* Çizim: Ahmet Bilge
Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi'nde olan, 26 yıllık mahkûm Ahmet Bilge’nin bianet’e yazdığı mektup, Ekim 2020 tarihli.
Covid-19’u gündeme geldiği ilk dönemlerde pek önemsememiştik doğrusu. Bu virüsün etkisi de olsa olsa Kuş Gribi ya da Domuz Gribi kadar olabilir diye değerlendiriyorduk. Bahsettiğim salgınların da vakti zamanında ülkede ciddi bir tehdit oluşturmadığı malum.
Diyelim ki bu virüs çok gözü kara çıktı ve “Reis” in, “Eyy Koronaa!!!” ile başlayan telkin ve uyarılarına rağmen ülke sınırlarından içeriye sızdı; yine sorun değildi. Aradaki mesafeden dolayı ailelerimiz bile ziyaretlerimize doğru dürüst gelemiyorken, ta Çin’den yola koyulmuş bu virüs onca yol yorgunluğuna rağmen, çoğu tenha ve ücra köşelerde konumlandırılmış betondan mekanlarımızı ziyaret etmesi nasıl izah edilebilirdi?
Ama çok geçmeden yanıldığımızı anladık.
Covid-19, önceki türdeşlerinden daha gözü kara olmakla kalmayıp daha aktif ve yayılmacı da çıkmıştı. Doğa, önceki işaretlerinin insanlık tarafından ciddiye alınmadığını görmüş olmalı ki çevre dairelik kulak bükmek eylemine ivme kazandırmış, daireyi tamamlamayı ahdetmişti.
Çin’de kanat çırpan Covid-19 rüzgarlara, fırtınalara yol açarak gün geçtikçe yayılacak ve daha sonraları Amerika’da kasırgalara yol açacaktı.
Devlet yöneticileri, ilk dönemlerde bu virüs görmezden geliyor ve yok sayıyorlar. Oysa bir virüs bile olsa yok sayılmak, onu, varlığını ispata yönelik motive etmek ve radikalleştirmek anlamına gelirdi, ki devlet yöneticilerinin toplum-bilim deneylerinden bunu bilmeleri gerekirdi.
Çinli yöneticilerden sonra, Covid-19’un eylemlerini artık gizlemeyen İranlı yöneticiler imana gelerek hakikatleri kısmen de olsa kamuoyuna açıklarken, o esnada İran’a akıl vermekle meşgul Türkiye yöneticileri ise, virüs okyanusunda steril bir ada olarak kalmayı başarmanın gururunu yaşıyorlardı. “Hamd olsun ülkende ne korona ne morona var”dı.
Ama Covid-19’un ülkemizde de saltanat kurmuş olduğu çok geçmeden anlaşılıyor. Meğer bir süre önce defnedilen paşanın bile ölüm sebebi Covid-19 imiş de haberimiz yokmuş. Netice de bizde de devlet yetkilileri imana geliyor; Çin’de kanat çırpan virüsün ülkemizde bir esintiye yol açtığı, bu esintinin bir fırtına ya da kasırga olmadığını olsa olsa bir yel olabileceğini kamuoyuna duyuruyorlar. Yel, zamanla rüzgara evriliyor fırtına ve kasırga kelimelerinin kullanılmasında özellikle imtina ediyorlar.
Çok geçmeden Covid-19 ülkenin ve dünyanın gündemine tam manasıyla oturuyor. Öyle ki gündemden düşen ünlüler bile bu virüse yakalandıkları taktirde gündem olma hakkını elde edebiliyorlar.
Devlet gardını alıyor. Sosyal yaşamdan iş yaşamına kadar yeni kurallar getiriyor. Maske, eldiven, sosyal mesafe şartı başta olmak üzere şartlar-şurtlar birbirini izliyor.
“Sosyal mesafe” yerine “milli mesafe”
Meksikalı yöneticilerin “sosyal mesafe” yerine “milli mesafe” ifadesini kullanıma sokmaları ise büyük bir adaletsizlik. Bu ifade bizdeki yetkililerin ağzına daha bir yakışıyordu çünkü. Bizdeki yetkililer, “Neden daha önce bunu akıl edemedik?!” diyerek dizlerine vurmuşlardır kesin. Alacağın olsun Meksika!
Haliyle biz de eski havamızda değiliz artık. Covid-19 hapishane duvarlarına kadar dayanmış ve bize nanik yapıyor. “Nasılmıış!” dercesine. Hani haksız da sayılmaz. Biz de onu önemsememiştik başta.
Dışarısı için kurallar getirilir de kurallar tuğlalarıyla inşa edilen hapishaneler için yeni kurallar getirilmez miydi hiç.
Açık ve kapalı aile ziyaretleri, iç ziyaretler, sosyal ve kültürel etkinlikler, eğitsel faaliyetler askıya alınacaktı. Oda değişimleri yapılmayacaktı. Dışarıda gönderilen koliler verilmeyecekti. Mektuplar geciktirilerek verilecek ve gönderilecekti. Başka hapishanelere sevkler yapılmayacaktı… Ve, pratik kimi kurallar.
Zaten dar olan mekanlarımız bir anda daha da daralıyor. Odalarımıza tıkılıp kalıyor, dışarıyla neredeyse tümden yalıtılıyoruz. Eski hal de öyle güllük gülistanlık değildi ama salgınla birlikte oluşan yeni hal, zindan gerçekliğini daha esaslı hissettiriyor.
Bununla birlikte bir parça rahatlatıcı kimi yenilikler de yaşanmıyor değil. Günde üç defa yapılmakta olan sayımlar bir defaya düşürülüyor ve sık sık yapılan oda aramaları askıya alınıyor. Haftada bir olan telefon hakkı ise iki defaya çıkarılıyor. E bu kadarı da olsun da artık.
Uçan gardiyan
Bir gün havalandırmada gezerken, arı vızıltısına benzer bir ses işitiyoruz. Vızıltı diyorum ama ses yüksek. Şayet bir arıysa, kocaman bir arı olmalı, diyoruz şakayla karışık. Merak edip başımızı göğe kaldırıyoruz ama görünürde bir şey yok. Ses gittikçe yaklaşıyor. Ve sonunda bizim arı semalarda görünüyor. Daha önce sadece televizyonda görebildiğimiz bir drone, hapishanenin üstünde yavaş yavaş dolaşıyordu. Anlaşılan idare, sayımı ve arama açığını drone’la kapatmaya çalışıyor ve “gözlerim üzerinde” diyordu. Gözden kayboluncaya kadar bakıyoruz. Uçan- gardiyanımıza drone’la gözleme ve denetleme nasıl bir sonuç verdi bilmiyorum ama bir-iki hafta boyunca kulaklarımıza çalınan drone’nun sesi daha sonra kesiliyor.
Gardiyanların, ekmek ve yemek dağıtıcılarının kantincilerin, çöp toplayanların artık maske ve eldiven takmasının göze çarpıyor olması, salgını daha yakınımızda hissetmemizi sağlıyor.
Sivil giyimli, eşofmanlı, spor ayakkabılı ya da terlikli halleriyle sayım almaya gelen gardiyanları görünce ilkin şaşırıyoruz. Çünkü üniformalı hallerine alışmışız. Ama zamanla yeni üniformalarına da alışıyoruz. Onların da üzerlerine kapılar kilitleniyor artık. Salgından dolayı tedbir amaçlı olarak 15 günü karantinada, 15 günü içeride olmak üzere bir ay boyunca hapis kalıyor ve evlerine gidemiyorlar. Bir ayı tamamlayan posta, yerini başka bir postaya devrediyor. Kaderin cilvesi, üzerimize kapı kilitleyenlerin de üzerine kapı kilitleniyor artık.
Sohbetimizin olduğu birine şaka yolu, “Tespih falan lazım mı?” diyorum, gülerek. “Valla şimdi sizi daha iyi anlayabiliyoruz” diyor. Zaman geçsin diye bulmaca isteyenler oluyor. Fırsat bu fırsat diyerek sakal bıyık bırakanlar da az değil.
En yenimiz 24, en eskimiz 27 yıldır içeride
Covid-19’u daha bir ciddiye alıyoruz. Aynı odada beş arkadaşız. En yenimiz 24, en eskimiz 27 yıldır içeride. Onca yıl içeride kal, birçok badireyi atlat ve artık çıkmaya az bir zaman kalmışken- az diyorsam, bunu bir ömürlük cezası olanlar için diyorum- küçük bir virüs gelsin ve belki de canını alsın, var mıydı böyle yağma!
İç tedbirler almada gecikmiyoruz. Telefondan döndükten sonra evvela lavaboya gidiyoruz, elimizi sabunla bir güzel yıkıyoruz. Minimum 20 saniye kurallarına bağlı kalarak. Nöbetçiler günlük oda temizliğini yaparken, kapı kollarının deterjanla temizlenmesini görev listelerinin başına yerleştiriyor. Dışarıdan günlük olarak gelen gazeteler okunduktan sonra eller illa ki sabunlanıyor.
Gerçi Covid-19’un kâğıt yüzeyinde canlı kalıp kalmadığı mevzuu uzmanlarca hala tartışılıyor ama fazla tedbirin zararı olmazdı. Başka havalandırmalardan havalandırmamıza düşe pusula ya da başka herhangi bir nesneyle temas ettikten sonra istikamet yine lavabo oluyor. Yani göz yaşartacak düzeyde bir hijyen sevdası gelişiyor. Hijyenizm, diğer tüm izm’lerin tepesine yerleşiyor.
Hijyenden bahsetmişken, hapishane idaresinin bu ekseni çalışmalarına değinmesem konuyu eksik bırakmış olacağım. Belli aralıklarla koridorları ve odaları dezenfekte ediyorlar. Salgından bu yana iki defa temizlik malzemesi verdiler fakat bu, ihtiyacı karşılamaktan son derece uzaktı. Yani hijyenin popülaritesinin tavan yaptığı bu korona günlerinde, parasını ödeyip kantinden satın almadığımız takdirde sabunsuz-deterjansız kalacağız. Dezenfektan, maske ve eldiven desen, bunları da ancak kantinden satın alabiliyoruz. Bu malzemeleri kantine ilk getirdiklerinde, mahpusların sağlıklarına verdikleri önem ve değerin nişanesi olarak mevzuyu tüm hapishaneye gururla ilan etmişlerdi.
Süper kahramanımız turşu
Dünyanın, ülkenin ve hapishanenin temel gündemi salgın olunca, Covid-19 bizim de önde gelen sohbet ve tartışma konularımızdan biri haline geliyor. Onu tanımaya ve anlamaya çalışıyor, hatta bir parça araştırıyoruz da. SARS ve MERS’ten tarihteki diğer önemli salgınlara kadar bilgi dağarcığımıza yeni bir bilgiler ekliyoruz. Örneğin 14. Yüzyıldaki kara vebanın, 450 milyon olan dünyadaki insan nüfusu 350 milyona düşürdüğü biçimde bir bilgiye ulaşıyoruz ki bu korkunç bir rakam.
Belki de bu virüs bir nimettir. Farkındalığın oluşabilmesi ve insanın kendine çeki düzen verebilmesi için. Virüs, çok daha hızlı ve ölümcül olsaydı sonuç ne olurdu acaba? Ya da yarın Covid-19’dan daha belalı virüslerin ortaya çıkmayacağını kim garanti edebilir? Mevcut dünya sistemine baktığımızda birçok felaket senaryosu mümkün görünüyor.
Diyelim ki bu salgını süper kahramanımız turşu ile bertaraf ettik, ya sonra? Şunu çok iyi biliyoruz ki Covid-19, geniş korona ailesinin sadece küçük bir rengi ve turşunun gücü de bir yere kadardır.
Hapishanelerde de vakaların yaşandığı basına yansıyor. Daha sonra, artan vaka sayısıyla birlikte ölümlerin de olduğu iddia ediliyor. İlk başlarda konuya dair sessiz kalmayı tercih eden Bakanlık, içeride vaka ve ölümlerin olduğunu açıklamak durumunda kalıyor. Bu, bizden çok ailelerimizi tedirgin ediyor. Telefonda aileleri rahatlamaya, teskin etmeye çalışıyoruz. Kaldığımız yerde bir vaka durumunun olmadığını söylüyoruz. Varsa dahi biz bilmiyoruz. Ama bu konuda metropol hapishanelerinde kalan mahpuslardan daha şanslı olduğumuzda bir gerçek. Zira vakaların ağırlığı metropollerde yanıyor… Elbistan’ın sapa bir ilçe olması bu defa işe yarıyor.
Siyasi odalardan sıklıkla top oynama sesleri yükselebilir, bu alışılmış bir şey. Adli odalarda ise nadirdir bu. İçerideki yeni uygulamalarla birlikte odalarda tıkılı kalan adlilerin kaldığı cenahtan da top oynama sesleri daha sık gelmeye başlıyor. Çok geçmeden idarenin duyuru kanalında, top oynamaktan kaynaklı kaza ve sakatlanmaların artığına, salgından dolayı hastaneye acile götürmenin taşıdığı risk ve sıkıntılara parmak basılarak tutuklu ve hükümlüler dikkate davet ediliyor ama anlaşıldığı kadarıyla bu uyarının etkisi olmuyor. Bir ara adli cenahtan top oynama sesleri birden kesiliyor. İdarenin duyuru kanalına baktığımızda bu sessizliğin sebebi anlaşılıyor. Son duyuru şöyle bitiyor: Herhangi bir sakatlanma sonucunda hastaneye kaldırılacak olanlar, dönüşte 14 gün boyunca müşadiye bölümünde karantinada kalacaktır.
Bu uygulama, sadece topta yaşanan sakatlanmalara dair değil, herhangi bir sebepten olursa olsun hastaneye gidenler, dönüşte karantinada kalacaklardı artık. Bu, doğal olarak ve hastane gidişlerini etkiliyor, 15 günde bir revire çıkabiliyoruz ama revirin yetersiz kaldığı ve hastane sevki gerektiği durumlarda çok acil olmadıkça hastaneye gidemiyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla salgının etkisi kırılana kadar dişlerimizi sıkacak ve hastaneye gitmeyeceğiz.
Dostluk kardeşlik havası esiyor
Adli cenahtan dikkatlerden kaçmayan bir değişiklik daha. Eskiden o cenahtan sık sık kavga sesleri yükselirdi. Fakat ağırlaşan şartlara rağmen kavgalarda bariz düşüş var. Oysa normalde yeni şartlarla birlikte yükselecek stres katsayısını kavgaları arttırması gerekiyordu. Tam tersine bir dostluk kardeşlik havası esiyor bu odaların bulunduğu cenahtan. Nedeni gayet açık: Yeni infaz düzenlemesi. Yeni infaz düzenlemesi yapılacak ve kapsam habire değişiyor. Hükümetin “kırmızı çizgimizdir” dediği kimi “suç kategorileri” bile bir gün sonra sarıya ya da yeşile dönüşebiliyor. Bu çoğunda ya dışarı çıkma ya denetimliye ya da açığa gitme umudunu diri tutuyor. Yani, düzenleme arifesinde kimse disiplin cezası alarak hayalini sonlandırmak istemiyor.
Dava siyasi olunca hukuk da siyasi
Biz siyasi tutsaklar da merakla bekliyoruz bu düzenlemeyi elbet. İnfaz değil yarıya, üçte ikiye bile düşürülse tüm oda dışarı çıkacak. Ama bu konuda pek umutlu değiliz. Hükümet, başından beri kapsam dışında tutulacağımızı belirtiyor. Muhalefet partileri de umut veriyor. Hem biz zaten alışığız. Şu ana kadar bilmem kaç af çıktı, kaç yasa değişti ama hiç biri bizi etkilemedi. Dava siyasi olunca hukuk da siyasi tavır takınıyor, olay bu kadar basit.
Yeni infaz düzenlemesi meclisten geçiyor. Tahliyelerin başladığı ilk günde, öğle yemeği tavuk şnitzel geliyor. Karavana tıka basa dolu; normal istihkakımızdan dört-beş kat fazla belki. İnfaz düzenlemesinden yararlanamayanlara bir teselli armağanı gibi duruyor şnitzeller.
Çok geçmeden adli odalardan eski normale dönüşün işaretleri belirlemeye başlıyor. Bir süredir dondurulmuş olan çelişki ve çatışmalar buzluktan çıkarılmış olmalı ki, tartışma ve kavga sesleri ufaktan ufağa düzenlemesindeki hayal kırıklığı da eklenince, “yemişim karantinasını!” dercesine pata küte top oynama sesleri yükseliyor.
Top seslerine çığlık ve bağırtılar da karışıyor artık. Bu dönemde en çok kitap konusunda sıkıntı çekiyoruz. Dışarıdan kargoyla gönderilen kitap alamıyoruz. Kitaba en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde okuyacak kitap bulamıyoruz. Yanımızda bulunan kitapları da okuduktan sonra kitapsız kalıyoruz. İdare kütüphanesinden kaç defa kitap istiyoruz ama salgından dolayı tüm eğitsel faaliyetler durdurulduğundan ve kütüphanecilerin olmayışından kitap alamıyoruz. Epey bir süre sonra nihayet kütüphaneden kitap gelmeye başlıyor. Daha sonraları kargoyla gelen kitapları da vermeye başlıyorlar. Yani dışarıdan gönderilen kargoların önü açılıyor. Ama salgın öncesinden bir farkla; bir süre bekletip öyle veriyorlar. Kitaplar iyi geliyor. Gerçi çoğumuzun zaman ağırlıklı olarak yazı-çiziyle geçiyor ama okumalar da araya serpiştiriliyor illaki. İçeride her zaman yanı başında okuyabileceğin bir kitap olmalıdır.
Berber-kuaför temel ihtiyaçmış
Bana, “içerideki en büyük düşman nedir?” diye sorulursa, “boşluktur” derim. Boşluk, zayıf kılar. Zihin ne kadar dolu, faal ve üretken ise o kadar da güçlü kılar.
Basından takip ediyoruz dışarıdaki temel ihtiyaçlardan biri de, berber-kuaför ihtiyacıymış. Özellikle de ünlüler makyajsız yüzleri ve boyasız saçlarıyla görüntü vermekten çekiniyorlar. Bizim makyajla, boyayla işimiz olmaz ama insanlık hali, saçlar uzuyor. Salgın öncesi berber odaları dolaşır, saç tıraşı yapardı. Salgın sonrasında bu sistem kaldırıldı. Doğal olarak iş başa düşüyor, kendi tıraşımızı kendimiz yapıyoruz. Dışarıdayken küçük kardeşimin saçları üzerinden biraz talim yapmıştım. Bu deneyim ışığında arkadaşların saçlarını keserek bol bol pratik yapıyorum. Epey de geliştirdim. Benim saçımı da başka arkadaş kesiyor. O, benden bir kadem daha acemi. Ama zaten öyle bir havalı tıraşlara ihtiyaç duymuyoruz. Nasılsa biz bizeyiz ve kimseyle görüşemiyoruz.
Salgından beri aile ziyareti yapamıyoruz. Dışarıda ise “sokağa çıkma kısıtlaması” var. Telefonla konuştuğumuz babam, “Artık biz de sizin gibi hapisiz,” diyor gülerek. Bir sürelik ev hapsinin bile kendilerini zorladığını, bunca zaman nasıl dayandığımızı demeye getiriyor. Ben, şakayla karışık tüyolar veriyorum kendilerine.
Bakanlık, Haziran ayına yönelik yayınladığı bir genelgeyle her tutuklu ve hükümlünün bir defa ve sadece bir yakınıyla kapalı görüş yapabileceğini duyuruyor. Birçok şartı-şurtu da var elbet. Biz ilgilenmiyoruz. Aileden birinin kapalı görüş için onca yolu tepmesine değmez. Ailelere bu yeni gelişmeden bahsediyor ama gelmemelerini söylüyoruz.
Bakanlık, Temmuz ayı için de aynı içerikte bir genelge yayınlıyor. Yine ilgilenmiyoruz.
On beş günde bir değişen vardiyalar haftada bire iniyor. Yavaş yavaş eski normale mi dönüyoruz acaba? Ama yakın zamanda bu mümkün görünmüyor. Bu biraz da salgının dışarıdaki seyrine bağlı.
Zaten biz de içeriden çok dışarıyı düşünüyor ve konuşuyoruz. Dışarısı, bıraktığımız gibi değil. Geçen son çeyrek yüzyılda bilim teknikte asırlık gelişmeler yaşandı. Sosyal değerler ve ilişkiler muazzam bir değişime uğradı. Son olarak Covid-19 salgınıyla birlikte şekillenmeye başlayan bir yaşam ve ilişki tarzı var. Olur da salgın devam ederse ya da bunu başka salgınlar takip ederse, bu yaşam ve ilişki iyice yerleşecek ve kültüre dönüşecektir. Korunma içgüdüsünün merkezde olduğu bu kültür kök salıp derinleştiği oranda duygusal ve insani kimi bağlar zayıflayacaktı. Öyle ki, birkaç nesil sonranın insanları birbirleriyle kucaklaşan iki insanı kavga ediyor sanacaklardır belki de.
Yarın dışarı çıktığımızda, bizi bekleyen koşulları tahmin etmeye çalışıyoruz. Bazen absürt senaryolar kurguluyor ve kendimize gülüyoruz.
Kendimize gülebildiğimize göre hala umut var.
Memleket insanı iyiden iyiye salıyor
Yıl Ağustos ayını bulduğunda Hükümet zafer nutukları atıyor. Korona’yı kontrol altına aldıklarını melanetin belini kırdıklarını göğüs ileride açıklıyorlar. Salgınla mücadelede gösterdikleri emsalsiz başarının dünya ülkeleri tarafından parmakla gösterildiğini gururla anlatarak memleket insanını adeta şükür duasına çağırıyorlar.
Ana akım medyadan Sağlık Bakanı ve Hükümete dizilen methiyelerin ardı arkası kesilmiyor. Sınırlı sayıdaki muhalif basın-yayın organının ise sesini duyan yok.
Dışarıdaki gelişmeleri sınırlı olanaklarla içeriden takip etmeye çalışıyoruz. Hükümet’in açıklamalarına temkinle yaklaşıyoruz. Salgın kapımızı çalmaya fırsat bulamadan atlatabiliriz biçiminden bir umudumuz vardı ama Hükümet verilerini esas alsak bile, dışarıda Covid-19 kaynaklı günlük ölümler iki haneli vaka sayısı ise üç haneli rakamlardaydı. Tablo, zafer havasının erken olduğunu gösteriyordu. Unutmayalım ki bu virüs belki bir, belki de birkaç kişiden bütün dünyaya yayılmıştı.
Zafer havası gevşemeyi getiriyor. Gevşetmeyi de elbet. Salgınla mücadelede sıkıya gelmede zaten zorlanan memleket insanı, bu gevşetmelere kendi marj ayarını da vererek iyiden iyiye salıyor. Ve gitti gidecek bitti bitecek gözüyle bakılan salgın bir süre sonra yeniden şahlanıyor. Vaka ve ölümler tırmanışa geçiyor.
Hükümet, virüsün propagandasını yapmamak ve ona moral vermemek için her zamanki gibi gerçek rakamları vermiyor elbette. Örneğin, sadece Diyarbakır’daki bir hastanede Covid-19 kaynaklı 15 kişi yaşamını yitirmişken, Bakanlığın o günkü açılamasına göre Türkiye genelinde salgından dolayı yaşamını yitirenler sadece 26 kişi idi.
Dışarıdaki bu gelişmelere paralel hapishanelerdeki Covid-19 vaka ve ölümleri artıyor. Bu bilgilere elimizdeki sınırlı basın kaynaklarından ulaşabiliyoruz. Basının gerçek rakamlara hangi düzeyde ulaşabildiği ise tartışmalı.
Ağustos ayında da ziyaret yönetmeliği değişiyor sadece yarım saatlik kapalı görüş yapabileceğiz. Buna rağmen bir arkadaşın ziyaretçisi çıkageliyor. Arkadaş, her zamankinden farklı bir duyguyla ziyarete gidiyor. Uzun zaman sonra bir ziyaretçisiyle görüşüp sohbet ettiğinden dolayı memnun ama normal ziyaret tadından da uzak olduğunu söylüyor.
Salgın hala içeri girmemiş, yani bizden uzak. Salgının girdiği hapishaneleri merak ediyor, konuşuyoruz. Bu hapishanelerdeki mahpuslar ne yapıyordu acaba?..
Fısıltı gazetesi aracılığıyla, kaldığımız hapishanede görevli iki gardiyanın salgına yakalandığını öğreniyoruz. Bahsedilen gardiyanlar dışarıda görevli olduklarından, içeride olağanüstü herhangi bir gelişme yaşanmıyor. Bu olay virüsün içeriye sızmak için yoklamalara başladığını anlıyoruz. Makinaların saldırısı altındaki Zion ahalisi gibi hissediyoruz kendimizi.
Gevşek hal birden değişiyor
Aradan iki hafta gibi bir zaman geçiyor ve her şey normal gibi görünüyor.
Tam da bu sırada, içeride görevli vardiya, zamanındaki iki gün önce apansız değişiyor. Normalde Cuma günü değişmesi gereken vardiya Çarşamba günü değişmişti.
Bu, dikkatimizden kaçmıyor. Yeni vardiyadan bir gardiyana, “Hayrola, önemli bir şey mi oldu?” diye soruyoruz. Gardiyan, “Bilmiyorum valla, çağırdılar biz de geldik,” diyor. Belki biliyordur da söylemiyor ya da söyleyemiyordur. Kendi aramızda, giden vardiyadaki gardiyanlardan biri ya da daha fazlasında salgın semptomlarının çıkmış olmasına yorumluyoruz bu zamansız değişimi.
O zamana kadar gerek gardiyanlar gerekse yemek ve ekmek dağıtıcıları, kantin ve temizlik çalışanları maske ve eldiven takma gerekli titizliği göstermiyorlardı. İsteğe bırakılmış gibiydi, kimi takıyor, kimi takmıyordu.
Bu gevşek hal birden değişiyor gardiyanlar ve çalışanlardaki tedbir ve temkin dikkat çekecek düzeyde göze çarpıyor. Tümü istinasız maskeli. Mazgala eskisi gibi sokulmuyor, kapı açıldığında mesafeyi koruyorlar. Havalandırma kapısını açıp kapamaya gelen gardiyanlar ise artık beyaz tulum, maskeli, siperlikli ve eldivenliydiler.
Davetsiz misafir içeride
Son gelişmeler yeni bir evreye geçtiğimizin habercisiydi. Nitekim sorup soruşturduğumuzda, salgının D ve E bloklarındaki bazı odalara girdiği bilgisine ulaşıyoruz. Virüsün ne zaman içeriye sızdığını tam olarak kestirmek zor ama Eylül’ün ilk haftasından itibaren bazı odalara girdiği kesinlik kazanıyor.
Virüsün ilk olarak Gülenciler’in kaldığı odalarda görüldüğü, daha sonra adli odalarda da görülmeye başladığı söyleniyor. Davetsiz misafirin geriye kalan diğer odaları da ziyaret etmek isteyeceği sır değildi. Çok geçmeden idarenin duyuru kanalından da salgının içeriye girdiği teyit ediliyor. Salgınla ilgili tüm duyurularda olduğu gibi bu duyuruda da, “Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan Korona virüsü…” ibaresi kullanılarak virüsün soykütüğüne inilmişti. “Sorun bizde değil, Çin den kaynaklı hal” dercesine. Virüs çoktan dünya vatandaşı olmuş bizim idare hala Vuhan’da. Hem, dünya bu salgınla hala boğuşuyorken, basından çıkanlar doğruysa Çin, salgını çoktan kontrol altına almış ve dışarıdan gelebilecek sızmalara karşı önlemler alamaya başlamıştı.
Virüs iki bloğa girmiş ama odamızın bulunduğu C bloku ve B bloku henüz temiz. Bu bir parça rahatlatıcı gelse de, içerideki vaziyete ve alınan tedbirlere baktığımızda salgının kaldığımız bloklara yayılmayacağını söylemek safdillilik olurdu.
Her telefonlaşma sonrasında telefonların dezenfekte edilip edilmediğini sorduğumuzda, günde sadece bir defa dezenfekte ettiklerini söylemişlerdi. Bu biçimiyle, virüs taşıyan bir odadaki mahpuslar, hastalığı kolaylıkla kendilerinden sonra gelip görüşen mahpuslara bulaştırabilirlerdi. Odaların havalandırma kapılarını aynı gardiyanlar açıp kapatıyordu ve bunlar hasta bir odanın virüslerini kolaylıkla hasta olmayan odalara taşıyabilirlerdi. Kantinciler, yemek dağıtıcıları ve gazete dağıtıcılarının gerek kendileri gerekse içeriye verdikleri materyaller üzerinde de virüsü kapmak mümkündü. Virüs şayet havadan da bulaşıyorsa, koridora çıkmak bile hastalığı kapmaya yeterliydi.
İdare, koridorları ve odaları daha sık dezenfekte etmeye başlanmıştı ama bu tek başına virüsün yayılmasına engel olamazdı.
Çalışanlar da salgına yakalandı
Bir gün, her zamanki gibi öğleye doğru masaları hazırlamış yemeği bekliyoruz. Bekle bekle yemek gelmiyor. Yemeğin zaman zaman geciktiği oluyor ama bu zaman farkıyla değil. Öğle yemeğimiz geldiğinde saat bir buçuğu geçiyordu. Normalde on ikiye doğru gelirdi. Gelen yemek de doğru dürüst pişmemiş, yenecek durumda değil. Sorduğumuzda mesele anlaşılıyor. Çalışanlardan salgına yakalananlar olmuş. Bu sebepten yemekhane çalışanlarının tümü karantinaya alınmış. Acemilerle de ancak bu kadarı olabiliyormuş.
Hizmet alanındaki diğer çalışanlar da değişmiş, yerlerine yenileri getirilmişti. Yani hizmet işlerindeki tüm çalışanlar karantinaya alınmışlardı.
Yemek düzenimiz altüst oluyor. Öğle ve akşam yemekleri sürekli gecikiyor. Gecikmekle kalsa iyi; yenmiyor da. Pirinç, bulgur gibi katı yiyeceklere bile kimi zaman tuz serpmek durumunda kalıyoruz. Kantinde de kahvaltılık dışında yenecek bir şey yok. Kahvaltı yapmaktan gına geliyor.
Bekle, bekle yemek yok
Yeni yemekhane ekibi bir süre sonra işi kavramış olacak ki yemekler düzelmeye başlıyor. Hem saat düzeni hem de yemek kalitesi olarak. Kalite ifadesi yanlış anlaşılmasın; hapishane ölçülerini baz alarak belirtiyorum. Bilen bilir, hapishane yemekleri normal koşullarda yenebilecek yemekler değil.
Yemekler tam da düzene girmişken ve yeni ekip artık ustalık meyvelerini vermeye başlamışken, bir öğle saatinde yemek yine gecikiyor. Bekle, bekle yemek yok…
Evet, ikinci ekip de salgını kapmış, yerine başka ekip geçmişti. İkinci ekibin ustalık döneminden faydalanamıyoruz. Üçüncü ekibin acemiliklerine kendimizi hazırlıyoruz. İkinci ekip ile yaşadığımız deneyimden yola çıkacak olursak beş-on gün yine dişimizi sıkacaktık. Ama bu sefer korktuğumuz başımıza gelmiyor. Ertesi gün, çoktandır görünmeyen ilk ekibin elemanlarını karantinada görmeye başlıyoruz. Karantinadan çıkmış ve yemek işini devralmışlardı.
Ailelerimizle yaptığımız telefonlaşmalardaki sohbet konularından biri de kuşkusuz Covid-19. Aileler, hapishanelerdeki vaka ve ölüm haberlerini basından öğreniyor ve doğal olarak bizler için kaygılanıyorlar. Salgının bulunduğumuz hapishaneye de girdiğini ama kaldığımız blokların henüz temiz olduğunu kendilerine söylüyoruz her görüşmede iyi olduğumuzu belirterek onları teskin etmeye çalışıyoruz.
Dışarıda amcalarım ve diğer bazı akrabalarımın hastalığa yakalandığını öğreniyorum. Bir amcamın durumu ağırlaştığından hastaneye kaldırılmış. Çok geçemeden babam da virüsü kapıyor. Annem şeker hastası olduğundan evdeki herkes azami düzeyde tedbirli davranıyormuş ama babam bir yerden virüsü kapmış ve eve getirmiş. Evdekiler, 65 yaş üstünün izin günlerinde yürüyüş için gittiği parktan hastalığı kapmış olabileceğini söylüyor. Babam, başta hastalığı normal bir soğuk algınlığı olarak tanımlıyor ama evin diğer sakinleri tedbiri elden bırakmıyor ve onu karantinaya alıyorlar. Test sonucu pozitif çıkıyor ve durumu ağırlaşınca onu hastaneye kaldırıyorlar. Her telefonlaşmamda durumunu sorup öğreniyorum.
Virüs adım adım geliyor
Çok geçmeden salgın B ve C blokuna da sıçrıyor. Kaldığımız C blokunda ilk olarak 5. Odanın düştüğünü öğreniyoruz. Aramızda bir oda var. Havalandırmaları C blokunun havalandırmalarıyla bitişik B bloğunda, davamızdan tutsak arkadaşların kaldığı 13. Ve 12. Odalara da hastalık giriyor. Çok geçmeden, adlilerin kalmakta olduğu B bl0.oğundaki 11.ve 10.odalara da. Yani karşımızdaki tüm havalandırmalar salgın işgalinde. C bloğunun koridorunda ise 5.odadan sonra birkaç oda daha düşmüş. Virüs adım adım bize doğru geliyor.
Kontrolü iyiden iyiye kaybeden idare yeni kararlar alıyor: Yürürlükte olan kapalı görüşü de kaldırıyor, ilaveten telefon hakkımızı on beş gün boyunca askıya alıyor. En çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde telefon hakkından mahrum kalıyoruz. Açık ve kapalı ziyaretler zaten yok, mektup deseniz yok, dış dünya ile ilişkilerimiz tümden kesiliyor.
Bu tecride, Ekim ayı sonu gazete fişini yazmayarak, yani bir ay boyunca kendini gazetesiz bırakarak biz de katkıda bulunuyoruz. Virüs gelip kapıya dayanınca, önlem olarak o ay gazete almamaktan yana karar alınıyor. Bir ben katılmıyorum bu karara ve “Tam da bu ay içinde virüsü kapıyormuşuz,” diyerek takılıyorum arkadaşlara.
Yetkililere, idarenin almış olduğu on beş günlük telefona çıkmama kararını ailelerimize bildirmek istediğimizi, aksi taktirde merak edeceklerini söylüyoruz. Tüm ailelerin idare tarafından aranacağını ve durumdan haberdar edileceğini söylüyorlar.
Artık tam manasıyla tecridiz. Uzun hapishane yaşamım boyunca bu düzeyde bir tecritliği hatırlamıyorum. Ama yine de günler geçiyor.
Özgürlüğüne iki yıl kalmışken
Tam da bu tecrit döneminde hastaneden acı haber geliyor. B13 odasından hastalığa yakalanan ve durumu ağırlaştığından hastaneye kaldırılan Emir İbrahim arkadaş yaşamını yitirmişti. Afrinli olan Emir arkadaş 28 yıldır tutsaktı ve tahliyesine 2 yıl kalmıştı. Dağda doğanın sert koşullarına karşı yıllarca dayan, mermi ve bombalara karşı kendini koru, çeyrek asrı aşkın süre boyunca zindanda diren ama sonunda, hiç hesapta olmayan küçük bir virüs gelip canını alsın! Üstelik özgürlüğüne sadece iki yıl kalmışken!...
Emir arkadaş için çok üzülüyoruz. Vaktinde hastaneye kaldırıldı mı, hastanede kendisine gerekli ilgi gösterildi mi?
“Suriyeli bir terörist” denerek ölüme mi terk edildi bilemiyoruz. Sorulduğunda hapishane yetkililerinin verdiği yanıt, cesedin otopsiye gönderildiği, oradan verilecek yanıtla ölüm sebebinin netleşeceği, biçiminde.
O gün ve sonraki günler Emir arkadaşı sık sık anıyor, sohbet konusu yapıyoruz.
Sessizliği öksürük sesleri doldurdu
Virüs gelip odamıza dayanmış. Her gün yeni bir odanın salgına yakalandığını öğreniyoruz. Yan odalardan karşı odalardan top oynama sesleri kesilmiş, sessizliği öksürük sesleri doldurmuştu. Etrafımız öksürük sesleriyle kuşatılmıştı. Ve, biz hala direniyoruz.
İdareye dilekçe yazarak maske, eldiven ve dezenfektan vermelerini, şayet kendileri vermeyecekse kantine getirmelerini istiyoruz. Evet, daha önce duyuruyla kantine getirildiği ifade edilen ama satın almadığımız bu malzemelerin kantine getirilmesini bu sefer kendimiz talep ediyoruz. Daha önce kantine getirmişlerdi ama anlayamadığımız bir sebepten satışını durdurulmuşlardı. İdareden yetkililer talebin değerlendirildiğini, bahsi geçen malzemeleri odalara veremeyeceklerini ama kantine getirmek için görüşeceklerini belirtiyorlar. Normalde idarenin bu malzemeleri mahpuslara vermesi gerekirken bundan geçtik kantine bile getirilmiyor. Oysa hapishaneler riskli alanlar kapsamında.
Büyük devlete yardım etmenin havası başka
Mahpuslara koruyucu malzeme vermeyen Devlet, diğer yandan ABD’ye maske, eldiven ve dezenfektan yardımında bulunarak caka satmaktan geri durmuyor. ABD’nin ihtiyacı varmış gibi. Büyük devlete yardımda bulunmanın havası da başka olsa gerek.
Nihayet on beş gün bitiyor ve telefona çıkıyoruz. Öncelikler farklı olarak çıkışta bize maske veriyor. Maskeleri takıyor, telefon kabinlerine giriyoruz. Hal-hatır faslından sonra bizimkilerin durumdan haberdar olduklarını öğreniyorum. İdareden bir yetkili, on beş gün boyunca telefona çıkmayacağımızı kendilerine iletmiş. Hayatını kaybeden Emir arkadaşın durumunu da basından öğrenmişler. Bu olay onları etkilemiş ve üzmüş; bize dair kaygılarını arttırmış. Salgının henüz odamıza girmediğini, iyi olduğumuzu, bizi merak etmemelerini söylüyorum. Diğer yandan babamın durumunu merak ediyorum. Normalde telefona her zaman ilk o çıkardı. Telefona çıkamadığımız döneme hastane ve karantina süresinin bitmiş olması gerekiyordu. Telefondakiler değişiyor ama babama sıra gelmiyor. Meraklanarak, “Babam nasıl?” diyorum. “İyidir,” diyor kardeşim. Rahatlıyorum. Hastalığı atlamış da olsa tedbir amaçlı telefona en son o geliyor. İyi olduğunu ama önemsiz de olsa hastalığın bazı etkilerin hala hissettiğini belirtiyor. Ona şifa diliyorum.
Bizim yaşlılar ömürlerini hapishane kapılarında geçirdiler. Şehir şehir ardımızdan dolaştılar. Yani cefamızı az çekmediler. Bu sebepten, biz uzun süre yatmış tutsakların bir dileği de en azından hala hayatta olanlarla tellerin arkasından görüşebilmek.
Odaya dönüşte arkadaşlarla aile muhabbeti yapıyoruz. Duygular, tepkiler genelde birbirinin aynı. Bir-iki aileye idarenin telefon kararı bildirilmemiş. Onlara telefon açmışlar da ulaşamamışlar mı, yoksa açmamışlar mı bilemiyoruz.
Filmin ortasında kalkıyor
Ekim ayının ilk haftasında odamızdaki bir arkadaşta rahatsızlık beliriyor. Bu, dikkatimizi çekiyor. Zira virüs kapmış olabilir. Nitekim bu şüphelerimizi arkadaşla paylaşıyoruz. Arkadaşta bel fıtığı vardı ve bir süre önce fıtık ameliyatı olmuştu. Rahatsızlığın ağırlıklı olarak belde seyrediyor olmasını fıtık ağrısına yorumluyor. Israrla fıtık ağrısıdır, deyince bir şey demiyoruz. İki-üç gün geçmesine rağmen durumu düzelmiyor ve kimi belirtiler virüs olasılığını güçlendiriyor. Durumun netleşmesi için Covid-19 testi yaptırmak için idareye dilekçe yazıyor. Ama o gün cumartesiye denk geldiği için yetkililer, pazartesi günü dilek[b1] çe yazmasını söylüyorlar.
Biz geriye kalanlarda her hani bir sağlık problemi yok. Yani bir arkadaş dışında hepimiz iyiyiz.
Pazar akşamı televizyonun karşısında oturmuş, TRT-2 de “The Bear” isimli güzel bir film seyrediyoruz. Film bizi bayağı sarmış. Filmin ortasında bir arkadaş kalkıyor ve kendini iyi hissetmediğini söyleyerek yukarı çıkıyor. Aklı filmde kalarak kalkıyor, zira filmdeki ayıcığa hepimizden daha fazla kaptırmıştı kendini.
Film bittikten sonra yukarı çıkıyor, ranzasında kendini battaniye ile sarmalamış arkadaşın durumunu soruyoruz. Durumu pek iyi değil. Üşüdüğünü, titrediğini, başının ağrıdığını, kas ve sırt ağrıları çektiğini söylüyor.
Pazartesi günü, hasta ya da değil test yaptırmak için hepimiz dilekçe yazıyoruz. Bu arada doktoru da çağırıyoruz.
Yeni hastamız, şikâyetlerine ateşi de ekliyor. Ateş diyor da başka bir şey demiyor. Başucuna koyduğu su dolu yoğurt kovasına arada bir daldırdığı bezi sıkıp suyunu şırrr! diye akıttıktan sonra alnına yerleştiriyor. Bu vaziyet bir ritüel misali belli aralıklarla devam ediyor.
En yüksek ateş bende
O zamana kadar her hangi bir şikâyeti olmayan ben, akşama doğru yavaştan bir baş ağrısı hissetmeye başlıyorum. Biraz da üşüme var. Ama zorlayan cinsten değiller. Ranzama çekiliyor, elimdeki kitabı okuyorum. Çok geçmeden doktor geliyor kapıya. Bunun üzerine aşağıya iniyoruz.
Doktor, dilekçelerimizi aldığını, Çarşamba günü test yapacaklarını söylüyor. Gelmişken ateşimizi ölçmesini de istiyoruz doktordan. En çok da, ateşten şikâyet eden arkadaş. Doktor, “Ateşin normal,” diyor. Doktor bana dönerek, “Ateşin var mı?” diye soruyor. “Ateşim yok ama madem gelmişsin benimkini de bir ölç,” diyorum. Doktor, aleti alnıma yaklaştırıyor, göstergeye bakıyor. Bir daha ölçüyor ve biraz da şaşırarak, “Ateşin yüksek,” diyor ve ekliyor: “Yahu ‘ateşin yüksek’ diyenin ateşi normal çıkıyor, ‘ateşim yok’ diyenin ateşi yüksek çıkıyor?” Buna hepimiz gülüyoruz. Diğer arkadaşların da ateşlerini ölçüyor ve sonuçlarını söylüyor. Ateşler genelde normal çıkıyor. En yüksek ateş bende.
Akşam saatlerinde bir arkadaş daha yatağa düşüyor. Şiddetli baş ve bel ağrısı çekiyor. Onda da bel fıtığı var ağrılarının fıtıktan mı yoksa Covid-19’dan mı olduğu karar veremiyor. Konuşurken bile zorlanıyor.
Saatler geceye doğru evrilirken baş ağrıma ilaveten sırt bölgemde de ağrılar hissetmeye başlıyorum. Ağrılar gittikçe şiddetleniyor. Uyutmayan cinsten.
Semptomlar birbirinden farklı olmakla birlikte hepimiz hastayız aslında. Sadece bir arkadaşın durumu görece iyi. Hafif geçiriyor galiba. Ama o bile baş, boğaz ve belinden şikâyetçi. Bu arkadaş adeta elimiz ayağımız olmuş her işe koşturuyor.
Gece yarısı, aşağıdan gelen kusma sesiyle uyanarak aşağı iniyoruz. O akşam yatağa düşen arkadaş tuvalet bölümündeydi; böğürüyor, kusuyordu. Belli ki durumu iyi değil. Kendisine seslenerek durumunu soruyoruz. Kustuğunu elini-yüzünü yıkayıp çıkacağını söylüyor. Biz onu yemekhanede bekliyoruz. Çıktıktan sonra, “Hastane için söyleyelim mi?” diyoruz. “Gerek yok, şimdi daha iyiyim” diyor. Birlikte yukarı çıkarak ranzalarımıza uzanıyoruz. Bu arada bir arkadaş o arkadaşın beline bel ağrıları için kullanılan bir jel sürüyor. Jel, arkadaşın ağrılarını biraz hafifletiyor, iniltilerini kesiyor. Yatmaya çalışıyoruz biz de.
Sabaha doğru aşağıdan yine böğürme sesleri geliyor. Merak ederek başımı kaldırıyorum, bu sefer hangi arkadaş diye. El-ayak arkadaş hemen aşağı inerek onunla ilgilenmeye çalışıyor. Kulağım aşağıda anlamaya çalışıyorum. Bu seferki, ateşinden şikâyet eden arkadaştı. Başı dönmüş, midesi bulanmış. Tuvalete bölümünde düşmemek için dışarı çıkarak bir sandalyeye zor atabilmiş kendini. Konuşmalardan çıkardığım kadarıyla şimdi daha iyi. El- ayak arkadaş, terini siliyor, su kaynatıyor, limon katarak arkadaşa içiriyor. Bir süre sonra arkadaş kendine geliyor. Yukarı çıkıyor, ranzasına uzanıyor uyumaya çalışıyor.
Kâbus gibi bir geceden sonra kırık-dökük vaziyette kahvaltıya iniyoruz. Hepimiz bir iştahsızlık var ama kendimizi bir şeyler yemeye zorluyor, yaşam düzenimizi bozmamaya çalışıyoruz. Geceye oranla herkes biraz daha iyi sanki. Volta atıyor, mümkün mertebe kendimizi yatağa hapsetmemeye çalışıyoruz.
Sadece iki hap kaldı
Sağlıkçı geliyor, ateşlerimizi yine ölçüyor. Herkesin ateşi normal çıkıyor. En düşük ateş bende. Bir gün önce ateşi en yüksek olan bendim oysa. Zaten bu ateş olayından bir şey anlayamadım gitti.
Baş ağrılarım kesilmişti. Ama akşam saatlerinde sırt ağrılarım şiddetlenmeye başlıyor. Önceki geceden daha şiddetli üstelik. Oturuyorum olmuyor, uzanıyorum olmuyor. Bir arkadaşta birkaç tane alıp yutuyorum. Bir-iki saat kendimi iyi hissediyorum fakat daha sonra tekrar başlıyor. Uyumak istiyorum ama nafile. Sırtıma kene gibi yapışmış alçak! İstikametim yine hap oluyor. Arkadaş bir hap daha veriyor ama bir ihtar da çekiyor. Zira kendisi de o haplardan kullanıyor ve sadece bir iki tane kalmış. Aldığım son hap da bir süreliğine durumu idare ediyor. Gün doğmadan önce bir hap daha koparıyorum hapçı arkadaştan.
Gün ışıdıktan sonra yine kırık-dökük bir vaziyette kahvaltıya iniyoruz. Yemek düzenimden taviz yok öyle ya da böyle yemeye zorluyoruz kendimizi. Teste de gideceğiz ayrıca. Vaziyetimizden yola çıkarak test sonuçlarının ne çıkacağını az çok tahmin edebiliyoruz artık. Bir kere, şiddetli kişiye göre farklı olmakla birlikte hepimizde bel ya da sırt ağrıları var. Keza baş ağrısı, üşüme, halsizlik ve iştahsızlık da. Kimi arkadaşlarda öksürme, baş ağrısı, baş dönmesi, terleme, boğaz ağrısı ve tat alma duyusunun zayıflaması yaşanıyor. Tüm bu semptomlar Covid-19 ile değil de neyle izah edilebilir ki? Ama ilginçtir, basının en çok öne çıkardığı solunumda zorlanma hiç birimizde yaşanmıyor.
Uzanmak bile işkence gibi
Öğleye doğru test için çağırıyorlar. Gidiyoruz. Doktor, ağzımıza ve burnumuza kulak çöpüne benzer uzun çubuklar daldırarak numune alıyor. İşimiz bittikten sonra doktordan ağrı kesici ve ateş düşürücü istiyoruz ama doktor, her hangi bir ilaç kullanmamamızı söylüyor. Testler pozitif çıktığı taktirde kendileri ayrıca ilaç vereceklermiş.
Aynı gün öğlenden sonra sırt ağrılarım beni zorlamaya başlıyor. Saatler ilerledikçe daha da şiddetleniyor. Öyle ki akşam yemeğini zorlukla yiyebiliyorum. Ağrılar erkenden şiddetlenmişti. Akşam ve gece saatlerinde alacağı vaziyeti düşünmek bile istiyorum. Hapçı arkadaşın stoku da bitti. Önceki gece yarısı durumu kötüleşen arkadaşta aynı zamanda bel fıtığı vardı. Kendisinde bel ya da sırt ağrısı için ilaç olup olmadığını soruyorum. İki- üç yıl önce revirden aldığı iki tür hap getiriyor. Tarihlerine bakıyoruz. Birinin tarihi geçmiş ama diğerinin son kullanma tarihine daha birkaç ay var. Veterinerlik okumuş arkadaşa-ki kendisine ‘yarı doktor’ derim- bakarak, “Hapı kulanayım mı?” diyorum. “Yok, kullanma,” diyor arkadaş. Kendisi, yukarıda “El-ayak” diye tarif ettiğim arkadaş olur aynı zamanda. Düşünüyor, bocalıyorum. Gece boyunca çekeceğim ağrılar aklıma geliyor… Ve, hapı ağzıma atarak ardından bir bardak su içiyorum. Gülüyor ve “Bana bir şey olmazsa siz de haptan alırsınız,” diyorum arkadaşlara. Gülüyorum gülmesine de sırt ağrılarım dayanılır gibi değil. Yukarı çıkıyorum. Ranzama oturuyor, uzanmak istiyorum ama uzanmak bile işkence gibi. Aldığım hapın olumlu ya da olumsuz bir etkisini hissetmiş değilim henüz. Bu arada hapı aldığım arkadaş da o haptan bir tane alıp yutuyor. Vaziyetimin iyi olmayışından olsa gerek, yüksek ateşten şikayetçi arkadaş yanıma geliyor ve önceki gece durumu kötüleşen arkadaşın sırtına sürdüğü jelden pozitif sonuç almış olmanın özgüveniyle, “sırtına jel süreyim,” diyor. Ben, “ şimdi kalsın, hapın etkisini bir görelim, ondan sonra bakarız,” diyorum, güç bela.
15-20 dakika geçmişti ki sırt ağrılarımın yavaş yavaş dindiğini hissediyorum. Bir süre sonra ağrılardan eser kalmıyor. Yani iyiyim. Öyle ki diğer ranzalarla şakır şakır sohbet ediyor, espriler yapıyorum. O, henüz etkisini görmemiş. Ama tüm ağrı kesiciler gibi bu ağrı kesicinin de bir etkisi süresi olmalıydı ve bu süre bitince ağrılar tekrar başlayacaktı. Bu yüzden o haptan bir tane daha alıp yanı başıma koyuyorum ki gece saatlerinde ihtiyaç halinde el altında bulunsun.
Bir süre sonra, aynı haptan alan diğer arkadaştan da olumlu sinyaller geliyor. Kendisinde bel fıtığı da olduğundan, “uzun zamandı belim bu kadar rahat olmamıştı,” diyor.
Saatler birbirini kovalıyor, gece yarısını buluyor, Cuma ben hala sırtımdan şikâyetçi değilim. Gecenin diğer yarısı da geçiyor ve gün doğuyor fakat beklediğim sırt ağrıları gelmiyor. Ağrılardan miras kalan hafif bir sızı var sadece. Bu hapın marifeti miydi yoksa hastalık doğal sürecini mi tamamlamıştı bilemiyorum.
Vaziyet kırık ama dökük değil
Gün ışıdıktan sonra kahvaltıya indiğimizde vaziyetimiz yine kırıktı ama dökük olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Hastalığın şiddet evresini atlatmış görünüyorduk. Hepimizde bariz bir halsizlik ve sızılar kalmıştı yaşananlardan geriye. Bunlar da pek zorlamıyor zaten. Yavaş yavaş normale dönüyoruz.
Beşimizin testi de pozitif
Akşama doğru sağlıkçılar geliyor ve sürpriz olmayan haberi veriyorlar. Beşimizin testi de pozitif çıkmış.
Beş gün boyunca kullanacağımız ilaçlar veriyorlar. Kendi aramızda gülüyor ve sağlıkçıya, “Artık ağrılarımız kalmadı ilaca gerek var mı?” diyoruz. Sağlıkçı ilaçları yine de veriyor, nasıl kullanacağımızı tarif ediyor. On gün boyunca da karantinada kalacağımızı belirtiyor.
Ertesi gün, her zamanki saatte telefona çağrılıyoruz. Bu, beklemediğimiz bir gelişmeydi; karantinadan dolayı çıkarılmayacağımızı düşünüyorduk. Hazırlanıp odadan çıkıyoruz. Çıkışta, verdikleri maskeleri takıyoruz. Artık odadan her çıkışımızda takmamızda, oradan dikilen adli bir mahpus dikkatimi çekiyor. Yanında dezenfektan ve temizlik malzemeleri var. Bu mahpusun her telefonlaşmadan sonra telefonları dezenfekte etmekle görevlendirilmiş oluğunu anlamakta zorlanıyorum. Yani başından beri yapılması gereken şey. Kabinlere girerek ailelerimizi arıyoruz. Hastalığı kaptığımızı ailelere bildirmeyeceğimizde önceden anlaşmışız. Tümden iyileştikten sonra onları haberdar edeceğiz.
Evdekilerle sırayla konuşuyor, muhabbet ediyorum. İlk gündem salgın oluyor. Hala düşmediğimizi söylüyorum. Kardeşim, “Biz de düşmedik, anlaşılan bağışıklık konusunda dayı tarafına çekmişiz; amca tarafı düştü ama dayı tarafı düşmedi” diyor. Gülümseyerek, “öyledir,” diyorum. Annem, “senin kan grubun da bizimkiler gibi sıfır pozitif; bu kan grubu kolay kolay düşmüyormuş,” diyor. Yine gülümsüyor ve “Aynen öyle,” diyorum. Babam, salgını atlatmış olmanın tecrübesiyle, “Kaygılanmayın, bu virüs öyle abartıldığı gibi değil, “ diyor. Ona da gülümsüyor ve “Eminim öyledir,” diyorum.
Telefon süremiz bitiyor. Biz kabinleri boşaltır boşaltmaz adli mahpus kabinlere giriyor ve dezenfekte işine başlıyor. İmzalamak için telefon evraklarının olduğu masaya gittiğimizde hepimize birer eldiven veriliyor. Eldivenleri giydikten sonra imzaları atıyoruz.
Telefona yanlışlıkla çıkarılmışız
O esnada, telefona yanlışlıkla çıkarılmış olduğumuzu öğreniyoruz. Eldiven seremonisi budanmış- Bir hafta daha telefona çıkamayacakmışız. Biz bu olasılığı hesaplamış ve salgın dolayısıyla bazen telefona çıkarılma yapabileceğimizi, böylesi durumlarda bizi merak etmemelerine dair ailelerimizi tembihlemiştik. İçimiz rahattı artık.
Telefonsuz hafta başlıyor. Yine her yerden kopuk ve tecridiz. “Keşke daha erken düşseydik, karantinamız idarenin 15 günlük telefona çıkmama kararını verdiği döneme denk gelecek ve bitmiş olacaktı,” diyor bir arkadaş. Hepimiz bir “keşke” sesi çıkıyor ama keşkelerle işler yürümüyor.
Gazetenin olmayışı bir boşluk yaratmış. Herkes içten içe gazeteyi arıyor ama kimse dillendirmiyor. Hastalık, tedbir amaçlı olarak tam da gazete-ki düzenli olarak iki tane alıyoruz- olmadığı dönemde bizi buluyor, güler misin ağlar mısın. Ben arada bir gazeteyi hatırlatıyor ve bıyık altında gülümsüyorum. Gazetenin gündemleştirilmesi işlerine gelmediğinden genelde sessiz kalıyor arkadaşlar.
Nihayet bir hafta doluyor. O hafta içerisinde hastalıktan miras kalan halsizlik ve kırıklıkları da aşmış, tümden iyileşmişiz.
Telefona çıkıyoruz. Karşıdan konuşan kardeşimin ilk sözü, “Geçmiş olsun,” oluyor. “Ne geçmişi?” diyorum gülümseyerek. “Salgını kapmışsınız,” diyor. “Nasıl öğrendiniz?” diyorum. “İstihbarat kaynaklarımız var,” diyor, gülerek.
Meğer idareden yetkililer aileleri arayarak onları hastalığımız konusunda bilgilendirmiş. Onlar da sık sık hapishaneye telefon açarak durumlarımızı takip etmişler.
Salgının girmediği oda yok gibi
Salgın D ve E bloklardan başlamış, zamanla B ve bulunduğumuz C blokuna sıçramıştı. Kaldığımız blokta salgına en son yakalanan odalardan biri bizim odaydı. Hapishanede toplamda kaç odanın salgına yakalandığını sorduğumuzda kesin sayı verilmiyor ya da verilemiyor. Komşu odalardan yola çıkarak tahminlerde bulunuyoruz. Aynı koridordaki B bloktaki dört odanın dördü de düştü. Aynı koridorda bulunduğumuz sekiz odanın yedisi düştü. Yani 12 odanın 11’i salgına yakalandı. Henüz semptom göstermemiş odada bile virüsü kuluçka devresinde olmadığını kim iddia edebilir ki? Bu oranı hapishane geneline vurduğumuzda salgının girmediği oda var mıydı acaba? Bu soruyu sorduğumuz bir gardiyan, “yok gibi,” diyor.
Elbistan’ın sapa bir ilçe olması bizi salgından kurtaramamıştı. Virüs, bir arkadaşın da yaşamına mal olmuştu. Yani şans konusunda yanılmışız.
Artık salgının olası yeni hamlelerin konuşuyor ve ona göre kendimizi hazırlıyoruz. (AB/AS)