*Kore dizisi, "My Mister"
Yurtdışında çalıştığım zamanlar. Bir gün havaleden gelen evraklara bakıyordum. Yığın içinden çıkan resmi evraklardan birinin “kültür balıkçılığı” hakkında olduğunu gördüm, "ilgisi nedeniyle" notuyla bana havale edilmiş. Kahkahalarla gülmeye başladım, sarıldım telefona. Kültür ve Tanıtma Ataşesiyim ya, "kültür" kelimesini görünce sallamışlar yollamışlar bana.
Üst makamı aradım, “Efendim, şu tarihli şu sayılı yazıyla kültür balıkçılığı evrakını bana havale etmişsiniz, ancak konu ofisimizin görev ve sorumluluk alanında değil. Ben en fazla kültür mantarlarına kadar sorumluyum” dedim, gülüyorum da bir yandan. Telefonun diğer ucundaki yetkili de başladı gülmeye, yapılan saçmalığı anladığını belirten sözlerle geri aldı resmi yazıyı, bu anıyı hatırladıkça hâlâ gülümserim.
Kültür neydi?
"Kültür" tam olarak işte bu kadar kapsamlı bir kavram. Dünyalar güzeli Türkan Şoray gibi kocaman, yaşlı gözlerle “sahi kültür neydi?” diyerek başlayayım mı yazmaya, “Kültür iyilikti, dostluktu… Kültür emekti” diyenler geçin arkama, bundan sonra bir takımız biz, Ahmet Mekin’in askerleriyiz. Kendi içinde Meydan Larousse kadar heybetli bir terim "kültür", hal böyleyken sulandırmadan anlatmamı kimse beklemesin benden.
Kavram öyle büyük ki içine uygarlık da giriyor, iletişim de, bir yandan memetiğe göz kırpıyor ama aynı zamanda ideolojiye karşı boş değil falan. Üstelik 19. yüzyıla kadar yaygın bir kullanımı bile yok. 20. yüzyılın başlarında büyük bir endüstriye dönüşmeye başlaması ile tartışmaların, araştırmaların öznesi olmaya başlıyor, etimolojisine göre ‘çiftçilik’, ‘ekmek, biçmek’, ‘saban bıçağı’ gibi kırsal bir kökeni var.
Genellemeler her daim hatalıdır, bir kültür şöyle şahanedir, bir kültür böyle sefildir gibi çıkarımlarda bulunmak gibi bir hadsizlik içinde değilim.
Baştan söyleyeyim, bir kültür başka bir kültürle karşılaşınca ötekini eninde sonunda yutar veya beriki kendi kültürünü korumak için illa korumacı, muhafazakâr bir pozisyon alır gibi tartışmaları kapının dışında tutmaya çalışacağız bu kez. Sadece birlikte kültür sörfü yapıyormuşuz gibi düşünelim derim. Şampiyon seçmiyoruz, her kültürü kendi içinde anlayabilmek için hep beraber küçük bir zihin egzersizi yapacağız.
En genel tanımıyla kültür, hayatımıza, nasıl yaşadığımıza yön veren değerler, normlar, inançlar ve pratikler bütünüdür; kendimizi, diğerlerini, dünyayı anlama ve yaşama biçimimizdir.
Bana kalırsa kültürün, daha doğrusu kültürel örüntülerin rahatlıkla gözlenebileceği en uygun alan da gündelik yaşamdır. Çünkü gündelik yaşam, kültür kavramını tarihsel bir izlek içinde inceleyebileceğimiz, hangi kültürel pratiğin hangi toplumsal saiklerle yönlendirildiğini araştırabileceğimiz bir zemindir.
Her kültürün gündelik yaşamı düzenleyen değer ve normları birbirinden farklıdır. Daha önce de yazdım; her kültürün biricik ve eşsiz olduğunu uzun yıllar yurtdışında yaşayarak ilk elden deneyimledim, şanslıyım. Farklı toplumların farklı toplumsal normlarına, kültürel kodlarına, değerler sistemine hiç aşina değilseniz, bunlara teorik düzeyde bile açık olmayan bir karakteriniz varsa korkarım bu yazı içinde bir yerlerde yollarımız ayrılabilir. Ama eğer “benim normlarım, değerlerim, inançlarım neden diğerlerininkinden daha üstün veya daha değerli olsun ki?” diyebilen biriyseniz sizi temin ederim son paragrafa kadar elinizi bırakmam.
“Eğer yediye kadar sayan bir kültürde yetiştirildiyseniz, bu adete uymaktan başka seçeneğiniz elbette yoktur; ama dünyada sırf canınız istedi diye başkalarını boğmanızın münasip sayıldığı bir kültür bulunmaz.” der Terry Eagleton.
Baştan anlaşacağımız noktalardan diğeri de burada yatıyor işte; bizim dışımızdakilere, diğerlerine hayat hakkı tanımayan kültürel öğeleri onaylamıyoruz, değişmesi için çalışmaya, mücadele etmeye devam ediyoruz, evlat olsa sevilmeyecek olanlara sahip çıkmıyoruz.
Atalarımız tahta geçmesinler diye kardeşlerini boğdurtmuş olabilir ve bu eylem o zamanlar herkese makul gelmiş olabilir ama şimdilerde "yazlık bana kalsın" diye kardeşlerimizi boğdurtmuyoruz mesela. Öyle düşünelim.
Kültürel öğelerin tümünün ezeli ve ebedi olmaması bu açıdan gerçekten güzel bir haber, yani kültürel pratikler bir yöne doğru eşzamanlı olarak değişebiliyor.
Kimi zaman çok zor, çok incelikli süreçler gerektirse de ‘başka bir kültür mümkün’ yani. Her konuda olduğu gibi mücadeleye bakar biraz. Tavşana hayranlık besleyen bizden değildir zaten, biz her daim kaplumbağadan yanayız.
Asker Kartarı, dış dünyayı ‘anlamlandırmamızı’ kültür belirler der. Anlam, zihindeki örüntüye göre yaratılır. Bir kültürde burun silmek ayıp sayılırken, başka bir kültürde son derece sıradan bir davranış olarak kabul görür.
Ağlamak ve gülmek
Yenilgiye uğrayan bir sporcunun gülümsemesi Amerikan izleyici tarafından vurdumduymazlık, hatta şımarıklık olarak algılanırken Japon izleyici bunu üzüntü ifadesi olarak anlamlandırır.
Kamuya açık yerlerde birbirini yanaklarından öpen iki erkek Amerikan toplumunda anormal karşılanırken, bu durum bizim toplumumuzda gayet normaldir.
Neye ağlayıp neye güleceğimize bile kültür karar verir. Amerikalıların kahkahalarla güldüğü şeyler Koreliler için ağlanacak şeylerdir. Japonların eğlenmek için yaptıkları bir şey Türkiyeliler için pekala kavga sebebi olabilir.
Veya tam tersi. Bireyin kime, nerede dokunabileceğini, kiminle ne zaman göz göze gelebileceğini de kültür belirler. Asker Hoca’nın kitabında okumuştum, Tayland kültüründe birinin başına dokunursanız, ona saldırdığınız şeklinde algılanıyormuş, benden demesi.
Başka kültürler hakkında bilgi sahibi olma ihtiyacı açısından bakınca şanslıyız, kültürlerarası karşılaşmalar eskisi gibi nadir değil artık, son otuz kırk yıl içinde ülkelerden kurulu bir pazar yerine dönüşen dünyada başka kültürlere dair eskisinden çok daha fazla bilgiye sahibiz.
Dünya ekonomisinde yeni merkezlerin ortaya çıkması, yeni kültürlerin dünya ekonomisindeki rollerinin değişmesi ile başka bir şekle girdi durum. İki üç jenerasyon önce haklarında çok az bilgiye sahip olduğumuz Uzakdoğu ülkeleri şimdilerde kültürleriyle ortalığı kasıp kavuruyor. Kore mesela, 90’lı yıllardan sonra dünya geneline yayılan bir akım var, adı ‘Hallyu’, kelimenin tam karşılığı, Kore Dalgası. Teknoloji ve iletişim dünyasındaki gelişmelere paralel olarak Kore içerikleri Japonya, Çin, Güneydoğu Asya’dan başlayarak geçtiğimiz yirmi yıl içinde Avrupa ve Amerika’da çok yaygınlaştı.
Ben de bu dalganın etkisine kapılanlardanım açıkçası. Polisiye türünden sonra en sevdiğim tür Kore dizisi. Dizi meselesine nerden daldın demeyin, bir dizinin ihraç edilmesi bir kültürün de o ülkeye taşınması demek biraz da. Tevellütü yetenler hatırlayacaktır, biz çocukken “Dallas” dizisi vardı televizyonda.
Ceyar, Sue Ellen, Boby, Lucy hepimizin aile efradı gibi olmuştu. Amerikan kültürü ile yeni tanıştığımız, başka bir kültürü şaşkınlıkla izlediğimiz yıllardı.
Anne, baba, yeğen, elti, görümce herkes birbirine yaşına başına hürmet etmeden ilk adıyla hitap ediyordu mesela dizide. Bizim için acayip bir şeydi bu durum. Dallas dizisinden çok yıllar sonra üniversitede Adanalı bir arkadaşım anlatmıştı, bu Dallas dizisi zamanında onlar ailecek o kadar etkilenmişler ki, evde herkes birbirine ilk adıyla hitap etmeye başlamış. “Ev de nasıl ev, dökülüyor, gecekondu gibi yani” diyordu arkadaşım. “Tuvalet için dışarı çıkıyoruz ama abim babamı avluda görünce “Muharrem” diyor, babam abime “Muhittin” diyor, annem babaanneme “Gülizar” diyor falan”. Kahkahalarla dinlemiştim bu hikayeyi.
Başka kültürlerle ilk veya yeni karşılaşmalarda gözden kaçırabileceğimiz türden masum farklılıklar da var insanı kültürel şoka uğratan da. Genco’dan küçük bir örnek vereyim. Anaokuluna gidiyordu Tokyo’da. Oyun saati sırasında düşen, bir yerini inciten her çocuğa koşup sarılıp, şefkatle öpmeye çalışıyormuş.
Japonlar topluma açık yerlerde birbirlerini öpmezler, ta çocukluktan başlar bu durum. E bizim Genco’nun bu halleri okulda bir parça infial yaratmış haliyle. Sınıf öğretmenine anlattım durumu, sonrasında hem onlar hem biz rahatladık. Artık bizimki düşen her çocuğa koşup sarıldığında; “No panic. It is ok. It is Genco” demeye başlamışlar. Veya annemden bir örnek vereyim, Japonya’ya bizi ziyarete geldiği zaman, semt pazarındaki Japon satıcılarla pazarlık yapma huyundan vazgeçmedi bir süre. Japon satıcılar satacağı şey için sözgelimi “2000 Yen” dediklerinde annemin neden “1500 Yen’e olmaz mı?” diye sorduğunu hiçbir zaman anlayamadılar. Muhtemelen gece eve döndüklerinde “Yabancı deli bir kadın geldi bugün pazara” diye anlatmışlardır ev halkına. Ama bir kere bile kaba bir hareketle karşılaşmadı annem, çok medeni insanlar Japonlar, net.
Her zaman bu kadar şanslı olmuyoruz maalesef. Bazı durumlarda “kültür şoku” da yaşayabiliyor insan. Mesela, Japonların beden algısı bizden farklıdır. Bizimki kadar bedene cinsiyet ve cinsellik yükleyen bir kültürleri yoktur. Japon kültürünün çok beğendiğim bir özelliğidir bedeni uzuvlar üzerinden değil bir bütün olarak algılamaları.
Kore dizileri sessizce acı çekmenin destanıdır
Beden üzerinden ‘ayıp’, ‘mahrem’ içeren zilyon kategorileri yoktur. Şimdi burdan uzun uzun anlatmayayım, youtube’a girin “Kocaeli’ye gelen Japon herkesi şoka uğrattı” yazın, gösteriyi koordine eden ve sonrasında işten çıkartılan Şahin Bey’in olayı anlattığı 42 saniyelik videoyu bir izleyin, durumu çok sarih anlatır bu video (Önemli not: çoluğun çocuğun yanında açmayın, kulaklıkla dinleyin, beni bianett'en kovdurtmayın reca ederim. Videoyu da sayfaya özellikle eklemedik)
Her kültürdeki iletişim pratiği bağlam bağımlıdır; hangi bağlamda hangi iletişim davranışının makbul olduğu, hangi davranışın hoş karşılanmadığı bellidir. İletişim mesajı bağlam göz önüne alınmadan çözümlenemez.
Bağlamı göz önüne almazsak mesajı ya algılamama ya da yanlış anlama tehlikesi vardır. Kültürlerarası iletişim disiplininin kurucusu olarak kabul edilen Edward T. Hall iletişim sürecini anlamak için ‘yüksek bağlam’ ‘düşük bağlam’ kategorilerini ortaya atar.
Yüksek bağlamlı iletişimde bilginin büyük kısmını sosyal ve fiziksel çevreden alırız, bilgiyi doğrudan sözlü iletişimden elde etme oranımız düşüktür.
Düşük bağlamlı iletişime sahip kültürlerde iletişim için doğrudan yazılı ya da sözlü mesajlar önem kazanır. Mesaj nettir ve doğrudan alınır, çevreyi ek bir anlam arayışı için taramamız gerekmez (Asker Hoca’nın kitabı mükemmel anlatır konuyu, ilgi duyarsanız aklınızda olsun).
Hall’a göre, ABD, Kanada, İngiltere, İsviçre, Almanya ve İskandinavya düşük bağlamlı iletişime sahip kültürlerdir; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkeleri, Ortadoğu, Güney Amerika ve Japonya yüksek bağlamlı kültürdür.
Yüksek bağlam düşük bağlam hikayesinin nelere yol açtığını, hayatımızı nasıl etkilediğini tahmin bile edemezsiniz, beğeneceğimiz karşı cins tipolojisine bile etki ediyor.
Genel olarak düşük bağlamlı bir kültüre sahip olan Kuzey Amerika’da çok konuşan insanlar daha çekici kabul edilirken, yüksek bağlamlı bir kültüre sahip olan Kore’de az konuşan insanlar çok daha çekici bulunuyor örneğin.
Kore dizisi takip edenler bilir; yüz ifadesi, vücut hareketleri, olayın geçtiği ortam, mekânın kullanımı gibi diğer sözsüz iletişimsel öğeler üzerinden ilerler olaylar. Boşuna demiyorum Kore dizileri sessizce acı çekmenin destanıdır diye.
Duygularını maskeleme açısından Japonların da bir dünya markası olduğunu düşünüyorum. Acaba onlar bizim hakkımızda ne düşünüyor diye bir süre Türkiye’de yaşayan Japon bir arkadaşıma kültürümüz hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Söylediklerinin iki tanesi hiç aklımdan çıkmadı.
İlk olarak “Söz verirken hiç zorlanmıyor, hemen söz veriyorsunuz ama sözlerinizi tutmuyorsunuz” demişti. Diğeri de “her şeye çok sözcüğü ekliyorsunuz, çok seviyorsunuz, çok kızıyorsunuz, çok özlüyorsunuz, hiçbir şeyi çok sözcüğü olmadan anlatmıyorsunuz” idi.
Mevzu uzun, beni bıraksanız saatlerce yazarım ben. Ufaktan toparlanalım, oyuncaklarımızı çantamıza koyalım. Kendi dağınıklığımızı toparlamadan ayrılmayalım misafirlikten. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucunda kültürler birbirlerine tarihteki hiçbir nokta ile kıyaslanmayacak kadar yakınlaştı.
Dizilerle, sosyal platformlarla kapı komşumuz gibi oldu diğer kültürler. Ben bunu kültürel hapislerimizden- bir bütün olarak kültürden söz etmiyorum, devasa bir kültür bütünü içinde yer alan ve insanı zedeleyen kimi kültürel öğelerden söz ediyorum- çıkmak için eşsiz bir fırsat olarak görüyorum açıkçası.
Hepimiz, bir bakıma ticari olarak pastörizasyon işleminden geçirilmiş kompost bir dünyada yaşıyoruz. Birbirimize baka baka ya güzelleşeceğiz ya da sonumuz gelecek. Hepimiz kültür mantarıyız. İyi olan kazansın annem!
İleri Okuma Önerileri:
*Asker Kartarı, Kültür, Farklılık, İletişim, İletişim Yayınları,2020
* Terry Eagleton, Kültür, Can Yayınları, 2019
(AA/EMK)