Japonya 1931 yılında Çin anakarasını işgal edince, Mançurya’da gözlerden uzak bir yerde resmi adı “Salgın Önleme ve Su Arıtma Departmanı” olan ama tarihe “731. Birim” olarak geçen gizli bir birim kurdu.
Kimyasal ve biyolojik silah deneyleri için oluşturulan bu tesiste 1933-1945 yılları arasında insanlar üzerinde korkunç deneyler yürütüldü.
Çeşitli nedenlerle tutuklanan ve buraya nakledilen mahkumların her birine bir numara verildi. İsimleri kayda hiç geçmeyen bu mahkumlar deneylerde ölünceye kadar sadece bu numara ile anıldı. Tesisi yönetenlerin büyük bilimsel hedefleri vardı. Bu hedeflere ulaşmak için çok çalışıyorlardı.
Mesela, kimi mahkumları kesip kan kaybından ölene kadar gözlemliyorlardı. Erkek, kadın, çocuk, bebek demeden binlerce insanı çeşitli cerrahi tekniklerle canlı canlı (viviseksiyon) parçalarına ayırıyorlardı.
Canlı deneklere hastalık bulaştırıyor, bombaların insan vücuduna nasıl zarar verdiğini görmek için henüz hayatta iken insanları bombalarla parçalıyor veya alev makinaları ile canlı canlı yakıyorlardı.
Bu tesiste düşük basınç, X ışınlarına maruz bırakma, donma-açlıktan ölme deneyleri, tecavüzler, hayvanlardan kan nakli ve benzeri türlü işkence yıllarca uygulandı. Tahminlere göre bu süreçte 300 binden fazla insan acılar içinde hayatını kaybetti.
Nagazaki
Başka bir zamanda başka siviller de başka bir şekilde can verdi. Japonlar bu kez fail-mağdur ikileminde diğer tarafta idi.
ABD İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya, 9 Ağustos 1945'te Nagazaki'ye iki atom bombası attı. Hiroşima’ya attığı bombaya “Küçük Oğlan” (Little Boy), Nagazaki’ye attığı bombaya “Şişman Adam” (Fat Man) ismini verdi.
Atılan atom bombası nedeniyle Hiroşima'da anında 70 bin-80 bin insan öldü. Takip eden aylarda bu sayı 140 bin'e kadar çıktı. Nagazaki’de ölenlerle birlikte, sadece iki kentte 300 bin insan öldü. Radyasyon nedeniyle binlerce insan ölüm istatistiklerinin dışında yıllarca acı çekti.
Atom bombalarının atılması, savaşın uzamasını yani daha fazla can kaybını önlemek olarak gerekçelendirildi. Oysa, Japonya’ya atılan bu iki atom bombasının asıl amacı Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermek ve savaş sonrası dünya düzeninde ABD’nin konumunu sağlamlaştırmak idi.
Filistin
Bugün, Japonya’nın teslim olmaya yakın olduğunu söyleyen, atom bombası atılmadan da savaşın sonunun yakın olduğunu söyleyen tarihçilerin sayısı hiç de az değil. Her iki katliamda ortak olan şey yapılanın esasen bir savaş hamlesi olmayıp devasa bir deney çalışması olması sanki.
Birkaç gün önce okuduğum, Diyar Saraçoğlu’nun Anthony Loewenstein ile yaptığı söyleşi geçen yüzyıldan bu iki deneyi hatırlattı bana. “Filistin Laboratuvarı” kitabının yazarı Loewenstein İsrail’in çok uzun süredir Filistin’i bir laboratuvar olarak kullandığını ve geliştirdiği savaş teknolojilerini dünyaya pazarlamaya devam ettiğini söylüyor.
1948 yılında İsrail devleti kurulduktan hemen sonra, ilk başbakan ile birlikte hızlı bir şekilde yerli silah endüstrisi kuruluyor, Almanya da dahil olmak üzere birçok ülkeye silah ihraç etmeye başlıyor İsrail.
Söyleşide 2023 yılı itibariyle İsrail silah endüstrisinin 13 Milyar ABD doları hacme sahip olduğu geçiyor. Son 60 yıldır İsrail işgal altındaki Filistin topraklarını hem silah satışı hem de silah teknolojisi için bir test alanı olarak kullanıyor. Gözlerimizin önünde, tüm dünyanın gözü önünde bir “Katliam AR-GE’si” yapıyor.
İsrail Filistin’de yeni gözetim/izleme teknolojilerini ve katil quadcopterler, saldırı dronları, robot köpekleri gibi yeni silahlarını test ediyor. Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistinliler üzerinde “denenen” bu teknolojiler uluslararası silah fuarlarında pazarlanıyor.
Geçtiğimiz 12 ayda çoğunluğu sivil olan en az 40 bin insan öldürüldü. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında öldürülen kadın sayısının 6 binden, çocuk sayısının 11 binden fazla olduğu belirtiliyor.
Zorbalık
Aljezeera haber sitesine göre İsrail ordusunun kuşatması ve bombardımanı altındaki Gazze Şeridi'nde son 12 ayda, son yirmi yıldaki herhangi bir savaşın eşdeğer döneminden daha fazla çocuk ve kadın öldürüldü. Hastane ve okul katliamlarından servis edilen görüntüler dayanılır gibi değil. Gördüğümüz onlarca yanmış, çürümüş cesetle beraber biz de çürüyoruz sessizce.
Size bir şey diyeyim mi, Mançurya’nın ıssız bir köyünde, bir tesiste canlı deneklerin iç organları çıkarılırken gözlemlerde bulunmak üzere orada olan insanlar da Japon’du, Hiroşima’da hiçbir dahli olmadığı bir savaşta, sabahleyin okula giderken birden şehre atılan atom bombası yüzünden iç organlarını kusarak ölen çocuk da Japon’du. Fail ya da mağdur cephelerinde insanlar vardır, bütün bir toplum değil. Yaralı ve hastalıklı zihin zorbalık yapabilir. Zorbalıktan çok daha kötüsünü de yapabilir.
Mançurya’daki tesiste ya da atom bombasının atılması kararının alındığı toplantı salonunda eksik olan şey zekâ değildir, eksik olan şey ahlâktır. İnsan olma ahlâkının olmadığı her yerde kötülük kol gezer.
İnsanı iyi ya da kötü yapan şey bana kalırsa sadece “ötekine kör” olmaktır. İnsanlık tarihinin bütün karanlıklarında karşımıza bu körlük çıkar. Her zulmün arkasında insan hayatının eşit olmadığı yollu görüş var. Tüm insanların hayatı eşittir.
Eşitlik savunusu yapmak erdemli bir davranıştır ve baskının, şiddetin, kötülüğün kol gezdiği zamanlarda bu savunuyu yapmak bir sınavdır. Belki de vermemiz gereken en önemli sınav budur.
Tam buraya gelmişken ufak bir uyarı yapmadan huzurdan ayrılmak istemem. Olduğumuzu düşündüğümüz kişi olmayabiliriz. Sandığımız kadar “iyi bir insan” olmadığımız ile yüzleşmek büyük cesaret gerektirir.
Birkaç saniyeliğine gözümüzü kapatıp acı içinde can çekişen insanları düşünelim. Soralım kendimize, can çekişen insanın dini, dili, ırkı, cinsiyeti, onu insan yapan neyi varsa, teker teker değiştirdiğimizde hâlâ yanı başında durabiliyor muyuz sahiden. Haksızlığa, zulme uğrayan bir insanın her koşulda bütünlüğünü ve haysiyetini korumasından yana olup olmamamızdır bizi “iyi” ya da “kötü” yapan.
Ataerkil sistemde kadın olmayı, ırkçı bir çevrede “öteki” olmayı, zenginliği putlaştıran bir dönemde fakir olmayı, homofobiyle zehirlenmiş bir toplumda eşcinsel olmayı anlamaktan söz ediyorum. Muğlak bir iyilik- kötülük savaşında, failin mi yoksa mağdurun mu tarafında olduğumuzu tek bir kimlik belirlemez, yukarda saydıklarımın hepsi aynı anda belirler diyorum.
Şefkat
Savaşlar ancak kendimizle olan savaşı kazandığımızda kazanılabilir. Herkesin dijital bağlarla birbirine bağlandığı yeni dünya düzeninde her insanlık dışı muameleyi tereddütsüz ve toptan reddetmekle tiranlıklara son verilebilir.
Küresel iletişimin kamplaştırıcı işlevi hem yanıltıcı hem de tehlikelidir. İletişim bize benzemeyenleri es geçip bizimle aynı düşünenleri bulmamıza hizmet ediyorsa doğru bir iletişim değildir. Ancak ve ancak kendimize kendi fikirlerimizi aşılamaktan ve kendi yarattığımız oto propagandaların sarhoşlaştırıcı etkisi altında kalmaktan kurtulabildiğimiz kadar dünyayı haysiyetli bir yer yapmaya yakınız. Hepimizin sorumluluğu büyük. Hepimiz birbirimize muhtaç ve bağlıyız.
Bu düşünce beni hiçbir şeyin elimizde olmadığı çıkarımına götürmüyor, tam tersi her şeyin bizim elimizde olduğu çıkarımına götürüyor.
En büyük yakıtı insanların “yetersizlik duygusu” olan bir düzende yüzümüzü şefkate ve umuda yöneltmekten başka yol göremiyorum. Birbirimize şefkat gösterebilmek haysiyetli bir dünya için son şansımızdır. Şefkat acımadan farklıdır. Acıma kimseyi güçlendirmezken şefkat hepimizi aynı ölçüde güçlü kılar.
İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamın birinci yılı dolarken ve bu durumun yakın dönemde sonlanacağına dair umutlar sekteye uğrarken karşımıza sıklıkla çıkan acayip bir kavram var; “İnsani Ara”.
Birleşmiş Milletler bu kavramı “düşmanlıkların yalnızca insani amaçlarla geçici olarak durdurulması” olarak tanımlıyor.
Ateşkes gibi değil, ara veriliyor sadece. Uluslararası hukukta bir yeri olmasa da ABD ve çoğu AB ülkesinin ateşkesten yana değil insani aradan yana tavır alması tam bir ikiyüzlülük örneği. İsrail hükümetinin yaptığı katliama karşı çıktıkları için hapsedilen, şiddet gören, işinden olan, ülkesini terk etmek zorunda kalan binlerce İsraillinin tavrı işte bu yüzden devletlerden ve kurumlardan çok daha önemli.
İnsani ara istemiyoruz. Ateşkes istiyoruz. Barış istiyoruz. Herkes için, hepimiz için. Çünkü biliyoruz ki, barış ya her yerdedir ya da hiçbir yerde!
(AA/EMK)