İnsanı rüya, şiir, aşk ve incelikten, ille de ölümden çok ne etkiler bu hayatta? Bu temalar üzerine inşa edilen bir film daha baştan izleyiciyi etkisi altına almış demektir; hele de filmin kahramanları veremle cebelleşen iki “garip” şairken. Peki gayet çarpıcı hatta can alıcı bu izleklerin peşinden giden Kelebeğin Rüyası yer yer görselliği de etkileyici bir biçimde kullanarak bize ne söyledi ve nasıl bir film izletti?
Son günlerde bir başyapıt izleyeceğiz “nidalarıyla” kendinden geçen, coşkuyla “sanatı ve sanatçıyı seven” masum ve tarafsız Türkiye medyasının, köşe yazarları ve eleştirmenleriyle kimi istisnalar hariç kaynaşmış bir kütle halinde Kelebeğin Rüyası’na yönelen hayranlığı filme yönelik merakın artmasını sağladı.
Aslında Yılmaz Erdoğan’ın çalışmalarını Vizontele 1’den sonra takip etmedim. Ara ara tesadüf ettiğim Çok Güzel Hareketler’deki cinsiyetçi ve ayrımcı söylemlerin, abartılı oyunculukların da etkisiyle olsa gerek eksikliğini de hissetmedim. Ama işte maden işçileri, şiirler ve şiir tarihinde hâlâ sızlayan bir ıssızlığı daha çok da kimsesizliği anımsatan o şairler için Kelebeğin Rüyası’nı izledim.
Film her ne kadar Erdoğan, ekibi ve filmden övgüyle söz edenler için bir rüya olsa da filmin sonunda iki saati aşan bir kabustan kurtulmanın rahatlığının yanında kimi sorular uyandı zihnimde.
Yüzleri geceye karışmış maden işçileri bu filmde ne arıyordu? Yüzlerinin ve ciğerlerinin karası, filmin esas kızı Suzan’ın kurdelesinin beyazını ağartmaktan başka ne işe yarıyordu? Zaten filme dair bir iki söz söyleme zorunluluğu duyduysam, şiir, şairler ve aşk da dâhil bir sürü konunun ama özellikle ve ille de maden işçilerinin ve yoksulluğun böyle pervasızca kullanılmasındandır.
Filme yönelik değerlendirmelere geçmeden önce yazı boyunca şairlerin değil oyuncuların ismine yer vereceğimi, filmle şairler arasındaki ilgiye, onların birilerinin rüyası adına metalaştırılmasına razı olmadığımı belirtmem lazım.
Peki filmle ilgili değerlendirmelere nereden başlamak gerekir? Abartılı [Belçim Bilgin ve Yılmaz Erdoğan’ın Behçet Necatigil’i canlandırması özelinde kötü] oyunculuklardan mı, sınıfsal çelişkilerin filmin görsel malzemesi olmanın ötesine geçememesinden mi, filmdeki süreksizlikten, akmayan zamandan ya da izleyiciye geçmeyen duygulardan mı, nereden başlamak gerekir? Verem hastaları ölür derinliğinde boğulan ölüm algısından mı, yoksa şiirin, şairlerin ve aşkın ama özellikle de Türkçe şiirin tartışmasız en zarif isimlerinden Behçet Necatigil’in inceliğinin katledilmesinden mi? Önceliği oyunculuklara verelim. Aslında sadece bu da yeterli olabilir.
İlkin filmin esas kızı; liseli, zengin ve şımarık Suzan’ın filmin esas felaketi olduğunu söylemek lazım. Kuşlar gibi cıvıldaması, kelebekler gibi zarafetle uçması, ceylanlar gibi neşeyle parmak uçlarında sekmesi planlanmış olsa gerek. Fakat bu incelikli neşe yerine ortaya ilkokuldan sonra her sınıfı çift dikiş okumuş, duygusuz, yüzünde ifade dahi ol[a]mayan bir “tip” çıkmış.
Liseli bir kızı oynaması da ayrı bir garabet olan Bilgin’i izlerken bunca yılı bu oyunculukla devirmiş olabilir mi sorusuna takılıp kaldım. Bugüne kadar oyuncu olarak yer aldığı diğer çalışmaları, izleyebildiklerimi anımsamaya çalıştım.
Hatırla Sevgili’yi takip etmiştim ama Bilgin’e dair net bir izlenimim oluşmamış. Sonra, Bahman Ghobadi’nin yönetmenliğinin büyük bir darbe alarak yıllarca gerilediğini üzülerek gördüğüm Gergedan Mevsimi’nde de Bilgin’in yer aldığını, aslında orada da farklı olmadığını anımsadım. O filmde Ghobadi’nin yasını çektiğim için Bilgin’in oyunculuğuna takılmamışım demek ki.
Filmin popülerliğindeki en önemli isim olan ve medyada oyunculuğu hayranlıkla övülen, bu konuda kendisini günden güne geliştirdiği söylenen Kıvanç Tatlıtuğ’u ilk defa bir sinema sahnesinde izledim. Tatlıtuğ’un canlandırdığı karakter hayatın kalbini gören ancak ona kıyıdan bakmayı “tercih etmiş”, naif ve hüzünlü, üstüne üstlük bir de yoksul ve verem hastası olan bir şairden ziyade eylem ve düşünme yetisinde gerilik olan bir karakter olarak biçimlendirilmişti.
Fakat Tatlıtuğ’un emeğinin ve çabasının her şeye rağmen şaire değer kattığını, oyuncunun en azından şairin naifliğini ve inceliğini ekrana yansıtabildiğini söylemek mümkün.
Filmde yoksul bir babadan başka her şey olan Taner Birsel’i Bir Zamanlar Anadolu’daki muhteşem oyunculuğundan sonra bu hâlde görmek de şaşırtıcıydı doğrusu.
Filmin her karesine Suzan tipinde simgeleşen samimiyetsizliğin sindiğini söylemek zor değil. Ancak tek istisnanın Mert Fırat’ın annesini oynayan Devrim Yakut’un oyunculuğu olduğunu da eklemek gerek. Yakut, oğlunu, anlamasa dahi ne olursa olsun seven bir annenin bakışlarına yansıyan içtenliği ve sımsıcak sevgiyi oldukça etkileyici bir performansla izleyiciye aktarmış.
İki ana karakteri de kısa zamanda ölmeye yazgılı verem hastaları olan bir filmde aşırı duygusallık tuhaf karşılanmaz elbette.
Tuhaf olan filmin sonunda Türkiye medyasının dikkat kesildiği, popüler [ama popülizmin kuyusuna düşmemiş] oyuncuları veremden öldüren yönetmenin kendisinin canlandırdığı karakterin çıkarma yaptığı Zonguldak’ta “işte sadece ben kaldım” dercesine uzun bir bakış atması.
Reel düzlemden bakıldığında ortaya çıkan bu manzara “Çok Güzel Hareketler”deki sonlarla da oldukça uyumlu. Bu benzerlik bu çalışmalar arasında duygusal bir tutarlılık ve süreklilik olduğunu da ortaya koyuyor.
Ama filmin asıl problemi bunların hiçbirisi değil. Filmde şairlerin, şiirlerin ya da aşkın bu samimiyetsizlik içinde kaybolması yönetmenlikle, oyunculuklarla ilgili eleştirilere, değerlendirmelere konu olur geçerdi. Şairlerin “kullanılması”nı bile önemsizleştiren asıl mesele maden işçilerinin ve yoksulluğun filme dekoratif bir katkı sağlamaktan öteye gidememiş olması.
Maden işçilerinin ve yoksulluğun sadece bir dekor olarak kullanılmasını, sınıfsal çelişkilerin ve eşitsizliğin Suzan’ın sekişlerindeki gibi ucuz bir duyarlıkla geçiştirilmiş olmasını kabullenmek hiçbir koşulda mümkün değil.
Tüm bunlara rağmen Kelebeğin Rüyası’na maden işçileri pahasına övgüler düzülmesinde, filmin ayakta alkışlanmasında şaşılacak bir şey yok aslında, zira neleri alkışlamadık ki?
Maden işçilerinin hiçbir zaman kelebekleri göremediği bu filmin sonunda aklıma, Yılmaz Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Bir Zamanlar Anadolu’da canlandırdığı karakterin sözleri geldi nedense: Bu hayatta halay başı olacaksın...
Son söz. Filmin sonuna Suzan ve hocanın (şair) evlenmesi yaraşırdı. (RA/HK)