O bizim hiç büyümemiş kardeşimizdir; yankısıyla yanılmayan şafakların alnında dinlenir. Orada, kemanların sesinde, kar yağışlı bir 13 Aralık sabahında, Ankara’nın ayazında tekmelerken cellatların sandalyesini, göklerin gözlerini yumduğuna tanık kılmıştır bizi.
Omuzlarına konduramadıkları yıldızları en parlak yerinden vuran generalleri ürküten bir kalabalıktır, tek başına. Denizlerin elleriyle büyüttüğü çocuğun saçlarını okşayarak dokunandır ekmeğin sıcaklığına. O adını çocuklarımıza verdiğimiz, o Dominik’te bile insanların çocuklarına adını verdiği Gökçe Fidanımızdır.
Avlularda yer bulurken buz kendisine, sokaklar barut kokularıyla, sokaklar cemse sesleriyle, sokaklar kan ırmaklarıyla, sokaklar parmaklıklarla donatılmışken; hayatta kalmanın bitimsiz şarkısını yüksek sesle söylemenin genç sesidir. O bizim zamana sorduğumuz sorularda ısrar, zehir gibi akşamların tezgâhında susan militan, durgun gibi durduğu resimlerinde sürekli uzağa bakan bilge, ayın şavkında “namluya sürülmüş söz uçları”mızdır.
Polisten yediği tekmeler sonucu çocuğunu düşüren eylemci kadının bitmeyen şarkısıdır, Erdal Eren. Bilmediğimiz bir dilde bir şarkı dinlerken ya da bir şiir okurken içimizde göğün bakır saçlarına havalanan kuşlar ondan bahseder biraz. Bursa’nın havlusu, Kütahya’nın çinisi, Zonguldak’ın kömürü memleketin çeşnisidir en az Adana’nın pamuğu kadar. Romanlar ondan bahseder biraz, vardiyalar, kampanalar hatta. Çay molaları, azıcık dinlenceler, dilden dile söylenceler, elden ele çoğalan güllerin sesinde dinlenir.
Herkes için masumluğun kırılmış filizidir. Bundan çiçek açmaz kiraz ağaçları, nar çiçekler kırgındır bundan. “Bademlerden say beni” dizelerini Erdal’dan yıllar önce yazmış olsa da Paul Celan, ona adanabilecek bir şiir olmadığını kim iddia edebilir.
Orada üşür soğuk. Karanlık odalarda alınan infaz kararları orada üşür. Voltanın acemi adımlarını çoğaltır gencecik insanlar dar odalarda. Olmadık suçlarından kendilerine yeni bir hayat ya da ölüm biçer devlet onlara. Bazen sokak ortasında kurşunlanmanın yetim sesidir. Delik ayakkabılarla bir halkın böğründe yatar. Üşümesin diye gazeteler örteriz üstüne. O bizim yaşlanmayan yetim kardeşimizdir.
Orada kara bir zamanın bitmeyen zulmünde ayakta kalmanın gencecik yüzüdür. Yargının terazisindeki hileyi vurur cuntanın yüzüne. Keban’dan emekli bir işçinin dalgınlığı bundandır belki de. Evi yakılmış bir köylünün figanında onun da sesi vardır. Bir grev çadırında demlenen çayın buğusudur, evet. Yumurtalı eylemlerde haykıran onun gençliği değil midir biraz da? Bitmemiş bir yargı skandalı olması bundandır. Kırılmış kalemin incinen sesidir.
Biber gazını duygusal bulan çocuklar meydanlarda hayata tutunurken hastane odasında yargılanan katiller gururla seyreder olan biteni. Katilin kahraman ilan edildiği yeni değil. Eli sopalı sivillerin devlete yamanıp insan avına çıktığı yeni değil. Havaya sıkılan kurşunla gencecik insanların ölmesi yeni değil memlekette.
Gideriz. Yollar genişler. Ağaçlar kıyımın gölgesinde sızlar gittikçe. Sesini kalabalığın sokaklarına armağan eden adamlar düşer damlardan, devletin odununu avuçlayanlardan geriye gencecik acılar kalır. Su içsin diye kuşlar avuçlarını açarlar. Erdal Eren orada kısa saçlı bir dalgınlıktır. Sabahın gözlerinde büyüyen uykusuzlukla sokakların sesine koşar. Elden ele çoğalmanın adımları ürkütür mülkü çok olanı. Kardeşliğin kapıları kapansın diye yüklenir polis.
Direnmenin imbiğinden süzdüğü suskunluğa tanıktır gardiyanlar. Büyüyen şarkısına omuz vermenin anahtarıyla yürüdüğü idam sehpasında dik durmanın senfonisidir. Kalbimizin doğu yakasında büyüyen Uğur Kaymaz ona emanetimizdir.
O bizim 17 yaşından gün almış ama hiç büyümemiş kardeşimizdir. 12 Eylül dallarını kırarken devrim ağaçlarının, nemli duvarlara rağmen nemlenmeyen gözleriyle umudu insanlara armağan etmek için tereddüt etmeyendir.
Meydanların boyu uzar, bindirilmiş kıtalar taşındıkça genişler meydanlar. Onun yazdığı mektubu okuyanlar, onu asanları yargılamak iddiasıyla sesine ağlamanın tılsımını yükler. Bir yanda liberal çıkmaz bir yanda asanların iktidarda olma keyfi.
Erdal Eren; apansız havalanan güvercinlerin kanatlarındaki sestir. Sokak ortasında kurşunlananların özgeçmişinde ondan öyküler vardır. Soğuk duvarların arkasında hayata gülümseyen ve artık hayata gülümsemesi “devlet ve tabiat” nedeniyle olanaksız olanlar ondan öyküler taşır bedenlerinde. Kimselerin haberi olmadan gömülenler gibi. Cumartesi fotoğraflarına bakmaktan kaçındığımız o sessiz kalabalık gibi. Neden olmasın?
Hepimizin içtenlikle söylediği şarkılara eşlik eder, zamanın bedelini ödemekten çekinmeyen bir gençliğin nehir şiiridir. Sözcükler çoğalır orada. Zamana karşı direnen sözcükler, zamanın açtığı yaralara karşı durmak için çok iyi bir gerekçedir.
O bizim hiç büyümemiş kardeşimizdir. Bundan içimizde daima 17 yaşında bir militanın son sözleri çağlar. Dünden yarına, dünden yarına, dünden yarına…
Erdal Eren memleketin gencecik sesidir. (CHZ/HK)
* C. Hakkı Zariç, Türkiye Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi