güvenlik güçleriyle çatışıyorlar, ben de çıkıp diyorum ki, oradaki YPS’lilerin, silahlı gençlerin mücadelesini desteklemek için çıkıp diyorum ki, hükümet sivil katliamı yapıyor, hükümet hak ihlali yapıyor, böylece onları rahatlatacağım, onların silahla mukavemetlerini bu şekilde siyasetçi olarak destekleyeceğim. Fezlekenin anlayışı bu.
Peki öyle değilse? Peki sivil insanlar katledilmişse? Peki ortada cenazeler varsa? O zaman ne olacak? O zaman ortaya başka bir suç çıkıyor. Benim işlediğim suç değil, sivilleri katledenlerin suçu çıkıyor. O yüzden anlatmam gerekiyor. Üç tane fezlekem doğrudan bu meseleyle ilgili.
Ayrıca 6-7 dosya da Cumhurbaşkanı’na hakaret, Başbakan’a hakaret, güvenlik güçlerine hakaretten devam ediyor. Bir konuşmadan, tek bir konuşmadan 7 tane dava açılmış. Biri burada - dosyanızda örgüt propagandası - 4 tanesi Diyarbakır’da, 2 tanesi de Mardin’de. Onlar da Cumhurbaşkanı, Başbakan ve güvenlik güçlerine hakaret dosyası. Tek bir konuşma.
Yani, ölçüsüzlükte sınır tanımayan bir yargı baskısıyla karşı karşıya kaldım gerçekten. Yaptığım tek şey de, Cizre’deki katliamları anlatmaktan ibaret olan bir konuşmaydı.
Dosyada, bir insan hakları örgütü olan MAZLUM-DER’in Çatışma ve İzleme Çözüm Grubu’nun hazırladığı 4-6 Mart 2016 tarihli Cizre İnceleme ve Gözlem Raporu’nu göreceksiniz. Bu bir insan hakları örgütü, biliyorsunuz. MAZLUM-DER ulusal düzeyde çalışan bir insan hakları kurumu. Kapsamlı bir şekilde kendi gözlemlerini aktarmışlar. MAZLUM-DER, partimizle siyasi ideolojik hiçbir bağlantısı olmayan bir örgüttür. MAZLUM-DER’in gerçekten de yaptığı çalışmalara hep güvenirim. İHD’de başkanlık yapmış biri olarak biliyorum. İHD de öyledir, MAZLUM-DER de. Raporları var, kapsamlı bir şekilde.
TTB‘nin, gidip incelediler, hazırladığı rapor var burada. Baroların hazırladığı rapor var. TİHV’nın raporu var. ÖHD raporu var. GABB (Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği) raporu var. Partimizin de raporu var, CHP’nin de raporu var. Yani çok sayıda farklı kesim Cizre ile Silopi ile ilgili rapor hazırlamış.
Dün size, bir yaşlı kadının cenazesinden söz ettim. 76 yaşında, Taybet Ana. Dosyada fotoğrafı var mı bilemiyorum, aslında o kadar çok çıktı ki o dönemde, Silopi’de kendi evinin önünde keskin nişancı kurşunuyla öldürüldü, 76 yaşında.
Hiç bir insanın vicdanı yaşlı bir kadının vurulmuş olarak sokak ortasında bırakılmasına razı olmaz
Bizler de parlamentodaydık o zaman. Tabii cep telefonları çalışıyor, sokağa çıkma yasağı var, ama herkes Cizre’de, evlerinde. Milletvekillerimizi aradılar. Dediler ki, “Annemiz vuruldu, fakat biz kapıdan çıkar çıkmaz ateş ediliyor, cenazeyi alamıyoruz.” Henüz ilk saatler.
Arkadaşlar Bakanlık’la, müsteşarlıkla görüştüler. Kaymakama, Valiye ulaşmaya çalıştılar. 76 yaşında bir kadın vurulmuş, yaşıyor mu ölü mü belli değil, ama kendisine ulaşılamıyor. Yani ambulansın gitmesine izin verin ya da çocukları almak istiyor, izin verin. Daha ilk saatlerde arkadaşlarımız girişimlere başladılar.
Ben o kadar kısa sürede çözüleceğini düşündüm ki. Çünkü, kendisine insanım diyen hiç bir insanın, 76 yaşındaki yaşlı bir kadının vurulmuş sokak ortasında bırakılmasına vicdanı razı olmaz O saatlerde çözülür diye düşündüm. Fakat akşam dediler ki, “halen alınamamış.” İnanamadım.
Tam 7 gün sürdü. Ahmet Davutoğlu’na parlamento kürsüsünden çağrı yaptım, rica ettim. Her şey bir yana - bizim hatamız var, sizin hatanız var bırakıyorum bir tarafa - sizden rica ediyorum. 6 gün oldu, bir yaşlı kadının cenazesi sokaktan alınmadı.
Sen Müslüman, o kadın Müslüman, ben Müslüman. İnsanız ya. Sen de Başbakan’sın. 6 gündür bürokratlarınız duyarsızlar. Güvenlik güçleri izin vermiyor, cenaze alınamıyor. Alınamadı. Cenazeyi almak isteyen damadı da öldürüldü. O şekilde Taybet Ana’nın cenazesini alabildiler. Peki alabildiler de, defnedebildiler mi? Defnine izin verilmedi. Evinden çıkamadı. Cenazeyle günlerce evde beklediler. 2015 Türkiye’sinde yaşandı bunlar. Ben insanlığımdan utandım, bunlar insanlıklarından utanmadılar. Ben o açıklamaları yaparken aklımda bunlar vardı.
DBP, partimin en büyük kurucu partisidir. Bizim eski BDP’dir. Benim eski partimdir. Onun Parti Meclisi üyesi Sevê Demir, yıllarca birlikte çalıştığım bir arkadaşım. Silopi’de yakın mesafeden, ağır bir silahla kafası parçalanarak öldürüldü. Fotoğraflarını gördüm.
Dediler ki, bir terörist öldürdük. Parti Meclisi üyemiz Sevê Demir. Ben bunu görüyordum, o açıklamaları yaparken. Herkes “terörist öldürüldü” diyordu da, ben onun Sevê Demir olduğunu biliyordum. Silopililer biliyordu. Bizim bütün partililerimiz biliyordu.
Cemile Çağırga. 6 Eylül 2015’te küçük bir çocuk. Annesi şunu söylüyor: Sokağa çıkma yasağı vardı. Cemile’nin hastaneye götürülemediğini ve bundan dolayı öldüğünü söylemiş. Peki nasıl? Kızım benim ellerimi tutmuştu ve sadece “Ax daye” yani Kürtçe “ah anne” diyebildi. Kurşun koltuk altından girmişti ve ellerimi tutarken öldü. Küçük kız, annesinin elini tutarken, kendi mahallelerinde, kendi sokaklarında komşuya giderken küçük kız öldürüldü.
İnsan haklarını savunmak terör propagandası mı?
Peki ne oldu? Tam 29 gün kendi kızının cesediyle uyudu annesi. Defnedilmesine izin verilmedi. Evdeki ticari buzdolabında bekletildi cenaze. Tam 29 gün, biz onun defnedilmesi için Ankara’da kıyameti kopardık, sokağa çıkma yasağı var, çıkanı öldürürüz dediler. Cemile Çağırga, 29 gün boyunca çocuğu buzdolabında, birlikte evde beklediler.
Bu, terör propagandası mıdır? Eğer bunun öyle olduğunu düşünüyorsanız mahkemeniz bir naip hakim atamalı, dediğim olay araştırılmalıdır. İki vaka. Şurada dosyada en az bin tane vaka vardır; Taybet Ana, Cemile Çağırga vakası.
İnsanı insanlığından utandıran iki vaka. Taybet Ana’yı, diyebilirler ki, YPS’liler öldürdü, tamam. E peki onlar mı cenazesinin alınmasını engelledi? Ben Taybet Ana’yı kim öldürdü bilmiyorum, ortaya çıkmadı. Velev ki diğerleri öldürdü. Onlar mı cenazeyi engellediler?
7 gün boyunca siz bırakmadınız. Yalvar yakar olduk, rica ettik, hayır dediniz. İbretlik olacak dedik ibretlik. Cenazeniz orada kalacak, yerde çürüyecek, onurunuz kırılacak, anlayacaksınız. Kürtler olarak bu devlete böyle yapılmazmış, burnunuzu sürteceğiz. O anlayışla yaptılar. Cemile Çağırga’yı 29 gün buzdolabında bekleten anlayış olsa olsa bir faşist anlayış olur. İnsanlığından çıkmış anlayış olur. Benim bunu söylemem, bunun üzerine çıkıp hükümete bas bas bağırmam, terör örgütü propagandası olmaz. Bunu yapanlar terörist olur, olsa olsa. Başka bir şey olamaz.
Mahkemeniz naip hakim atasın, bu iki vakayı incelesin. Olmuş mu olmamış mı? Ortada Taybet Ana diye bir şey yoksa, Cemile Çağırga diye bir şey yoksa, bu dosyada yüzlerce insan onurunu, haysiyetini inciten vaka yoksa, insanların yatak odalarına girip duvarlarına, aynalarına sinkaflı küfürler yazılmamışsa, kadınların özel eşyaları orada ne yapılıp hakaret edilmemişse, -naip hakim gönderelim- yapılmamışsa ben çıkacağım, özür dileyeceğim ve diyeceğim ki, benim yaptığım terör propagandasıydı. Bunların hiçbiri olmamış demek ki, ben sırf hendek, barikatı korumak için yapmışım diyeceğim, kabul edeceğim. Kamuoyundan da özür dileyip, siyaseti bırakıp gidip ömür boyu cezaevinde yatacağım. Ama bunlar oldu, oldu. Hepsi oldu.
Onlarca insanın yatak odasına girip hakaretlerle çamaşırlarını ortalığa döküp, fotoğraflarını çekip, JÖH, PÖH hesaplarından sosyal medyaya attılar. Sabah gazetesinde, Yeni Şafak’ta bunları okuyamazsınız. ATV’de göremezsiniz. Ama biz görüyoruz. Bugün yasaklanan gazeteler, kapatılan televizyon kanalları bunları yayımlayamıyor. Yargı olarak sizler KHK’leri kabul edip bunları kapattırdınız. Toplum artık bunları da duyamıyor.
İnsanların kırılan onurlarını, incinen haysiyetlerini toparlayabilmeleri için çabaladık
Ben terör örgütü propagandası yapmadım. Ne terör, ne propagandası? Kendi partimin bile propagandasını yapmadım. İnsanların acılarının peşinden koştuk. İnsanların; kırılan onurlarını, incinen haysiyetlerini toparlayabilmeleri için seçtikleri milletvekilleri olarak bunun çabasını sürdürdük.
Bununla ilgili açılmış tek bir dava var mı? Cizre’de bu hakareti yapan, bu haysiyetsizlikleri yapanlarla ilgili açılmış bir dava var mı? Yok. Ne oldu? Bu alçaklar sonradan darbeci olmadı mı? Dün tek tek saydım hepsini. Normal bir insan bunu yapmaz. Bunu yapanın derdi başkadır. Kürt’ün onurunu kırıp, bir daha da toplumsal bütünleşme sağlanmasın, hükümet zor durumda kalsın, ordu inisiyatif alsın, kaos oluşsun, terör bitmesin, şiddet bitmesin, savaş bitmesin. Bunun için yapar. Ama onlar, bunu yaparken hükümet de onu pohpohlarsa, o hükümet de o suça bulaşır. AKP bunu yapmıştır işte. Yargı da buna göz yummuştur. Şu anda darbe davalarında bunların hiçbiri sorgulanamıyor, sorulamıyor. Ne talihsizliktir ki, benim şu savunma yaptığım kürsüde, bunu yapanlar da sizin tarafınızdan yargılanıyorlar. Darbeciler. Onların yaptıklarını, alçaklıkları eleştirmişim diye siz hem onu yargılıyorsunuz hem de beni yargılıyorsunuz.
O yüzden ben, mahkemenizle ilgili gerçekten de tartışma açmak istemiyorum, çünkü önemli davalar da sürdürüyorsunuz. O davalar çok önemli. “Mahkemeler adil yargılama yapmıyor, mahkemeler tümüyle boştur” diyemem, bana karşı tutumu eleştirebiliyorum. Çünkü çok kritik davalar sürdürüyorsunuz. Alçaklıkların artık dibe vurduğu, tavan yaptığı meselelerde de karar verecek heyetsiniz. Hiçleştiremem o yüzden. Beni yargılıyorsunuz diye “siz yargıç değilsiniz” diyemem.
Ama şunu da unutmayın, karşınızda burada dizilip de 15 Temmuz sırasında da öncesinde de yaptığı alçaklıklarının hesabını verenlere ben orada laf söylemişim. O konuşmalar bunlara karşıdır. Ve onları destekleyen hükümete karşıdır. Ben de sanığım, onlar da sanık. Ayıptır.
Cizre’deki katliamdan yargılanan tek bir güvenlik görevlisi yok. Roboski’de 34 köylü F-16 ile bombalandı, öldürüldü. Bir onbaşı bile kınama cezası almadı. Siz bir trafik kazası yapsanız 8’de 1 kusurunuz olsa, hiçbir ceza almazsanız para cezası alırsınız. Kazadır dersiniz. Roboski kaza ise bu kazanın da bir sorumlusu olmalı? En azından kaza kim tarafından yapıldı? Anlatabiliyor muyum? Roboski’yi teşhir ettiği için, kardeşi, bütün ailesi orada katledilen Şırnak milletvekilimiz Ferhat Encü, Roboski’nin üstüne gittiği, açığa çıkması için uğraştığından ceza aldı, tutuklandı, milletvekilliği düşürüldü, ama Roboski Katliamından tek bir sivil, asker, bürokrat, siyasetçi yargılanmadı.
Kim ki ülkeyi ben kurtarırım diyorsa, yalan söylüyordur
Böyle olmamalı. Türkiye Cumhuriyet Devleti yoluna böyle devam edemez. Biz bu kadar badire atlatmış bir ülke olarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, isyanlar, sürgünler, sıkıyönetim mahkemeleri, istiklal mahkemeleri, katliamlar, bütün bunların üstünü örte örte Türkiye Cumhuriyeti Devleti güçlenemez, büyüyemez. Hukuk ve demokrasi devleti olamaz. Demokratik bir hukuk devleti asla olamaz. Devleti korumak bu değildir. Devleti yüceltmek bu değildir. “Benim devletim halkına işkence yapmıştır, ama olsun benim devletim yaptığı için, devleti kötülemek yerine üstünü örteyim, daha iyidir. Devlet görevi yaparken cinayet, tecavüz suçu işlemiştir, çünkü ortaya çıkarsa devlet zafiyete uğrar.” Bu şekilde devleti güçlendirmek mümkün değildir.
Bu şekilde ancak çürümüş bir devletle gidilir. Dün İbn-i Haldun’dan bahsettim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 15 yıllık AKP iktidarında devletin idari mekanizması, hukuk mekanizması ve siyaset kurumu ölme aşamasına gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1923’de doğmuştur, büyümüştür ve AKP sayesinde şu anda ölme aşamasındadır.
Kurtuluş var mıdır, elbette. Demokratik reform. Cesur olacağız. Herkes kendisiyle yüzleşecek. Hatasıyla yüzleşecek. Yönümüzü demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne döneceğiz. Kim ne yapmış olursa olsun bugüne kadar. Recep Tayyip Erdoğan’ın da bunu yapması lazım, Devlet Bahçeli’nin de, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da, bizim de bunu yapmamız lazım. Yargının da yapması lazım, üniversitelerin de yapması lazım. Ülkeyi kurtarmanın biricik yolu budur.
Kim ki ülkeyi ben kurtarırım diyorsa, yalan söylüyordur. Biz kurtarırız ülkeyi, biz. Birlikte. Partimizin, ailemizin, ideolojimizin yakın çıkarını düşünerek değil. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, idari olarak, yargısal olarak ölmek üzeredir. Siyaset kurumu ölmek üzeredir.
Toparlamanın tek yolu kamplaşmayı, kutuplaşmayı durdurmaktır. Seçime bu şekilde, birbirimizi boğazlayacak şekilde gitmek yerine, en gelişmiş toplumsal demokratik uzlaşıya doğru bir yol haritası çizmek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yeni bir demokratik raya oturtmaktır. Bunu başarmak lazım. Benim burada yargılanmam buna hizmet etmiyor. Asla etmiyor. Bu şekilde beni tutmanız buna fayda etmiyor, etmeyecek. Ben buradan, bu kürsüden bütün partililerime, arkadaşlarıma, bana güvenen, seven sayan herkese şu mahkeme kürsüsünden de çağrı yaparım. Asla şiddete, bombaya, silaha, kimden gelirse gelsin meyletmeyin, destek vermeyin, sempati duymayın. Kamplaşmayın, kutuplaşmayın, kimseyi düşman olarak görmeyin. Ben bin sene ceza alsam da, bunu yapmayın, öfkeyle hareket etmeyin.
Elimden bu geliyor. Mahkeme kürsüsünden bu kadar yapabiliyorum. Umarım ki, bu çağrılarım, bu yargılama büyük öfkeye neden olmak yerine başka şeylerin vesilesi olur. Ben inanıyorum, partim bu konuda zaten çabalarını sürdürüyor, ama partililerimiz olmasa bile bizi seven, sayan insanlar bu yoldan şaşmayacaktır. Başıma ne gelirse gelsin. Kan kanla yıkanmaz. Adaletsizlik de öfkeyle, kinle giderilemez. Adaletsizlik ancak adaletin peşinde koşmakla giderilir. Ben bunun için Edirne’den bu zulmü çekip buraya geliyorum. Yoksa adalet, bu salonda gerçekleşmeyecek. Adalet toplumun, genel kamunun vicdanında gerçekleşecek. Orada da ben aklanacağıma inanıyorum. Toplumun beni önemli ölçüde anladığına inanıyorum.
Ben PKK’nin silah bırakmasını istedim, savundum, çıkış koşullarını anlamaya çalıştım
23 Haziran 2016. Ağrı’da yaptığım bir mitingdeki çağrı. Dirayet Taşdemir, Berdan Öztürk Ağrı milletvekillerimiz. Sırrı Sakık ve Mukaddes Kubilay Ağrı Belediye başkanlarımız ile birlikte konuşmuşuz. Sadece bir kısmını söyleyeyim:
“Ben bugüne kadar hiçbir gencin dağa çıkmasını teşvik etmedim. Ben siyasi bir partinin Eş Genel Başkanıyım. Eğer bir genci teşvik edeceksem, önce benim onu yapmam lazım. Ben buradaysam gençlerimizi partime çağırırım. Gelin siyaset yapın, birlikte bu partide mücadele edelim” diyorum. Mitingde yaptığım çağrı bu.
Benim bütün siyasi hayatım bununla geçti, ama ben siyasette de kaypak olmadım. Aklımdan geçen her şeyi de vicdanımla tartıp ağzımdan çıkardım. Yargılanırım diye korkmadım. Tutuklanırım diye korkmadım. Hakikati söyledim, inandığım şeyleri söyledim. Kürt halkının haklarını savundum.
Türklerin haklarını savundum. Alevilerin haklarını savundum. İşçi, kadın, çiftçi, öğrenci, ezilen kim varsa savundum. Korkmadım bundan. Kim ne der buna bakmadım, burada da bakmam.
Ama ben hiçbir zaman ne PKK üyesi oldum ne yöneticisi oldum. Ne talimat aldım, ne talimat verdim. Bunu hiçbir savcı ispatlayamaz. Neden? Neye dayanarak söylüyorum? Ben biliyorum. İnsan kendi vicdanını bilir.
Ben partimin propagandasını bile yapmaya fırsat bulamadım, savcı PKK propagandası yapmışsın diye 500 sayfa iddianame hazırlamış. Bu cinayetlerden, bu savaşlardan partimin propagandasını yapmaya fırsat bulamadım ve 1 Kasım seçimlerine girdim partimle birlikte. Ne PKK propagandası? HDP’nin propagandasını yapamadım ben.
Hiçbir zaman da PKK’nin propagandasını yapmadım, yapmam da. Ben PKK’nin silah bırakmasını istedim, savundum. Çıkış koşullarını anlamaya çalıştım. Ki nitekim çözüm süreci bu anlayış üzerinden ortaya çıktı. 80’lerin koşulları farklıydı, 90’ların koşulları farklıydı. İşkenceler, zulümler vs. Ama biz dedik ki, “siyaset kanallarını açtık, silahları bırakın” Çağrımızı yaptık.
Bugün bu mahkeme salonlarında da aynı noktadayım. Bunun yolu budur. Türkiye’de bizler, demokratik siyasetle sorunlarımızı çözmeliyiz. Ama PKK diye bir gerçek var. Onun üzerinde tek yetkili ve en etkili kişi var, Abdullah Öcalan. Gidin görüşün. PKK ile de Öcalan’la da görüşün. Silah, şiddet meselesini de çözün. Demokratik siyasette de bizler Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme konusunda elimizden geleni yapalım. En azından bu büyük sorunu, bu kadar kritik dönemde el birliğiyle çözelim.
Mesela bu nasıl örgüt propagandası olabilir? Bunu bir polis, asker söyleyemez, işi o değil çünkü. Siz yargı personelisiniz, yargı personeli bunu söyleyemez. Kim söyleyecek? Siyaset söyleyecek. Ben de söylediğimde siz bunu terör propagandası ya da teröre destek sayacaksanız, kim bu sorunları nasıl çözecek? 40 senedir çözülmedi, 40 sene daha geçse çözülmez, böyle giderse.
Yargı üzerinden konuşarak hiçbir sorunu çözemiyoruz, siyaset kanalları açık tutulmalı
Beni yargılamanız, milletvekillerinin tutuklanması, yargılanması işte bu arayışı kırıyor, engelliyor. Gençlerin umudu kırılıyor. Benim tutuklanmam üzerine kaç genç dağa çıktı bilmiyorum. Ama en az bir kişi çıkmıştır diye tahmin ediyorum. Öfkelenmiştir. “Selahattin başkan bile tutuklanıyorsa siyaset yapılmaz kardeşim” deyip dağa çıkmıştır. Hiç değilse bir kişi vardır. Ama ben hayatımda bir kişiyi dağa çıkarmadım. Yargı çıkardı ama. Böyle. Bu suçları kapatarak, bizi suçlayarak binlerce genci ta 80’lerden beri dağa çıkardı.
Siyaset kanallarının açık tutulması lazım. Geniş ve toleranslı yaklaşılması lazım. Şunun denilmesi lazım: “Ya bu adamın, bu kadının 3 tane kelimesi de fazla olsun. Siyasetçi bunlar. Başka türlü de biz bu şiddeti, terörü halledemeyiz. Konuşsunlar, özgürce konuşsunlar, kendilerini rahat hissetsinler. Yargı baskısı olmasın. Medya eleştirsin, sivil toplum eleştirsin. O alanda kalsın.”
Zaten eleştiriyorlar bizi. Mahkemenizden çok daha ağır suçlamalarla biz karşı karşıya kalıyoruz zaten. Ama orası sivil alandır. Bizim hatalarımızı orası söylesin, biz görmeye ve düzeltmeye çalışalım. Biz fikrimizi anlatalım, onlar bizi anlasın. Onlar dediğim sivil alan, medya alanı. Onlar üzerinden biz toplumla konuşalım.
Ama yargı üzerinden konuşarak biz hiçbir sorunu çözemiyoruz. Bu fezlekelerin tamamı; bu iddianame “terör örgütüne yardım ve yataklık”tır vallahi. Beni tutuklamak öyledir. İleride bir gün sosyolojik değerlendirme yapılsa, evet, TCK’ya göre değil, ama siyaset sosyolojisine göre örgüte yardım yataklıktır. Kaç tane eleman kazandırmıştır eminim ki PKK’ye.
Ben hayatımda 1 kişiyi PKK’ye göndermedim. Teşvik de etmedim. Az önceki çağrım gibi 100 tane bulurum size. “Gençler gelin burada siyaset yapın dedim. Ben bir işçi çocuğuyum dedim. Babam halen işçi emeklisidir. Annem okuma yazma bilmez, ev kadınıdır. Bakın geldim siyasete, Eş Genel Başkan oldum. 12 yıldır milletvekiliyim. Örneğim dedim. Teşvik ettim.
Ne yaptınız, tuttunuz bizleri hapse attınız. Örgüte sosyolojik destek böyle olur. Yoksa biz, konuşmalarımızla örgüte destek olmadık.
Genel değerlendirmelerimi burada bitiriyorum. 9 no’lu fezleke ile başlayacağım.
Kendinizi savunmanız TCK’ya göre bir meşru müdafaa hakkıdır
9 no’lu fezleke, 9 Eylül 2015 tarihinde HDP Diyarbakır il binasında yaptığım bir basın toplantısında yaptığım konuşma üzerine açılmış. Suç işlemeye alenen tahrik suçunu işlediğim söylenmiş. Ayrıca Cumhurbaşkanı’na hakaret, örgüt propagandası, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, Başbakan’a hakaret. Bu uzun konuşmadan bunlar çıkarılmış. Konuşma nereden alınmış, “imc tv isimli TV kanalında canlı olarak yayınlandı” denmiş. Dolayısıyla belli ki, bu açık bir kaynaktan alınmış.
Öncelikle bunun Güvenlik Şube Müdürlüğü’nden tam kaydının istenmesi ve bilirkişiye çözdürülmesi lazım. Fakat ben konuşmayı bu haliyle gerçekten hatırlamıyorum. Çok uzun bir konuşmaydı. Tamamı var mı yok mu, cümleler değişmiş mi bilmiyorum. Ama bu basın toplantısını yaptım. Bu minvalde bir konuşma yaptım. Bu minvalde bir çağrı yaptım. Bu amaçla çağrılar yaptım. İçeriğin tekrar yaptırılmasını istiyorum ki, kapsamlı savunmamı ondan sonra yapayım. Ama şu aşamada buna dair de söyleyeceğim şeyler var. Emin olmak açısından söylüyorum, olur da bir cümle eksik ya da yanlış yazılmıştır, tam bilelim.
Değerlendirme kısmında iddia makamı şunu demiş, okumak istiyorum ki tam anlaşılsın:
“Çok şükür ki, (suçlandığımı kısım. Savcı uzun konuşmamdan bu kısmı almış ve bununla suçlamış beni) akan kanla ilgili HDP’nin zerre-i miskal kadar sorumluluğu yoktur. Çok şükür ki, siyasi kararı alan Cumhurbaşkanı ve Başbakan ikilisidir. Savaşı başlatma kararı alanlar bunlardır ve kararlarının arkasında duruyorlar. Dolayısıyla 2 gündür ortaya çıkan şey teröre tepki falan değil, şiddete tepki falan değil. (İki gün ortaya çıkan şeyden kast ettiğim, 100’e yakın HDP il ve ilçe teşkilatının ya da Kürtlere ait olduğu söylenen işyerlerinin, otellerin yakılması. Antalya’da, Manavgat’ta ve birçok yerde yanlış hatırlamıyorsam öyle bir vakaydı. İki günde olan şey bu. Onların da bütün detaylarını delilleriyle sunacağım zaten.) Savaşı ve bir yönüyle şehirlere gönderdikleri cenazeleri oya dönüştüremediklerini görünce iç savaş çıkarma kararı aldılar. İki gündür onun provası yapılıyor. Ve kendine Türk milliyetçisiyim diyenler de bunlara tetikçilik yapıyor. Her yerde AKP ve Türkçü (mesela Türkçü gruplar demişimdir, Türkçe diye yazmış buraya, Türkçe grup olur mu?) gruplar sokaklarda faşizm rüzgarı estirerek Kürt adına ne varsa - bakın, HDP demiyorum - Kürt’e benzeyen ne varsa her şeyi yakıp yıkma ve bu ülkede toplumun muhalif kesimlerine diz çöktürme operasyonu yapılıyor. Zannedilmesin ki, bu insanlar kendiliğinden sokağa çıkıyorlar. Yine bütün samimiyetimle ifade ediyorum, protesto amacıyla sokağa çıkıp gösteri yapanlar, partimizi de dahil olmak üzere herkesi protesto etme hakları var, biz saygı duyarız. Ama bunlar bizatihi isim isim tespitli, maaşlı ve bu işleri yapsınlar diye resmi olarak görevlendirilmiş çetelerdir. İki günde 400’den fazla yerde saldırı yaşanmıştır. Ülke genelinde, şehirler arası otobüsler, işyerleri, mevsimlik işçiler, evler, yolda yürüyenler, gazete binaları, konutlar, yani hedef olarak belirlenmiş ne varsa, parti binaları ve Genel Merkezimiz dahil olmak üzere daha önceden tespit edilmiş ne kadar yer varsa hepsi organize, tek elden yönetildiği belli olan bir linç saldırı kampanyası devlet eliyle başlatılmış ve yürütülmüştür. Çünkü topluma şu mesaj verilmek istenmektedir; ‘Bize 400 vekil vermezseniz sizin burnunuzdan getiririz’ demektedirler ve bunu söylemekten, aleni bir şekilde ifade etmekten çekinmiyorlar.
Değerli kardeşlerim, günlerdir Erdoğan-Davutoğlu ikilisi partimizi açıkça, isim vererek hedef gösteriyorlar, ‘Bütün bu olanlardan bitenlerden HDP sorumludur’ diyorlar. Bu ülkede ben inanıyorum ki, bütün bu baskılara rağmen, ben inanıyorum ki, onurlu, şerefli, haysiyetli yargıçlar, savcılar vardır, varlıklarından haberdarız, binlerce var. Onlara çağrı yapıyoruz; ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı bütün bu olup bitenden, kandan bizi sorumlu tutuyor, lütfen sizden rica ediyoruz, Başbakan’dan ve Cumhurbaşkanı’ndan bunun delilini isteyin, delilini. Bir tane delil sunsunlar, bizi yargılayın. Hesap vermeye hazırız. Dökülen kandan bizim sorumlu olduğumuza dair bir tane delilleri varsa. Bakın bu ülkenin alçak medyası Dağlıca’daki emri de benim verdiğimi yazdı. (Yeni Şafak Gazetesi Dağlıca emrini Demirtaş verdi diye manşet attı.)
Onurlu hakim ve savcıları göreve davet ediyorum. Soruşturma açsınlar bize. Emri kim vermiş, nasıl olmuş, o askerleri oraya kim göndermiş, eylem emirleri kim tarafından verilmiş, çıksın istiyoruz ortaya. Biz korkmuyoruz. Hazırız. Veremeyeceğimiz hesap yoktur.”
“Ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ülkeyi adım adım felakete sürüklerken, toplumu birbiriyle boğazlaşacak hale getirirken, bir kez de bizim üzerimizden kendilerini aklamalarına izin vermeyeceğiz. Toplumun da vermeyeceğini biliyoruz” şeklindeki söylemlerin Cumhurbaşkanı’na hakaret içerdiği… konuşmamın devamında;
“Türkiye toplumunun hiçbir kesiminin bu tahriklere kapılmamasını özellikle rica ediyorum. Tabanımız, halkımız sakın ola ki bu tahriklere prim vermemelidir. Fakat şu da Türk Ceza Kanunu’nda da insanın doğasında da bir haktır; biri sizin evinizi, partinizi yakmaya gelmişse ve yakıyorsa, biri sizi linç etmeye gelmişse, döverek öldürüyorsa, ona karşı kendinizi savunmanız TCK’ya göre de bir meşru müdafaa hakkıdır. İnsani, vicdani olarak da bir haktır. Size evinizi, işyerinizi, partinizi, binanızı yakarak, linç ederek saldırmaya gelenleri anasından doğduğuna pişman etme hakkınız da vardır. Meşru savunma, her canlının hakkıdır. Halkımız her yerde, ama kimseye saldırmadan, ama asla masum birine zarar vermeden ve orantılı bir şekilde kendini koruma çerçevesinde yasalara uygun olarak meşru müdafaasını herkes, her yerde yapmalıdır” şeklindeki söylemlerimi de suç işlemeye tahrik suçunu oluşturduğu...
Yine şüphelinin yapmış olduğu basın açıklamasında terör örgütü mensuplarından gerilla, ailelerinden de gerilla ailesi diye bahsettiği, terör örgütüne yapılan operasyonları savaş olarak nitelediği, yine Cizre ilçesinde terör örgütü mensuplarına yönelik yapılan operasyonlardan bahsederken, örgüt mensuplarının asker ve emniyet güçlerine yönelik eylemlerini faşizme ve zulme karşı direniş olarak belirttiği ve bu şekilde terör örgütü PKK’nin propagandasını yaptığı, bu hususta yasama dokunulmazlığı falan filan…
Suçlandığım kısım bu. Yanılmıyorsam mahkemenizde 214 ile 7/2 den yargılanıyorum. Diğerleri Cumhurbaşkanı’na hakaretten vs. Şimdi, TCK’yı anlatmışım, yasaya uyarak parti binamız yakılıyorsa, eviniz yakılıyorsa, işyeriniz yakılıyorsa TCK’daki meşru müdafaa hakkını anlatmışım. Çünkü benim parti Genel Merkezim yakıldığında Ankara Valisi seyrediyordu. İki danışmanım, bir de Genel Merkez güvenlik görevlisi binanın içinde diri diri yanmak üzereydi. 400’e yakın Çevik Kuvvet polisi seyrediyordu. Genel Merkezim yanarken, ben Vali ile telefondaydım. 1 buçuk saat itfaiye gelmedi. Benim makam odama girdiler odamı yaktılar. Bilgisayarımı aldılar. Arşiv odamızı yaktılar, bütün adaylarımızın başvuru formları oradaydı. Genel Merkezimiz cayır cayır yanarken görüntüler yayınlandı, hala vardır görüntüler, bir buçuk saat sonra itfaiye geldi, Genel Merkezimiz yanarken Çevik Kuvvet sadece tedbir aldı ve izledi. Görüntülerini delil olarak sunacağım buraya.
Peki sonra ne oldu? Binayı yakanlardan iki kişi - bakın yağma var, kundaklama var, 3 kişiyi canlı canlı orada öldürmeye teşebbüs var, mala zarar var, var da var - iki kişi gözaltına alındı, bir kişi serbest bırakıldı, diğerleri de bir ay tutuklu kaldı. Bir ay. Tensiple tahliye oldu ve dosyası sürüncemede bırakıldı. Bu kadar ağır suçlama. Peki benim Genel Merkezimdeki güvenlik görevlisi arkadaşım, meşru müdafaasını yapamaz mı orada? Yapar. Yapma hakkına sahiptir.
Orantılı bir şekilde onu durdurabilir. Diyarbakır il binamda da bu yaşandı, Kırşehir’de de yaşandı, Kayseri’de de yaşandı, Mersin il binamda da yaşandı aynısı. TCK’da da niye bu madde var? ‘Öyle davranırsan suç olmaz diyor’ çünkü. Bunu hatırlatmışım. Kimseyi suç işlemeye teşvik etmemişim. Üstelik de detaylandırmışım. Okuyorum o kısmı tekrar:
“Türkiye toplumunun hiçbir kesiminin bu tahriklere kapılmamasını özellikle rica ediyorum. Tabanımız, halkımız sakın ola ki, bu tahriklere prim vermemelidir. Fakat bu da TCK’da, insanın doğasında da bir haktır. Biri sizin evinizi, partinizi yakmaya gelmişse, yakıyorsa, biri sizi linç etmeye gelmişse, döverek öldürüyorsa, ona karşı kendinizi savunmanız TCK ya göre de bir meşru müdafaa hakkıdır. İnsani ve vicdani olarak da bir haktır. Size, evinizi, işyerinizi, partinizi binanızı yakarak, linç ederek, saldırmaya gelenleri anasından doğduğuna pişman etme hakkınız da vardır.”
Sınırlarını da söylüyorum. Neredeyse hukuk dersi vermişim, daha ne yapayım? Meşru savunma da her canlının hakkıdır. Bunu da halkımız her yerde, ama kimseye saldırmadan, ama asla masum birine zarar vermeden, kendini koruma ve orantılı bir şekilde, kendini koruma çerçevesinde, yasalara uygun olarak meşru müdafaasını, herkes her yerde yapmalıdır demişim. Bu, kesinlikle kimseyi suç işlemeye teşvik ve tahrik değildir. Suç işlemeye karşı kendi yurttaşlarımıza, kendi hakkını nasıl korumaları gerektiğine dair bir uyarıdır. Tahriklere kapılmaması konusunda bir uyarıdır. Suça bulaşmamaları konusunda bir uyarı çağrısıdır. Suça teşvik değil, tam tersine suç işlememeye teşviktir.
Örgüt propagandası dediği şey de; gerilla demişim, gerilla ailesi demişim ve savaş olarak nitelemişim. Burada da aynısını tekrar ediyorum, ben böyle tanımlıyorum. Bunun da yargı konusu olmadığını düşünüyorum. Elli bin defa da Meclis kürsüsünden bunu tekrarlamışım. Parlamentoya sorulmasını istiyorum.
Daha önce de belirtmiştim, eğer mahkemeniz bunları suç olarak düşünüyorsa veya ihtimal varsa sorumsuzluk kapsamında olduğunu gösteren çok sayıda Meclis konuşmam vardır ve Meclis kürsüsünden de bu şekilde ifade ettiğim için, sorumsuzluk kapsamında kalan konuşmalarımın öncelikle Meclisten istenmesini ve CD çözümünün yapılmasının gerektiğini düşünüyorum.
Suçlandığım bu konuşmayı yapmak yetkim dahilindedir
Tümüyle ifade özgürlüğü kapsamında, hükümeti denetleme kapsamında hakkımdır, yetkimdir. Hatta seçilmiş olduğum için de sorumluluğumdur. Bu tip eleştirilerim bundan ibaret değildir, bir bütün olarak konuşmanın değerlendirilmesi lazım. Ses çözümü geldikten sonra tamamını okuyacağım burada. Çünkü konuşma, ancak bütünlüklü olarak değerlendirilirse anlamlı bütünlük çıkar. Hiçbir şekilde, cımbızlama yöntemiyle bu cümleler şu anlama geliyor denemez. Uzun bir basın toplantısında neler söylemişim hepsine bakılması lazım. İfade özgürlüğü olup olmadığı da ancak o zaman ortaya çıkar. Orada hatırlıyorum; çok haklı, çok doğru yerinde eleştiriler yaptım. Uyarılar yaptım hükümete. Bir siyasetçi olarak da, il binamda düzenlediğim toplantıda çözümler önerdim. Basın toplantısının ardından soruları cevaplandırdım. Bu da benim en demokratik hakkımdır. Yargı konusu olmamalı diye düşünüyorum.
Evet, Cizre’de ilk sokağa çıkmanın altıncı günü yapmış olduğum bir basın toplantısıymış bu. Örgüt mensuplarının asker ve güvenlik güçlerine yönelik eylemlerini faşizme karşı direnç olarak belirttiğim, asla böyle bir anlamda cümle yoktur. İlgili kısmı da çözüm geldiğinde tekrar okuyacağım. Biz sokağa çıkma yasağına karşı bir direniş geliştiriyorduk. Daha önce de belirttim, sokağa çıkma yasağı faşizmdir, biz de buna karşı direneceğiz, buna karşı direnenlerin de yanındayım diyordum.
Çok özür dilerim, ama aptal değilim ben. Hendek, barikatta direnenlerin yanındayım diyeyim. Yanında olsam da gidip orada olmam lazım, o kadar da alçak değilim, Onlar orada olacak, ben onların arkasından gaz vereceğim, siz direnin ben de size gaz vereyim, yok. İnanıyorsam gidip orada onu yapmam lazım. İnanmıyorsam da eleştirmem lazım.
Benim direniş dediğim, “Sokağa çıkma yasağı kaldırılsın, hükümet diyaloga açık olsun, biz de sonuna kadar bunun için direneceğiz, bu bir faşizan uygulamadır” dedik ve bunun için eleştirdim. Yoksa hendek, barikat direnişi faşizme karşı bir direniştir, dolayısıyla bu da meşrudur, haklıdır şeklinde bir şey yürütmedim. Sosyolojik nedenlerini anlattım. Neden çıktılar ortaya onlar ve nasıl çözebiliriz?
Anlamaya çalışalım. Hükümet olarak siz de anlayın, biz de anlayalım o insanları, anlayalım ki, ikna edelim. Bu minvalde yaptığım son derede aklı başında çağrılardır, konuşmalardır.
Hakim: Bu fezleke içindeki savunmanız bundan ibarettir galiba.
Demirtaş: Şimdilik bu kadar. Çözüm gelsin, başka da bir şey varsa eklemelerim olur.
Hakim: 9 Eylül 2015 günü imc tv’de yayınlanan basın açıklaması. Çözüm tutanağına bir itirazınız var mıdır?
Demirtaş: İtiraz ediyorum. Tekrar yapılsın diyorum. Çözüm tutanağını okumadım da. Ben sadece iddianameden baktım. Konuşma kaydı gelsin ki, emin olayım, yanılmış olmayayım. Ben konuşmamın arkasındayım. İçeriğini hatırlamadığım için tam çözüm istiyorum. Çözüm geldikten sonra buna kapsamlı yanıt vereyim. Dediğim gibi konuşmalarımın suç olmadığı kesindir diye düşünüyorum, ama çözüm tutanağı gelsin; çünkü mesela Türkçü’yü, Türkçe diye çevirmiş. Kelime hataları da var. Ben bütünlüğü de bir hatırlayayım, göreyim, gerekli savunmamı yapacağım.
Hakim: Şimdi hangi fezlekeye geçiyorsunuz?
28 no’lu fezleke, bununla yine kronolojik olarak bağlantılı bir fezleke. Şimdi burada da az önceki fezlekeden 3 gün sonra 12 Eylül 2015 tarihinde Cizre’de yaptığım bir konuşmada örgüt propagandası yaptığım, 2911 sayılı yasaya da muhalefet ettiğim iddia edilmiş. Fakat az önceki fezlekede, 9 no’lu fezlekede en azından bir çözümün tümü olduğu söylenen metin iddianameye alınmış, burada o da yok. Burada iddianameye sadece yaptığım konuşmanın bir kısmı alınmış. Dolayısıyla konuşmanın tamamı olmadığı için, üzerinde yorum yapma şansım da yok. Ben de kapsamlı hatırlamıyorum işin doğrusu.
Bir tek cümle alınmış, şunu demişim: “Yıl olmuş 2015. 21. Yüzyıl dünyasında bir kez daha Cizre’de halkın taleplerini, halkın siyasal, sosyal, ekonomik isteklerini, halkın özyönetimle artık ben kendimi yönetmek istiyorum, artık bu zulüm bitsin, artık bir irade olmak istiyoruz anlayışının bir kez daha tankla topla durdurulabileceğini sanıyorlar.”
Bu cümlemi terör propagandası saymış. İlçe binası önünde yaptığım, otobüs üzerinde yaptığım bu konuşmayı da 2911’e aykırı saymış. Cümle nasıl bir bağlamda kullanılmış, ona bakmak lazım. Bu haliyle de zaten terör propagandası falan değil. Günlerdir size anlattım, siyasi fikirlerimizin veya hükümete eleştirilerimizin bire bir aynısıdır.
Ama yine de kayıt gelmeli, çözüm yapılmalı ki, konuşma bütünlüğü içerisinde değerlendirilsin. Ama 2911 için şunu söyleyeceğim. CD görüntüleri dosyada var mı, yok mu? Onu bilmiyorum. Ama Cizre Emniyet Müdürlüğü’nden istemek lazım.
Ben Cizre HDP ilçe binamız önünde, bir mahalle arasında, ana caddede değil yani, bir benzinliğin kenarında, ara sokakta otobüs üstünde konuşma yaptım. Ne trafik tıkandı, ne ihtar yapıldı, ne dağılın denildi, ne yasaktır denildi. Ne bu bildirime tabidir, ne izne tabidir. Siyasi partinin bir faaliyetidir. Nasıl ki Binali Yıldırım - çok özür dilerim onu Genel Başkan zannettim bir an - nasıl ki, Recep Tayyip Erdoğan, atıyorum Samsun il binasının önünde konuşma yaparken 2911’e tabi değilse, Selahattin Demirtaş da Cizre ilçe binası önünde açıklama yaparken 2911’e tabi değil. Siyasi Partiler Kanunu’na tabidir.
Ne zaman yasa dışı gösteri haline gelir? Gösteri yasa dışı unsurlar içermeye başlar, kamu güvenliğini tehdit etmeye başlar. Uyarı yapılır, ihtar yapılır, dağılın denir, suç önlenmeye çalışılır. Buna rağmen dağılmıyorsa. O anda dağılsa yine suç oluşmaz. Yani hemen kesilse yine suç olmaz, ama hayır suç işlemeye devam edildi, güvenlik güçleri bunu tespit etti, o zaman 2911 suçu oluşur.
Öbür türlüsü, Siyasi Partiler Kanunu’na tabi siyasi parti faaliyetidir. O nedenle 2911’den benim hakkımda dava açılması doğru değildir. Siyasi Parti Kanunu’nun bana tanıdığı bir özgürlüktür. Hiçbir şekilde 2911’e, bu şekildeki toplantılara tabi olmaz, girmez. Kaldı ki, yaptığım basın açıklaması, konuşma sırasında ne bir şiddet eylemi olmuştur ne de sonrasında olmuştur; ne bir dağılın, şunu yapın bunu yapın ihtarı olmuştur. Konuşma bittikten sonra aynı seçim otobüsüyle ilçe binamızın önünden ayrıldım. Şimdi hatırlamıyorum, ya Silopi’ye geçmişimdir ya da Nusaybin’e doğru hareket etmişimdir. Hatırlıyorum, benim konuşma yaptığım sırada da ben Cizre’den çıkarken de en küçük bir olay dahi olmadı. Yani 2911’in ihlalinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Hakim: Peki, savunmanız bundan mı ibaret?
Demirtaş: Evet. Geri kalanlar, çözüm geldikten sonra konuşmamı ben de bütünlüklü değerlendireceğim, sizden de talep edeceğim.
(Hakim, dosyada bulunan bazı fotoğrafları Demirtaş’a soruyor.)
Fotoğraflara gerek yok. Ben sonuçta siyasetçiyim ve ne yaptığımı biliyorum. Siyasi bir faaliyet içerisinde bulunmuşum. Yasa dışı gösteride yakalanmış biri değilim. Yani, bu siz misiniz değil misiniz diye göstermenize de gerek yok.
Hakim: Çözüm tutanağını bir okuyun, itirazınız var mı yok mu? İnceleyemedim dediniz ya.
Demirtaş: Kabul etmiyorum. Dedim zaten. Yeniden istedim ya.
Hakim: Dört sayfa, daha ayrıntılı bir çözüm var.
Demirtaş: Ben her halükarda tarafsız bir bilirkişi tarafından çözüm istiyorum. Bana fezleke hazırlayan Cizre Emniyet Müdürlüğü çözümü de yapar, delili de hazırlar. Güvenim olmadığı için söylüyorum.
Onların çoğu FETÖ’den tutuklu. Dolayısıyla güvenim olsa derim ki kalsın. Ama tahkikat memuru aynı, fezlekeyi düzenleyen aynı, beni suçlayan aynı.
Hakim: Peki. Siz bilirkişi incelemesi yapılmasını talep ediyorsunuz?
26 no’lu fezlekeye dair savunmamın ilgili kısmını sunacağım şimdi. Bu da, Cizre’deki konuşmamdan sonraki tarihe denk gelen 1 Ocak 2016 tarihinde, Van’da yaptığım bir konuşma.
Savcı “Kürt” kelimesini küçük “k” ile yazmış
Hatırladığım kadarıyla Van’da, şehir meydanında il binası önünde, izinli bir mitingdir. Partim adına gerçekleştirdiğim bir konuşmadır. Ama aynı şekilde Cizre gibi, iddianamede konuşmanın tamamı yoktur. Konuşmanın bir kısmını almış savcı, suç olduğunu düşündüğü kısımlarını, en azından fezleke ve iddianamede o var, başka görmüyorum. Dolayısıyla bütünlüklü değerlendirme yapılabilmesi için tarafsız bir bilirkişiye ses çözümü yaptırılmalı.
Fakat ben yine de, az önce yaptığım gibi ilgili konuşmayı buradan okuyup, değerlendirmelerimi yapmak istiyorum. Üç nokta ile başlıyor, demek ki öncesinde konuşmam var, orayı almamış savcı. Cümlenin başı yok. Şöyle: “Hendekten, barikattan başlayalım geriye doğru sorunlarımızı konuşarak, tartışarak, müzakere ederek tartışalım.” Böyle bir cümle ile başlamış, tabii ki konuşma başka şekilde başlamıştır ya, bak sen on bin kişiyi öldürebilirsin, - hükümete diyorum - tankın var topun var. Ama milyonlarca insanı karşında bulursun. Sen milyonları öldürmeyi göze alırsan, zaten o kan deryasında sen kendin boğulursun. Diktatörlükler böyle oluşur, böyle çöker.”
Nokta nokta var, demek ki, arada konuşmuşum, sonra başka bir nokta, cümlenin ortasından başlıyor. Yani bu haliyle de fena değil, ama yine de arada kopukluklar var yani.
“Bütün bu çatışmaların yarattığı ekstradan ekonomik yükler var. Bunun yarattığı işsizlik var. Bunların hepsinin farkındayız. Hiçbiri normal değil. Hepsi anormal. Bizim kabul edeceğimiz şeyler değil. Biz halkımıza asla böyle bir yaşam vadetmedik. Bunların hepsi çözülmesi gereken sorunlardır. Ama diyalogla, ama konuşarak. Çözüme fırsat vermeyen, ev ev sizi temizleyeceğim, tutuklayacağım, içeri atacağım dediği zaman ne yapalım? Ne yapalım? Benden ne istiyor? Gidip karşılarına önümü ilikleyip, size yalvarıyorum, bizi affedin mi diyeyim? Varsa yanlışımız bunu da konuşmaya hazırız. Ama el insaf, sizin dilinizi yasaklayan biz değiliz. Köyünüzü yakan biz değiliz. 17 bin faili meçhulü biz işlemedik, kürt halkına (ki burada Kürt halkının “k”si küçük yazılmış, kabul etmiyorum, Kürt halkı özel isimdir. Türk halkı gibi onurlu bir halktır. Bütün halklar gibi. Savcı burada mensubu olduğum halka hakaret etmek için “Kürt”ü küçük harfle yazmıştır. Düzeltilmesi lazım) kürt halkına yüz yıldır anavatanında zulüm yapan biz değiliz sizsiniz, siz. Özür dilemesi gereken sizsiniz. Bizim yanlışımız varsa çözüm sürecinde, nokta nokta şeklinde sözlerle beyanda bulunarak, son zamanlarda ülkemizin belirli yerlerinde PKK terör örgütünün yandaşları tarafından yapılan ve hendek kazma, barikat kurma şeklinde gerçekleştirilen terör eylemleri ile bunları gerçekleştirenleri övme, yüceltme çabasında bulunduğu, güvenlik güçleri ile çatışan teröristleri savunarak mazlum gibi göstermeye çalıştığı, yine “sizin dilinizi yasaklayan biz değiliz, köyünüzü yakan biz değiliz, 17 bin faili meçhulü biz işlemedik, kürt halkına” - burada da k harfi hakaret babında küçük yazılmış- “kürt halkına yüz yıllık anavatanında zulüm yapan biz değiliz, sizsiniz, siz. Özür dilemesi gereken sizsiniz” şeklinde sözlerle de halkın bir kesimini, diğer kesimi aleyhine kışkırtarak halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği, “Buyurun gelin tartışalım. Biz de özerklik istiyoruz, buyurun gelin tartışalım. Diyoruz ki, seninki hak da bizimki niye hak değil. Canlı yayına çıkalım Başbakan’la. Sen başkanlığı savun, ben özerkliği savunayım. Sen anlat, ben anlatayım’ şeklindeki sözlerle özerkliği savunarak TCK’nın 302/1. maddesinde anlatımını bulan veya devletin bağımsızlığını zayıflatamaya veya birliğini bozmaya veya devletin egemenliği altında bulunan toprakların bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya şeklinde belirtilen müspet suçu işlediği ve bu hususta yasama dokunulmazlığının kaldırılması” falan filan devem ediyor.
Yani ülkeyi bölme faaliyeti olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis bir tane 214, iddianamede vazgeçmiş de, fezleke savcısı hızını alamamış, 204/1 var bir tane değil mi, Sayın Başkan?
Hakim: Fezlekede 3 suç yazılmış, ama iddianamede sevk maddesi olarak sadece 3817 sayılı yasanın 7/2 si var.
Demirtaş: Tamam. Yani çözüm gelsin, konuşmam bütünlüklü değerlendirilsin. Bu haliyle de yeterince anlaşılırdır, ama daha net anlaşılması için bütünlüklü değerlendirmek lazım. Şimdi son savunmasını yaptığım 3 fezleke de, yani Diyarbakır’daki basın toplantısı, Cizre’deki basın açıklaması, Van miting konuşmam. Devam eden fezlekeler de öyledir.
Ama bakın, iki gündür genel değerlendirme yaparken bunu anlatmaya çalıştım. Ben her yerde siyaset hakkını savundum. “Özerklik siyasi projemizdir” dedim. Hükümeti de sert şekilde eleştirdim. Çözüm olarak da herkese barışçıl ve demokratik, siyasal yol ve yöntemleri gösterdim. Genel değerlendirmelerimde altını çizerek anlattığım şey neydi? Dedim ki, ben bunları yaparken Hükümet beni ve arkadaşlarımı, partimi hedef gösteriyordu. Yargı da bu hedef gösterme karşısında kendini görevli kabul edip soruşturma açıyordu. Derhal soruşturma başlatıyordu. Amaç neydi? Siyasi baskı altına almak, siyaseten engellemek, hükümetin yanında olduğunu göstermek, hükümete bağlılıklarını, biatlarını göstermek. Hatta bazı savcılar yani “Demirtaş’a ne kadar çok fezleke hazırlarsam terfi tayin döneminde herhalde beni o kadar ödüllendirirler” diye düşünüyorlar, çünkü yağlı müşteriyim ben!
Çünkü Cumhurbaşkanı’nın siyasi rakibiydim. Üç cumhurbaşkanı adayından biriydim. Allah var, en sevmediği siyasetçilerden biriydim. Dolayısıyla Demirtaş’a dava açma yarışı 2016 yılının başında tam bir furyaya dönüştü. Kapışa dönüştü yani. Hani diyorlar ya patron çıldırdı, HDP’liler hakkında 150 fezleke sadece 3 ayda hazırlandı. Benimle ilgili 40’tan fazla fezleke o dört ay içerisinde hazırlandı. Dokunulmazlık kaldırılacak dendiği anda. Büyük bir kısmı Cumhurbaşkanı’na hakaretten. Büyük bir kısmı AKP’yi eleştirmekten. Bu da bunlardan biridir. Keşke yapılmamış olsaydı.
Tamam, ben bunun savunmasını yaparım. Tamam, ben bundan tutukluyum. Tamam ben bundan terörist ilan ediliyorum, terör propagandası yaptığım ilan ediliyor. Ama ben o gün Van’da, çoğunluğu genç olan binlerce insana umut verdim. İyi bir konuşmaydı, hatırlıyorum. Zorlu bir dönemdi, gerilimli bir dönemdi, fakat her şeye rağmen demokratik siyasete inanacağız dedim gençlere. Keşke savcı, burada sinekten yağ çıkarmak hesabı yapmak yerine, bu ülkenin mahkemesi, savcısı şunu düşünmeli: “Bu adamı sevmiyorum, politikası yanlış, ama bunu da konuşsun. Çünkü bunu da konuşmazsa meydandaki gençlerin 10’u dağa gitse, 5’i yaşamını yitirse, biri beş tane askeri öldürse, öbürü bir yere bomba koysa, bunlar yargı olarak beni bir devlet kurumu olarak daha da zor duruma düşürür. Ben bunu yapacağıma Demirtaş konuşsun, iki lafı da fazla olsun derim” demesi lazım ki, burada lafım öyle fazla da değil. Yani daha şey konuşmalarım var. Oraya da sıra gelince konuşacağım.
Ama Van’a gitme nedenim de gerilimi düşürme, tansiyonu düşürmeydi. Zorlu bir dönemdi, arkadaşlar Van’da miting yapmanın koşulları da yok diyorlardı. O kadar baskı var ki, insanlar sokağa çıkamıyor diyorlardı, o zaman OHAL yoktu, ama öyle bir baskı vardı ki, fiili sıkıyönetim vardı. Ben buna rağmen hayır diyordum. Yani biz gitmezsek, demokratik ve sivil siyasete olan inancı diri tutmazsak, biz buradayız demezsek, insanlara bir daha gelip “hadi siyaset yapalım” dediğimizde güvenmezler, bize zor dönemler de olsa gitmeliyiz” dedim. Çok kalabalık bir miting oldu hatırlıyorum. Bu yüzden bu, doğrudan siyaset yapma hakkımın engellenmesidir. Doğrudan demokratik ifade özgürlüğü hakkımın engellenmesidir. Bunu yapmak belki TCK adına değil, ama sosyolojik olarak bir suçtur. Bunu davaya dönüştürmek sosyolojik olarak bir suçtur. Ben özgür konuşmalıyım. Diğer siyasetçiler özgür konuşmalı. Yani böyle bir fezleke, fezlekelerin tamamı budur aslında. Yani az konuşmuşum, çok konuşmuşum. Sert, yumuşak konuşmuşum, ama özü budur, konuşmuşum sadece.
Burada ne terör propagandası vardır, ne şiddet övgüsü vardır. Hendek, barikat bile yoktur burada. Diğerlerinde hadi hendek, barikata ilişkin değerlendirme yapmışım da, burada demişim ki, hendekten barikattan başlayalım, geriye doğru sorunlarımızı konuşalım. Yani son sorun budur, geriye doğru bütün sorunlarımızı konuşarak çözelim demişim. Fakat savcı burada hendek, barikatı da desteklediğimi belirtmiş, özerkliği savunmanın bölücülük olduğunu söylemiş, fezlekede ama herhalde iddianame savcısı fark etmiş, insaflı davranmış, o kadar da olmaz demiş. Davanın açılmaması lazımdı. Yani mesela ben ilk iddianameyi inceleyen hakim olsaydım, hukukçu kimliğimle, bunun iddianameden çıkarılmasını isterdim.
Konuşma babında, ifade özgürlüğü babında olanlar burada dava konusu olmamalı. 1 ve 2 no’lu fezlekelerle 31 no’lu fezleke, orada açıklığa kavuşturulması gereken şeyler var. Tamam davaya dönüştürün, gelip burada kendimizi ifade edelim, ama bir konuşmanın kendisinden gelip burada ben yargılanmamalıyım, doğru olmaz. Benim için demiyorum yani, kamuoyu için, gençler için doğru olmaz. Mahkeme ve savcılar bütün bunları düşünmelidir. Ama ne yapalım, talihsizlik.
İnsanlar, “Demirtaş 54 kişiyi öldürmekten tutuklu yargılanıyor” diye biliyorlar. Böyle biliyorlar. Çünkü algıyı böyle yarattılar. “6-8 Ekim’in katili Demirtaş.” Ben hem bundan tutuklu değilim, hem de yaptığım tek şey konuşmadır. Tek bir fiili eylemim dosyada yoktur. Tamamı konuşmadır tamamı. Tape diye koyduklarınız da konuşmadır, miting diye koyduklarınız da konuşmadır. Ben konuşmaktan dolayı yargılanıyorum. Bu da bir konuşmadır. İfade özgürlüğü çerçevesindedir. Siyaset ahlakı çerçevesindedir.
İddianameye konulmuş olması bir ihlaldir. AİHS’nin 10. Maddesi’nin açık ihlalidir. Ceza verilmesi gerekmiyor. Bundan dolayı kişinin zanlı veya sanık konumuna düşürülmesi ihlalin kendisidir. Çünkü diyor ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi benzer kararlarda, sen kişiyi cezalandırmasan bile, bundan beraat etse veya takipsizlikle sonuçlansa dahi onunla ilgili soruşturma açmakla baskı oluşturmuş oluyorsun. Çok iyi değerlendirme yapman lazım diyor. İfadeye çağırmaman bile gerekebilir.
Diyebilirsin ki, ifadesi alınmadan takipsizliğine... İhlal. Bunun burada olması AİHS 10. Maddesi’nin ihlalidir, diğerlerinde AİHM’e göre arkadaşlarım savunma hazırlarken yapacaklar, bu fezlekede aklıma geldiği için onu hatırlatıyorum. Tümüyle ifade özgürlüğü kapsamındadır, konuşmadan ibaret.
Bilirkişiye yaptırılmış çözüm tutanağı da getirilsin, konuşmam tümüyle dosyaya konulsun.
Ben bir sonraki celsede konuşmamın bütününü de göreyim, ekleyeceğim bir husus varsa savunmama ekleyeyim. Ama bu aşamada bunu belirtiyor ve bu suçlamayı da kabul etmiyorum.
Hakim: Kendi sıralamanıza göre 6 no’lu fezleke mi şu anda, savunmanızı yapacağınız?
19 Şubat 2016 tarihinde Diyarbakır’da yaptığım bir basın toplantısından alıntı yapılarak fezleke düzenlenmiş. Şöyle demiş, 28 Nisan 2016 tarih, şu sayılı soruşturma numaralı, fezleke numaralı, 2016 tarihinde imc tv’de yayınlanan ve örgüt propagandası içeren konuşmasına ilişkin düzenlenen fezleke.
Gülücük işareti koymuş buraya da, tabii niye koymuş onu bilmiyorum, fezlekeye gülücük. Yanlış koymuştur herhalde. Fezlekenin girişindeki ilk cümlenin hemen sonunda. 6 no’lu fezleke.
Bu basın açıklamasıymış yine. Açık kaynaktan, imc tv’den alıntı yapılarak iddianameye dönüştürülmüş. Suçlandığım kısmı okuyayım, kısa bir paragraf:
“Şüpheli Selahattin Demirtaş’ın konuşması incelendiğinde, PKK-KCK üst düzey yöneticilerinin talimatları doğrultusunda hareket eden örgüt mensuplarına yönelik güvenlik güçlerince yapılan operasyonları savaş ve felaket olarak nitelendirdiği, Türkiye’nin PKK-KCK ve onun kolu olan PYD’yi yanına alması gerektiğini söylediği, bu nedenle de konuşma içeriği itibariyle bir bütün halinde terör yöntemlerini kullanmaya özendirici ve terörizmi yüceltici nitelikte olduğu, bu şekilde terör örgütü propagandası yapma suçunu işlediği” demiş.
Hangi cümleleri aldığını burada belirtmemiş. Bazı fezlekelerdeki gibi şu cümle ile bunu yapmış şeklinde somutlaştırmamış. Bu fezlekede o yok. Bundan anlıyoruz ki, konuşmanın tamamını kastediyor, öyle anlamamız lazım en azından, herhangi bir cümle seçmediğine göre. O yüzden konuşmanın bütününü tekrar ilgili birimlerden istensin, bilirkişiye çözümü yaptırılsın. Fakat burada, çözümü yapılan kısımla ilgili en azından birkaç noktaya değineyim.
Bir soru üzerine cevap vermişim, demişim ki; - ben bir ifademde şunu belirttim hatırlarsanız sayın Başkan, Sur ilçesinde girişimlerde bulunduk dedim. Hendek, barikatların kapatılması için girişimlerde bulunuyorduk. Diyarbakır milletvekillerimiz de Vali ve Kaymakam’la temastaydı, sokağa çıkma yasağı kaldırılsın, bizler aracılar vasıtası ile haber gönderelim. Kapatsınlar hendek, barikatı girişimlerimizi hatırlatmıştım, tanık da dinleteceğim - burada konuşmamda ona değindiğim kısım da var hatırlatma babında, okumak istiyorum savunmamın bir parçası çünkü.
“Tabii bu konuda Avrupalı parlamenterlerin de, bizim Diyarbakır milletvekillerinin de bazı girişimleri oldu, bunu sürdürüyoruz. Yani Valiliğin bu konuda diyaloga açık olması önemlidir. Emniyet’in de. Can kaybı olmaması için hepimiz uğraşmak durumundayız. Diyarbakır Valiliği’nin bu konudaki duyarlılığı devam ederse, biz de elimizden gelen bütün çabayı ortaya koyarız. Yani Sur’da durumun stabil hale gelmesi için ne gerekiyorsa parti olarak, arkadaşlarımız burada, Meclis üyelerimiz, MYK üyelerimiz ve milletvekillerimiz ile çalışmaya devam edeceğiz. Yani orada daha fazla tahliye edilmesi gereken insan var, bunu biliyoruz, bunun için ne yapabiliriz önümüzdeki saatlerde tekrar görüşmeler sürecek.”
Bu, ifademin bir kısmında da belirtmiş olduğum, bu basın açıklamasında da kamuoyuna da kısmen anlatmış olduğumuz girişimlerimiz ile ilgili kısımdır. Savcı bunu da suç saymış herhalde. Konuşmanın tamamı suçsa, suç saymış, şunu da suç saymış:
“Kesinlikle artık savaşın, ölümlerin giderek arttığı bir periyoddan çıkılması için herkes üzerine düşen sorumluluğu almalıdır diyoruz.” Bu cümlem suç sayılmış. “Bu tarihi süreçte öfkenin, kinin bir tarafa bırakılması gerekir. Barış istemek korkaklık değil siyasi cesarettir.
Müzakere istemek, konuşalım demek, masaya dönelim demek korkaklık değildir. Yiğitlik tam da budur ve Türkiye’nin böylesi cesur liderlere, politikacılara ihtiyacı var” diye AKP’ye çağrı yapmışım, savcı bunu suç saymış.
“Cizre’de ve Sur’daki insanlara bir sorun, hepsi savaşın bitmesi barışın gelmesi için dua ediyor. Hal böyleyken, hükümet bütün çözüm isteklerine daha fazla ayak diretmemelidir.” Savcı bu cümlemi suç saymış.
“Türkiye’deki kürtleri - k’yi küçük yazmış, hakaret olarak kabul ediyorum, düzeltilmesini talep ediyorum, kürt halkı da onurlu bir halktır bütün halklar gibi - Türkiye’deki kürtleri ya da Suriye’deki kürtleri - burada da k’yi küçük yazmış, bilinçli yaptığı için, imla hatası olsa, yazım hatası olsa, hiç üstünde durmam, ama bu savcının hazırladığı bütün fezlekelerde kürt halkı küçük harfle yazılmış. Ben bu halkı tanımıyorum, halk bile değildir, bu yüzden k ile yazıyorum kürt diye bir isim yoktur demek istiyor, mesajı budur. Ben de o yüzden kendisine özellikle cevap vermek istiyorum iddianamede, bu hakareti kabul etmiyor, iade ediyorum hatta - Türkiye’deki kürtleri veya Suriye’deki Kürtleri karşısına almak yerine yanına almalıdır. Daha açık, net bir ifade kullanayım, Ortadoğu şu kadar cadı kazanıyken, bütün bölgesel güçler, emperyalist güçler, bizim coğrafyamızda kendi emellerini gerçekleştirmek için uğraşırken, bizim kara kaşımıza kara gözümüze hayran oldukları için değil, kendi çıkarları çerçevesinde herkes bölgede bu kadar önemli müdahillik gerçekleştirirken, Türkiye PKK’yi ve PYD’yi karşısına değil yanına alma becerisini göstermelidir. Bu zor gelebilir, imkansız gelebilir. Birilerini rahatsız edebilir, ama doğru politika budur. Bir barış politikasıyla Türkiye PKK ve PYD’yi yanına almalıdır, kürtleri yanına almalıdır. Bunun için yapılması gereken şey, mevcut siyasi vizyondan vazgeçilerek çoğulcu bir demokrasi ile birlikte, eşit yaşam ilkesi ve felsefesine geri dönüş ve özellikle 2013 İmralı süreci ile başlayan stratejik ittifak, stratejik işbirliği kürtlerin -k harfini küçük yazmış- ve Türklerin -t harfini büyük yazmı - yüzyıl sonra yeniden Ortadoğu coğrafyasında, Türkiye ve Anadolu’da, Mezopotamya’da, kürdistan bölgesinde yeniden işbirliği yapılabilmesi, bunun imkanlarının ortaya çıkarılması gerekiyor.”
Konuşmam da, bugüne kadar duruşma salonunda savunduğum düşüncelerim de, parlamentoda savunduğum düşüncelerim de açıktır. Bunların tümü ifade özgürlüğüdür. Tümü siyaset yapma hakkıdır. Ne şiddet övgüsü ne terör övgüsü ne teşvik vardır.
Kaldı ki, hem ses çözümü geldiğinde biz de Meclise yazı yazılmasını istiyoruz ki, kürsü sorumsuzluğu kapsamında kalıp kalmadığı tespit edilsin. Çünkü ben bunlardan beraatimi talep etmiyorum, düşme talep ediyorum. Mecliste benzer konuşmam varsa düşme talep ediyorum, sorumsuzluk kapsamındadır denilecek.
Size dün, 2008 yılında Genel Kurul’da özerkliği savunduğum bir Genel Kurul konuşmamı okudum, 2008. O nedenle, 2008’den bu yana bütün konuşmalarım gelmeli, bilirkişiye gitmeli ve incelenmeli.
Suçtan kurtulmak için bunu söylemiyorum. Mahkemeniz siyaset yapma hakkının yargılanamaz olduğunu tespit etsin diye ben bunda ısrar ediyorum. Yoksa bunlar suç değil. Yaptığım konuşma suç değil. Eğer bir suçsa ben bundan yırtayım diye bunu istemiyorum. Beraat istemiyorum, düşme talep ediyorum, anlatabiliyor muyum?
Bu yüzden Sayın Başkan, konuşmam Meclisten de istensin, bunun da çözüm tutanağı bilirkişiye tekrar yaptırılsın, ben de konuşmamın bütünlüğünü bir göreyim. Suç unsuru olmadığı açıktır. Savcı değerlendirmesini yaparken, subjektif bir değerlendirme yapmıştır. Konuşma ile bağlantısız bir değerlendirme yapmıştır. Ne manevi unsuru ne herhangi bir konuşmaya bir cümleye dayalı oluşmayan bir suç isnadı vardır. Benim kişisel açıklamalarımdan başka bir şey değildir bu fezleke.
Hakim: Peki, CMK’nın 209’ncu maddesi gereğince bu fezleke ekinde bulunan görüntü ve izleme çözüm tutanağı toplam 5 sayfadan oluşuyor. Konuşmanızın çözümüne ilişkin emniyet görevlileri tarafından düzenlenmiş bir tutanak. Buna bir itirazınız var mı?
Demirtaş: Evet. Kabul etmiyorum. Yeniden yapılmasını istiyorum.
Hakim: Peki. Başka burada bir belge yok. Evet, diğer fezlekeye geçecek misiniz?
Demirtaş: Şu 1 no’lu fezlekeyi de bir konuşayım. Ondan sonra eğer uygun görürseniz ara verilmesini talep edeceğim Sayın Başkan.
Hakim: Peki, devam edin.
Demirtaş: Evet, bu fezlekede 26 Şubat 2016 tarihinde - konuşmayı nerede yapmışım ona bakıyorum da - tamam, şu kısımda: “MED Nuçe adlı televizyon kanalının canlı yayınına katılan şüpheli Selahattin Demirtaş…’’ Evet, telefonla MED Nuçe TV’ye katılıp konuşma yapmışım. Bu konuşmaya dair düzenlenmiş bir fezlekedir.
Hakim: Şimdi iki tane konuşmanız var. Biri saat 12:10’da. 26.02.2016 günü, saat 12:10 sıralarında MED Nuçe TV kanalında canlı yayına katılmışsınız, bundan sonra da yine aynı gün saat 20:11 sıralarında yine MED NUÇE TV adlı televizyon kanalında canlı yayına telefonla katılmışsınız. Yani iki kez bağlantınız var.
Demirtaş: Evet, gördüm.
Hakim: İlk bağlantı iddianamenin 367-368. sayfalarında açıklanmış. İkinci bağlantı 368. ve 369. sayfalarda açıklanmış.
Demirtaş: Doğru, gördüm. Şimdi, fezlekenin değerlendirme kısmını okuyayım, savcı ne söylüyor, konuşmalarıma dair: “Şüpheli Selahattin Demirtaş’ın konuşması incelendiğinde, yukarıda bahsedildiği üzere…” Bir genel değerlendirme yapmış iddia makamı. Daha sonra bu genel değerlendirmeye bağlı benimle ilgili değerlendirmeyi yapıyor; “Yukarıda bahsedildiği üzere, PKK-KCK üst düzey yöneticilerinin talimatları doğrultusunda hareket eden örgüt mensuplarına yönelik güvenlik güçlerince yapılan operasyonları katliam, örgüt mensuplarınca kazılan hendekleri özgürlük mücadelesi olarak nitelendirdiği, vatandaşları bu hususta örgüt mensuplarına destek olmaya çağırdığı, yine terör örgütü mensuplarının devletin güvenlik güçleriyle girdikleri silahlı çatışmaları haklı gösterdiği ve bu nedenle konuşma içeriği itibariyle bir bütün halinde terör yöntemlerini kullanmaya özendirici ve terörizmi yüceltici nitelikte olduğu ve bu şekilde örgüt propagandası yaptığı…” demiş.
Fezlekenin girişinde olan kısmı okumam gerekiyor. Bir bakalım, burada benimle bağlantısı ne bunun, anlamaya çalışmamız için. En başta fezlekede; “İlimiz Sur ilçesinde bölücü terör örgütü mensuplarına yönelik yapılan operasyonların sürdüğü sıralarda bu operasyonları protesto etmek amacıyla DBP, HDP, KJA, Özgür Kadın Kongresi, Dem-Genç organizesinde 27.2.2016 günü saat 13:00 sıralarında Koşuyolu Parkı’nda toplanan gruplar tarafından basın açıklaması düzenlendiği…” Yani benim bu konuşmamdan bir gün sonra “düzenlendiği...”
Saat 12:50 sıralarında sayısı yaklaşık bin kişiye ulaşan grup tarafından sık sık ‘Her yer Suriçi, her yer direniş’, ‘PKK halktır, halk burada’, ‘Suriçinde direnen gerillaya bin selam’ , ‘Amed uyuma, Suriçi’ne sahip çık’ , ‘Gerilla, gerilla’, ‘Katil Erdoğan’, ‘Be Serok jiyan na be’ (Başkansız yaşam olmaz) şeklinde sloganlar atıldığı, saat 12:53, saat 13:04, saat 13:10, saat 14:18 gibi devam ediyor. Fakat bütün bunları tam olarak buraya niye yazmış, o kısma bakalım. Saat 13:04 sıralarında Koşuyolu Parkı ile sınır olan Sunay Caddesi üzerinde, ses yayın sistemi şu plakalı, dış cephesi HDP amblemi ve yazıları ile HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ın fotoğraflarıyla giydirilmiş seçim otobüsünde Kürtçe şarkılar çalınmaya başlandığı ve adı bilinmeyen erkek sunucu tarafından Türkçe olarak “Yukarı tarafa geçiyoruz. Birazdan genel başkanımız ve beraberindeki heyet siz değerli halkımıza konuşma yapacaklar. Ve aramızda tüm halkımız otobüsün etrafına geçsin, hiçbir halkımız alanı terk etmesin” şeklinde gruba hitaben anons yapılması üzerine Koşuyolu Parkı’nda bulunan ve sayıları yaklaşık bin 500 kişiye ulaşan grubun Sunay Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçtiği, 13:10 sularında seçim otobüsü önünde Koşuyolu Parkı’nda ‘PKK intikam, PKK halktır halk burada, Suriçi’nde direnen gerillaya bin selam’ sloganları eşliğinde yapılacak olan konuşmaları beklemeye geçtiği, saat 14:18 sularında Kürtçe olarak konuşmalarında dolayı Sayın Ertuğrul Kürkçü’ye teşekkürlerimizi sunuyoruz” demiş sunucu.
Ben burada neredeyim, onu bulamadım. Otobüsün üstünde fotoğrafım varmış gördüğüm kadarıyla. Ben burada yokum. Konuşmam yok. Eğer otobüsün üzerindeki el sallayan fotoğrafım örgüt propagandası olarak kabul ediliyorsa bilemiyorum. Çünkü hiçbir şey yok. Ertuğrul Kürkçü konuşmuş mu, o da belli değil.
Böyle bir toplantıya katılmadığımı da hatırlıyorum. Çünkü o tarihte yanılmıyorsam ben, Suriçi’nde bir kültür merkezinde basın toplantısı yapıyordum. Gün boyunca da oradaydım. Çünkü Sur’da sokağa çıkma yasağının kaldırılması için, 3 gün boyunca orada, kültür merkezinde kesintisiz oturma eylemi başlatmıştım, bir grup arkadaşımla birlikte. Gün boyu da basın açıklaması yapıyordum. Dolayısıyla benimle bağını niye kurmuş bilemiyorum.
Fakat şu mantık yürütülmüşse, bir gün önce MED Nuçe TV’de yaptığım çağrılar ve konuşma sonucunda bu eylem yapılmış diyorsa hiç bağlantısı yok. Çünkü konuşmamı birazdan okuyacağım - eksik olmuş olsa da en azından savunmamın bu kısmında okuyacağım - Diyarbakır Suriçi’nde sokağa çıkma yasağının kaldırılması için – dün de belirttim - kamuoyu oluşması için herkesi Suriçi’ne doğru yürüyüş yapmaya çağırdım.
Diyalog kurulacak, güvenlik bürokrasisi izin vermiyor. Valilik taraftar aslında. Fakat kamuoyu oluşursa ancak kolay olur. Ben de bu minvalde basın toplantısı ve çağrılar yapmışım. Birçok televizyon kanalına da bağlanarak - MED Nuçe TV de onlardan biridir muhtemelen - yerel kanallar, ulusal kanallar... Kaç tane kanal vardı hatırlamıyorum. Bir sürü kanala bağlandım. Yaptığımız çağrının mahiyeti nedir, amacı nedir diye. Bu da onlardan biridir. Şimdi okuyacağım ve size izah edeceğim.
Konuşmam tabii tümüyle alınmadığı için yine başka bir yerden başlıyor. Ortadan başlıyor yani; “Her gün kan akıyor. Her gün cenazeler var. İşte Merasim Sokak’taki patlama, Cizre’deki katliam, Sur’da devam eden çatışmalar, daha önce Ankara Garındaki patlama, Suruç Katliamı, Sultanahmet, Diyarbakır mitingimizdeki katliamlar. Bütün bunların hepsi, yakın zamanda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı büyük felaketler.”
Savcı bu felaket sözünü propaganda olarak değerlendirmiş. Ben burada, Merasim Sokak’ta, Ankara’da gerçekleşen katliamı felaket olarak tanımlamışım, Cizre’deki katliam - ki o bodrumlarda yüzlerce insan yakıldı - onu katliam olarak değerlendirmişim ki ağır bir katliamdır, burada az bile demişim. Sur’da devam eden çatışmalar, Ankara Garı’ndaki patlama, Suruç Katliamı, Sultanahmet’te - yanılmıyorsam IŞİD’in eylemiydi - Diyarbakır mitingimizdeki patlamalar. Bakın, PKK’nin Merasim Sokak’taki katliamı, Cizre’deki katliam, güvenlik güçlerinin Sur’da devam eden çatışmaları, IŞİD katliamı, bunlara demişim ki, “hepsi yakın zamanda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı büyük felaketler.” Savcı diyor ki, “sen buna felaket demekle terör propagandası yaptın.” Ne diyeyim buna? Yani felaket değil de ne olabilir? Yani bir siyasetçi, bunun için felaket veya acı, üzüntü gibi negatif bir kavram dışında ne kullanabilir? Yani bunlar Türkiye’nin başına gelen müjdeler midir? Türkiye’nin başına gelen neşeli olaylar mıdır? Son zamanlarda yaşadığımız keyifli olaylar mıdır? Buna felaket demenin neyi terör propagandası olabilir? Absürttür. Yani değerlendirmenin kendisi absürttür. O nedenle asla kabul etmiyorum. Felaketten daha beterdir. Türkiye’nin başına o dönemde gelenler felaketten daha beterdir.
“Aslında normal demokratik bir ülkede bunların biri yaşandığında, ülkenin tamamı büyük bir travma yaşarken, bizde neredeyse ölümler, katliamlar olağanlaştırılmaya çalışılıyor. AKP bütün bu katliamların da, bu katliamların da tek mağduruymuş gibi, kendini mağdur olarak pazarlamayı bir maharet olarak sergiliyor. Ben buradan özellikle şu an Sur’da devam eden operasyonlara ilişkin bir çağrı yapmak istiyorum. Bakın, Cizre’de 167 kişi 15 gün içerisinde, son 15 gün içerisinde toplu halde katledildi.”
Cizre’de 3 binanın bodrumunda 167 kişi bu şekilde katledildi. Davaları AİHM’dedir. İnşallah benim davam bitmeden o dava biter, oradan bir mahkeme kararıyla huzurunuza gelirim, katliam mahkeme kararıyla belgelenmiş olur.
“167 kişi, bunların büyük bir kısmı üniversite öğrencisi, sivil. Cenazeleri yakıldı. 137 kişinin cenazeleri hala teşhis edilememiş durumda.”
Yani 167 kişinin sadece 30’unun ailesi cenazeyi teşhis edebildi. 137 cenaze küle döndüğü için teşhis edilemedi DNA’ya gönderildi.
“Bunun sıradan, normal bir durum olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Cizre’de yaşananları birileri zevkle izlemiş olabilir. Birileri duymamış, görmemiş olabilir. Ama herkes vicdansız, herkes ahlaksız değil ki Türkiye’de. Girişimlerimize rağmen onların sağ kurtulması, sağ çıkma ihtimalleri çok yüksekken, bile bile göz göre göre aleni bir şekilde insanlık suçu işlenmişse her şey normalmiş gibi davranamayız. Şimdi Sur’da aynısını yapmaya çalışıyorlar. 200’e yakın insan var.”
Sur’da da o sıra 200’e yakın sivil insan vardı. Milletvekillerimiz de onların hem çıkışını koordine etmeye, valilik koordine etmeye çalışıyor hem de diyalog kurup hendek, barikatları kapattırmaya çalışıyor. Konuşmalarımdan zaten anlayacaksınız.
Çoğu sivil, bebek var aralarında, çocuklar var
Nitekim sonradan çıktıklarında kamera çekimi var. Kadının kucağında bebek var, genç kadınlar var, çocuklar var. Sivil insanlar çıktılar, kamera görüntüleri de var. Ulusal medyaya da yansıdı.
“Bizim talebimiz bir günlüğüne abluka kaldırılsın, sokağa çıkma yasağı kaldırılsın, insanların hepsi oradan çıksınlar. Ben inanıyorum ki, Sur’daki durum da stabil hale gelecektir.”
Buradan da kastettiğim o sivil insanlar oradan çıkar, bir günlüğüne sokağa çıkma yasağı kaldırılırsa biz diyalog kuracağız ve Sur’daki durumu da stabil hale getireceğiz. Burada, televizyondaki konuşmamda da verdiğim mesaj bu.
“Fakat bu çağrımıza maalesef cevap alamıyoruz. Ülkede savcı yok, hukuk yok, kanun yok, hükümet yok şimdi. Sur için de aynı çağrıyı yapıyoruz. Hükümet Cizre’de insanlık suçuyla suçlanacağını, Cizre Katliamından dolayı sorumlu olduğunu biliyor. Sur’da da aynısını gerçekleştirirse o zannetmesin ki bunun üstü kapatılacak, bir defter olarak tozlu raflarda kalacak. İkincisi yarın Diyarbakır’da Sur için büyük bir yürüyüş yapılacak. Ablukanın kalkması için, tüm Diyarbakır halkını…”
Bakın gerekçesini söylemişim; “Ablukanın kalkması için” Yani sokağa çıkma yasağını kastediyorum. “Ablukanın kalkması için tüm Diyarbakır halkını, yediden yetmişe herkesi bu yürüyüşe katılmaya davet ediyoruz. Demokratik tepkisini insanlar ortaya koymalı. Diyarbakır’ın göbeğinde bir katliam ve vahşet girişimine sessiz kalınamaz. Hükümetin de bu tepkilere karşı derhal cevap vermesini ve Sur’daki beklentiyi karşılayarak artık toplu katliama insanların göz yummayacağını görerek bir çözüm bulması gerekiyor. Biz parti olarak üzerimize düşen her türlü girişimi yapma konusunda sorumluluğa hazırız. Sur’daki durumu bir an önce normale döndürmek için elimizden gelen tüm gayreti göstermeye hazırız. Bunu da etmek istiyoruz” demiş ama herhalde yanlış çevrilmiş; “bunu da etmek istiyoruz”, Merkez Yürütme Kurulu nokta nokta şeklinde.
Konuşma hem baştan eksik, hem sondan eksik, ama bu bile niyetini izah etmek için yeterli. Sokağa çıkma yasağı ve sokağa giriş çıkışların yasaklandığı abluka kaldırılsın, siviller çıksın, biz de diyalogla Sur’daki durumu normalleştirelim. Bunun için kamuoyu desteğine ihtiyacımız var. Halk her yerden Sur’a doğru yürüyüş gerçekleştirsin, ki gündem olsun, biz de bunun üzerine siyasi sonuç alabilelim. Demokratik bir hakkımızı kullanmaya çağırmışım.
Saat 20:11’de televizyonda yaptığım konuşmayı okuyayım; “Teşekkür ederim Erdal Bey, iyi yayınlar.” Mesela bu baştan başlamış, herhalde konuşmam böyle başlıyordur.
“Ben öncelikle konuğunuz Hamzaoğlu’na ve bizi izleyenlere selam saygılarımı iletiyorum. Şimdi doğrusu, Sur’da devam eden ablukalar ve sokağa çıkma yasağı Diyarbakır halkı tarafından ilk günden beri protestolarla karşılanıyor. En nihayetinde AKP Hükümeti Cizre’de yaptığı gibi bir toplu katliam, ve insanların, gençlerin, sivillerin bir arada bulunduğu yere yönelik ağır silahlarla, tank atışlarıyla, top atışlarıyla operasyon düzenlemesi neticesinde maalesef bir toplu katliam yaşatmıştı. Şimdi Sur’da benzeri bir durum ortaya çıkması tehlikesi ihtimaline karşı Diyarbakır halkı başta olmak üzere halkımız, duyarlı insanlar her yerde tepkiyi ortaya koyuyorlar. Bizlerin de Diyarbakır halkının da talebi şudur: Ablukanın sokağa çıkma yasağının en azından 24 saatliğine kaldırılması ve Sur’da o bölgede, abluka altındaki bölgedeki herkesin tahliyesi ile birlikte Sur’da durumun stabil hale gelmesi için bir çabanın ortaya konulmasını biz istiyoruz. Biliyorsunuz, Diyarbakır Valiliği bir-iki gündür bir saatlik, bir buçuk saatlik ‘koridor açtık işte çıkanlar çıksın’ şeklinde bir uygulamayı güdüyor. Ama bunun çözüm olmadığı ve çözüm olmayacağı ortaya çıktı. Bizim bu konudaki talebimiz nettir. 24 saatliğine sokağa çıkma yasağı kaldırılmalı, ablukaya son verilmeli ve ben inanıyorum ki, ondan sonra Sur ilçesinde çatışmalar tümüyle sonlanabilir. Partimiz bu konuda bir çaba ortaya koydu, Ankara’da Diyarbakır
Valiliği nezdinde çok sayıda görüşme yürütüldü. Elimizdeki siyasi ve diplomatik imkanların tümü kullanıldı. Ama maalesef şu saate kadar bir sonuç alınabilmiş değil. Hem askeri hem polisiyle operasyonların durması bir yana, girişimler arttıkça operasyonların daha da arttığı, hızlandığı ve operasyonlara yoğunluk kazandırıldığı anlaşılıyor.”
Yani biz girişimimizi arttırdıkça güvenlik bürokrasisi operasyonları arttırıyor
“Bu çerçevede Diyarbakır halkı neredeyse her gün gerçekleştirdiği protestolardan en önemlisini ve en büyüğünü yarın gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Biz de parti olarak Diyarbakır halkına, bütün halkımıza yediden yetmişe herkese bu çağrıyı yineledik, tekrarladık. Yarın saat 13:00’te Diyarbakır’da Koşuyolu Parkı’nda demokratik tepkisini ve Sur’da ablukanın kaldırılması için çağrısını ve çığlığını ortaya koymak üzere halkımız bir araya gelecek. Son derece kararlı ve güçlü bir çağrı olmalı bu. Çağrımız; halkımız bu konuda ısrarlı olmalı, Diyarbakır’da Sur’un merkezinde binlerce, milyonlarca insanın gözü önünde, canlı yayında bir kez daha toplu katliam yaşatılmasına izin vermemeliyiz. AKP iktidarı bütün sorunlarının çözümünü savaşta, silahta, katliamda görüyor olabilir. Bu konuda bütün çabası halka boyun eğdirmek olabilir. Ama halkın da bu savaşı durdurma, hiç kimsenin ölmemesi, hiçbir insanın artık yaşamını yitirmemesi ve neredeyse tümüyle yıkılan harabeye dönüşen Sur’da operasyonların bitmesi için de halkın da aynı kararlılıkla tepkisini ortaya koyması gerekir. Avrupa’dan gelen heyetler, insan hakları örgütleri, uluslararası girişimler, bunların hepsi Sur’la ilgili belli bir duyarlılık yarattı. Ama maalesef, Ankara’daki siyasetçiler bu güvenlik konseptinden vazgeçmek yerine, bu bir yana, bu katliam politikasında ısrarcı davranıyorlar. Türkiye toplumunun geleceğini riske atan, tehlikeye atan operasyonel güvenlikçi yaklaşımların son bulması, bütün ilçelerde, sadece Sur’da değil, Cizre başta olmak üzere bütün ilçelerde bu abluka politikasının savaş politikasının durdurulması için sivil halkın inisiyatif alması lazım. Bütün halkın her yerde bu savaş politikasına artık dur demesi lazım. Tabii ki ben yarın aynı saatlerde Mersin’de Akdeniz ilçe binamızın önünde olacağım.”
Bakın şimdi hatırladım; Mersin’de Akdeniz ilçe binamızın önündeymiş
“Orada bir miting gerçekleştireceğim. Ertesi gün Batman’da yine il binamızın önünde, Batman’da aynı saatte, saat 13’te Batman’dan çağrımızı ve kitlesel tepkimizi ortaya koyacağız. Her yerde halkımız Diyarbakır halkıyla, Sur’daki insanlarımızla dayanışmak için tepkisini ortaya koymalı. Özellikle Avrupa’daki halkımızın, diasporada yaşayan halkımızın, ortaya koyacağı tepki çok önemlidir. Bütün dünyaya sesin duyurulması ve bu abluka politikasının savaş politikasının artık son bulması için her yerde sivil inisiyatif, güçlü bir şekilde bütün dünyaya bu çığlığı duyurabilirse, ben inanıyorum ki sonuç alabiliriz. Bir kez daha Cizre’de yaşatılan katliamın, Sur’da gözümüzün önünde yaşatılmasına asla izin veremeyiz, sessiz kalamayız, göz yumamayız. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza devam edemeyiz.
Ben sizler aracılığıyla sesimizin ulaştığı her yerdeki halkımıza özellikle rica ediyorum; yediden yetmişe herkes, elindeki bütün güç ve imkanla, çoluk çocuk meydanlarda alanlarda olmalı ve kesinlikle bir savaş istemiyoruz, katliam istemiyoruz.
Askeri operasyonla, polis operasyonlarıyla, baskıyla, zulümle çözülecek bir sorun yok. Kürt halkının özgürlük talebi var, demokrasi talebi var ve bu çerçevede barış talebi var. Bunu her yerde haykırırsak inanıyorum ki, AKP’nin savaş politikası geriletilebilecektir. Evet tabii ki yine Kadın Meclisimizin de diğer kadın örgütleriyle, yapılarıyla birlikte hazırladığı 8 Mart programı da tamamlanmış durumda. 8 Mart’ın ilk kitlesel etkinliği Silopi’de olacak. 1 Mart’ta Silopi’de başlayacak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinlikleri, 8 Mart’ta son gün Amed’de final mitingi ile sonuçlanacak. Kadın özgürlük hareketi de, HDP Kadın Meclisi ve diğer kadın kurumlarımızla birlikte yoğun bir hazırlık çalışması yürüttü. Arkasından Newroz çalışmaları başlayacak. Tabii ki her yıl olduğu gibi en güçlü en kitlesel şekilde Newroz’u karşılamaya da hazırlanıyoruz. HDP olarak bir yandan örgütlenme çalışmalarımızı sürdürüyoruz. İl ve ilçelerimizin kongre zamanı gelmiştir. Bu arada bütün bu süreçte örgütlenme çalışmasıyla birlikte teşkilatlarımızın yenilenmesi, güçlendirilmesi için halkın örgütlü bir şekilde sürece dahil olması için bir çaba ortaya koyuyoruz. Dediğimiz gibi bundan sonra çok daha fazla alanlarda meydanlarda kitlesel bir duruşla HDP varlığını ortaya koyacak. Ben teşekkür ediyorum, tekrar iyi yayınlar diliyorum.” Konuşma bu şekilde.
Cizre Katliamına katliam demeyeceğim de ne diyeceğim
Şimdi ilk konuşma eksik olarak alınmış, konuşmanın sonunda ne var bilmiyoruz. Ama konuşma bu haliyle de zaten ne suç unsuru taşıyor, ne bir şiddet propagandası unsuru taşıyor. Çok açık, niyetimizi de ifade etmişiz. Hükümetle de görüşmelerimiz var, Sur Kaymakamı’yla, Diyarbakır Valisi’yle görüşmelerimiz var. Onlar da sokağa çıkma yasağının en azından 1 günlüğüne kaldırılması için koşulların oluşması için uğraşıyorlar. Son 2 gün içerisinde bir seferinde 1 saatliğine, bir seferinde de 1,5 saatliğine sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı duyurulmuştu, ama siviller tahliye edilememişti.
Çünkü güvenlik personeli bırakmıyordu. Biz de 24 saatlik bir karar alınsın dedik.
Özellikle Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Sanayi Odası, Esnaf Odası, insan hakları örgütleri bir heyet oluşturmuştu, hemen Sur ilçesinin çıkışından bu sivilleri teslim alacak ve çıkaracaklardı. Ve akabinde de bizim arkadaşlarımız, artık orada hiç sivil kalmayacağı için derhal girişimde bulunup hendek, barikatların kendiliğinden kapatılmasını isteyecekti.
Bunun için de kamuoyu yaratmaya çalışıyorduk, yürüyüş çağrısı yaptık. Evet, Cizre’de katliam yaşandığını söylemişim, bunu terör propagandası olarak belirtmiş. Çünkü diyor ki, “Cizre’de teröre karşı yapılan mücadeleyi, teröristlerin öldürülmesi işini katliam olarak değerlendirmek terör propagandasıdır.” Savcının yorumu bu.
Ben Cizre’de yapılan katliamlara dair, özellikle bu eksik kalan kısım, ses çözümü tamamlandıktan sonra delil sunma aşamasında da belirteceğim, mahkemenize de sunacağım. Cizre’de kimler nasıl katledildi? Katledilenlerin isimleri. Hatta bir kısım otopsi raporları ve morgdaki fotoğraflarını da mahkemenize sunacağım. Peki bunları yapan kimdi? Adem Huduti, Sur’da bunu yapan Adem Huduti’ydi. Cizre’de yapanın dün ismini okudum, şimdi hatırlamıyorum.
Şimdi bu adamın katliam yapacağına savcı inanmıyor, mahkemeniz inanmıyor. İnanmıyorsanız yargılıyorsunuz onları, bırakın gitsinler. 15 Temmuz’da da bunlar katliam yapmamıştır canım. Pırıl pırıl askerler, komutanlar bunlar. Bunu mu demek istiyorlar? Cizre’de katliam yapamaz mı demek istiyorlar? Ben bunu söylemişsem bunun terör örgütü propagandası olma ihtimalini mi düşünmeniz lazım? Yoksa “Ya bir siyasetçi bunu söylüyorsa bir bildiği vardır. Bunun üzerine gitmek lazım. Bu bir suç ihbarıdır. Siyasetçi bunu söylüyorsa, hükümeti bu yönde denetleme, eleştirme; hükümetin önünü açtığı, talimatını verdiği katliamı teşhir ediyorsa bu siyasetçinin bir bildiği vardır” deyip savcının onu tanık olarak çağırması lazım. Sanık olarak değil.
Burada yaptığım da budur. Cizre ilçemizde burada konuşmamda 167 kişi demişim, AİHM’e dosya götürüldüğünde tam sayılar daha net bir şekilde ifade edilmiştir. Başvuru örneğini delilleriyle birlikte arkadaşlarım getirdiğinde mahkemenizde tekrarlayacağım. Cizre ilçemizde açık bir katliam yapılmıştır, açık. Katledilenler sivil üniversite öğrencileridir, bazıları parti üst düzey yöneticilerimizdir.
Ses kaydını daha sonra mahkemenize sunacağım “Bodrumda sıkıştık. Burada kaldık. Biz silahlı değiliz. Yanımda kadın var, çocuk var, seslerini dinletiyorum. Çıkmak istiyoruz, ateş ediyorlar.” Bu minvalde yapılan telefon konuşması kaydı telekonferans yapıldığı için bir tarafı Meclise bağlı, bir tarafı Sağlık Bakanlığına bağlıydı. Bakan yardımcısı, müsteşarı orada dinliyordu, milletvekilimiz Mecliste dinliyordu. Bodrumdaki kişi de Cizre bodrumundan konuşuyordu. Sağlıklı ve canlıydı. “Çıkmak istiyoruz izin vermiyorlar” diyordu. Efkan Ala’nın da itirafıyla, işte “bizi dinlemeyen güvenlik güçleri, talimatımızı dinlemeyen güvenlik güçleri orada kural dışına çıktılar” diyordu. İşte bu güvenlik güçleri o sivillerin oradan çıkışına izin vermedi, LAW silahı ile yaktılar. Tespit edilen ve AİHM’e sunulan delilde LAW silahı ve kimyasal artık olduğu tespit edildi. Ve 167 kişi üç ayrı büyük binanın bodrumuna sığınmış kurtarılmayı bekleyen 167 sivil yakılarak katledildi.
Ben buna katliam demeyeceğim de ne diyeceğim? Terör operasyonu mu diyeceğim. Tarihe katliam olarak geçmiştir, siyasi sorumlusu AKP’dir. Tetikçileri de başta bu 15 Temmuz FETÖ’cü alçaklar olmak üzere onlarla birlikte hareket eden tetikçilerdir. Sözlerimin arkasındayım. Terör örgütü propagandası değildir. Savcı bu şekilde, katliama örtülü bir destek sunmaya çalışmıştır farkında olmadan. Savcının yapması gereken beni tanık olarak çağırıp dinlemesidir.
Hakim: Bu 7. fezlekeye ilişkin olabilir yine klasör 17’de bulunan tutanakları CMK’nın 219. maddesi gereğince okuyup söyleyeceklerini sormak istiyoruz. 4 adet görüntü incelemeli tespit tutanağı var. Besta Nuçe TV’de 27.02.2016 tarihinde yapılacak yüreğimizle, beynimizle, emeğimizle Sur direnişine katılalım çağrıları, yine 27.02.2016 tarihinde Diyarbakır Koşuyolu Parkında ve civarında meydana gelen olaylara ilişkin düzenlenen olay tutanağı, daha sonrasında da 3 adet sizin ve diğer parti yetkililerinin açıklamalarına ilişkin toplam üç adet görüntü çözüm tutanağı var. Bunlara bir diyeceğiniz var mı?
Demirtaş: Aleyhime olan hususları kabul etmiyorum. Fezlekede bana yönelik suçlama MED Nuçe TV’ye telefonla bağlanarak yaptığım konuşmadır. Konuşmam sonrasında yaptığım çağrı neticesinde insanlar Sur ilçemize ertesi gün, daha doğrusu Sur ilçesindeki ablukanın kalkması için yaptıkları destek yürüyüşünde de herhangi bir olay çıkmamıştır.
Ben de o gün orada değil başka bir şehirdeydim. Konuşmamdan da anlaşılacağı üzere Mersin Akdeniz ilçesi ve Batman mitinglerine katılmak üzere Diyarbakır dışındaydım. Yaptığım çağrı da çok meşrudur, oradaki insan hakları ihlallerini kınamak da Anayasal bir haktır. Siyaset hakkı çerçevesinde bir siyasi partinin kendi kitlesini demokratik baskı unsuru olarak kullanmak için harekete geçirmesi de Anayasal bir haktır. Herhangi bir şiddet olayı da yaşanmamış bir eylem olarak gerçekleşmiştir. Bu nedenle ifade özgürlüğü, toplanma ve gösteri hakkı, siyaset hakkı, bütün bunlar Anayasal çerçevede gerçekleştiği için de suçlanmam gereken hiçbir husus olmadığını düşünüyorum.
Yine de eksik kalan çözüm, ilk telefon görüşmesi özellikle eksik görünüyor, diğeri tamamlanmış olabilir. Onu bir daha isteyin. Burada da suç unsuru olduğunu düşünmüyorum, fakat yine de birçok çözüm istenildiği için, o çözüm tutanağını da isteyelim. Ha keza Parlamentodan gelecek sorumsuzlukla ilgili tutanakların da konuşma metinleriyle karşılaştırılması talebimi belirtiyorum. (ŞA)