Türkiye'deki zina ya da eşler arası sadakat konusunu, erkek çokeşliliğinin neredeyse bütün bir toplum tarafından hoş görülmesi konusundan ayıramayız. Zina ya da sadakatsizlik olaylarında "gerçek anlamda mağdur kim ya da kimler; mağdur eden kim" sorularının yanıtları, çoğunlukla yanlış bir yöne çevriliyor: Erkekleri ayartan, baştan çıkartan üçüncü kadın. Yaygın anlayış ve klişe bu.
Eşlerini aldatan erkekler masum ilan edilirken, erkeklerin eylemi cinsel özgürlük, keyif, dinen meşru sayılan bir hak hatta birçok durumda toplumsal prestij gibi nitelendirmelerle tanımlanıyor.
Erkekler aklanmış ya da mağdur, birbiriyle rekabet içinde didişen kadınlar ise "fettan kadın, çaçeron eş" klişeleri ile -aslında her ikisi de aynı anda- değersizleştiriliyor.
Belki de öncelikle evlilik kurumunun kendisini sorgulamak gerekiyor. Evlilikte sadakat mi güven mi sorunu oldukça önemli.
Günümüz toplam ilişkiler ağı içinde eşitlik, açıklık ve güvene dayalı ilişkiler öne çıkıyor. Örneğin, bazı Avrupa ülkelerinde eşcinsel evlilikler sırasında evlilik yemininde taraflar sadakat kelimesi yerine güven kelimesini kullanmayı tercih ediyorlar.
Birçok evlenmek isteyen heteroseksüel çift de kendi yeminlerinde birbirlerine tarafların birbirine güvenini sarsmadığı, karşılıklı güvene dayalı bir ilişki için söz vermek istiyorlar. Hukuksal durumun bu yönde değiştirilmesini talep ediyorlar.
Kişilerin özerk alanlarına müdahale kabul edilemez
Bir ilişkide tarafların birbirine verdiği sadakat sözünün kimi ve ne derecede ilgilendireceği çok önemli.
Şu ya da bu biçimde bütün dinler, politik görüşler, ahlak öğretileri, seslendikleri toplumlardaki insanların birbirleriyle cinsel ilişki ve iletişimine müdahale ediyor. Bu müdahalelerin, toplumun çocukların cinsel istismarı, taciz, tecavüz gibi suçlardan korunmasını sağlamaya yardımcı olduğu sürece bir anlamı var.
Bu sınır geçildiği anda toplumdaki tüm bireyler ve toplumun bütünü üzerinde özel hayata müdahale eden; bireyin en özerk ve özgür olması gereken alanlardan biri olan kendi bedenine ve hayatına sahip çıkmaya yönelik bir müdahaleye dönüşüyor. Cinsel tercih ve kimliklere müdahale, özgür tercihlere dayalı ilişkilere müdahale...
Çağımızda kişilerin bu özerk alanlarına müdahale kabul edilemez. Ülkelerin ya da toplumların demokratiklik ve özgürlük düzeyini, kişilerin özel hayatına, politika ya da din ve benzeri gerekçelerle yapılan bu müdahalelerin düzeyi ile ölçmek mümkün.
Bir ülkede zina yaptığı iddiasıyla kadınlar taşlanarak öldürülüyorsa, kırbaç cezasına çarptırılıyorsa, bir başka ülkede özgür iradeleriyle evlenmiş iki insan yine özgür iradeleriyle birlikte olduğu için hapislerde süründürülmek isteniyorsa ya da ana muhalefet partisi genel başkanı evlilik dışı ilişkisi nedeniyle toplumun ezici çoğunluğu tarafından istifa etmeye zorlanıyorsa, değişen düzey ve tonlarda da olsa şu ya da bu şekilde devletin ve toplumun kişilerin yatak odasına kadar tahakküm kurduğu baskıcı bir toplum modelinden söz etmek gerekir.
Zina suç olarak düzenlenmedi ama...
Türkiye ne yazık ki bu konuda başarılı bir sınav veremiyor. Türk Ceza Kanunu (TCK) düzenlemeleri sırasında zinanın hapis cezasını gerektiren bir suç olarak düzenlenmek istenmesi, bunun örneklerinden biriydi.
Bu düzenlemeden kadınların baskısı sonucunda vazgeçilmesi, zihinlerdeki zinayı ağır bir biçimde cezalandırma güdüsünü ortadan kaldırmadı.
Burada gerçekten kişilerin kendilerine karşı saygı ve sorumlulukları ile ilişkilerine ve topluma karşı olan saygı ve sorumluluklarını çok dengeli bir biçimde değerlendirmek gerekiyor.
Sadakatsizliğin bedeli ne olmalı sorusu ve bu bedelin kime karşı ödenmesi gerektiği sorusu kritik önem taşıyor. Bir bedel olacak ise bu öncelikle iki kişi arasında söz konusu olmalı ve ağırlığı ise ancak taraflar arasındaki güven ilişkisinin sarsılmasına denk bir bedel olmalı.
Toplum ve hukuk düzeninin bu konudaki yaptırımı ancak bunu sağlamaya dönük olmalı.
Sadakatsizlik ile ilgili eyleme ağır hukuki bedeller öngörmek, ailelerin parçalanması, kişilerin intihara sürüklenmesi, aşırı bir biçimde toplumdan dışlanması gibi bedel ödetme çabaları muhafazakâr anlayışların bir ürünü.
Hukuk düzeninin ve toplumun bu bedel ödetme, hesap sorma politikasını ilişkinin üçüncü kişisine de yöneltmesi bu muhafazakâr genel ahlak anlayışının genişletilerek ve derinleştirilerek pekiştirilmesi anlamına geliyor.
Adeta zina yeniden suç olarak kurgulanıyor. Üçüncü kişilerin de ceza davaları ile olmasa bile hukuk davaları yoluyla yargılanmaya başlanmaları kritik bir aşama. Bunun bir sonrası zinanın TCK'da düzenlenen bir suç olması ve zina ile ilgili toplumsal linç mekanizmalarının sürekli devrede olması sonucunu doğuracaktır.
Üçüncü kişi kadınların arka arkaya tazminat davalarıyla cezalandırılması yöntemi, bu konuda oldukça kritik önem taşıyan olumsuz bir gelişmedir ve özel hayatın aşırı bir biçimde teşhiri niteliği taşımaktadır. Üçüncü kişilerin kendi aileleri, sosyal çevrelerinin de konuya dâhil olacağını düşündüğümüzde belki de iki kişi arasındaki bir anlık özgür bir cinsel deneyimin onlarca kişinin aylar, yıllar süren bir ihtilaf konusu haline dönüşecektir.
Aileler, çocuklar, anne babalar, erkek kardeşler, komşular, iş arkadaşları, işverenler gibi halkalar halinde genişleyen bu ağ, her koşulda kadınlar aleyhine sonuçlar üretecektir.
Erkek çokeşliliğinin bu denli hoş görüldüğü bir toplumda, bu süreçte en ağır bedelleri kadınların ödeyeceği açıktır. Mağdur olarak damgalanan "aldatılan" kadınlar da sosyal olarak aklanmış ve kabullenilmiş görülseler bile bu ilişkiler girdabı içinde sıkıştırıldıkları için mağduriyet klişesine bağımlı bir hayata mahkûm olacaklar, bunun dışındaki kimlik ve kişiliklerini koruyamama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır.
Bu nedenle hakaret, tehdit, şantaj gibi suçlar söz konusu olmadığı sürece eş dahi olsa partnerin üçüncü kişilerle gireceği ilişkinin faturasını üçüncü kişiye ödetmek, çağdaş hukuk sistemlerinde uzak durulması gereken tehlikeli bir sürecin bir ilk adımıdır. (BB)