Günümüzün gözde belgesellerinden olan "Nasıl Yapılır?" belgeselini hiç izlediniz mi bilmem. Hammaddenin fabrikaya girişinden tutun da jenerik müziğine kadar herşey o kadar hızlı anlatılır ki bir de bakmışsınız kayan bant sistemi görüntüleri arasında hammadde mamule dönüşmüş, birkaç dakika içinde paketlenip satışa çıkarılmış bile. Belgesel boyunca görüp göreceğiniz bir ya da iki işçidir ki onlar da ekrana geldikleri gibi saniyeler içinde kaybolup giderler. Ürün paketlenip satışa çıkarılana dek, o işçi bu ürünü üretirken ne yaşar, kayan bant başında tuvalete bile gidememek sağlığına nasıl tesir eder, iş yerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmış mı bilmezsiniz. Hele ki teknoloji sayesinde “kolaylaşan” üretim sürecinin ücret karşılığı neye tekabül eder, meselesi tümden ortada kalır.
İşçinin üretim süreçlerine yabancılaşması ve üretim araçlarından koparılması süreci yeni değil elbet. Kapitalizmin Batı Avrupa'da ilk gelişimiyle birlikte başlayan süreç Taylorizm'in gelişimi ile sonuçlanmış. 1930’larda Fordizm'in, Taylor’un ayrıntılı iş bölümünü alıp fabrikada kayar bant sistemine çevirerek, makinalaşma ile çok sayıda ucuza mal üretmeyi başarması ile yeni bir aşamaya geçilmiş. Eskiden işin başından sonuna tüm süreci yöneten/yürüten işçiler artık işin sadece bir kısmını yürüten niteliksiz emeğe dönüşmüşler ve karar süreçlerinden dışlanmışlar. Yine bu dönem emeğin niteliksizleşmesi sonucu patronların işçiye bağımlılığı azalıp işten atmaların kolaylaştığı ve işçilerin de haklarını korumak için kitle sendikacılığına yöneldiği dönemler...
1970’lerin sonuna gelindiğinde ise mevcut ekonomik kriz, fordist üretim tarzında ilk yatırım maliyetlerinin artması ve pazarın taleplerine hızlı yanıt verememe sonucunu doğurmuş, kâr oranlarının düşmesiyle birlikte yeni bir sermaye birikimi sürecine geçilmiş. Post Fordizim denilen bu süreç, özelleştirme ve sendikasızlaştırma saldırıları altında, esnek üretim sisteminin getirildiği ve üretimin zaman içinde büyük fabrikalardan küçük atölyelere kaydırıldığı bir dönem. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte farklı coğrafyalarda üretim yapmak mümkün hale gelerek sermaye küresel ölçekte üretim yapmaya başlamış ve ulusötesi şirketler ortaya çıkmış. Bu dönemde nispeten emeğin niteliği artsa da rızaya dayalı olarak çalışma süreleri uzatılarak maliyetler düşürülmeye çalışılmış ve işçiler örgütsüz, ucuz iş gücü haline getirilmiş. Kitle sendikacılığının yerine getirilen işyeri sendikacılığı ve emeğin parçalı hale getirilmesi örgütlenmeyi de zorlaştırmış durumda.
İşlerin hızlanması ile kâr oranları artan şirketler hızlarını alamamış olacak ki tüketimi de örgütlemek adına hızlı sektörler denen bir yapıyı geliştirmişler. İnsanın, hayvanın, doğanın hiçe sayıldığı bu yapı bugün aynı zamanda değişen dönüşen işçi sınıfının en yoğun istihdam edildiği sektörleri içinde barındırıyor. Özellikle merdiven altı atölyelerde ucuz işgücü olarak kadın, çocuk ve göçmen işçilerin çalıştığı bu sektörlerde bir avuç elit yüksek kârlar elde etsin diye milyonlar kan revan içinde ömür tüketiyor, doğal kaynaklar çarçur ediliyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği en önemli sorun haline dönüşüyor. Hızlı üret, hızlı tüket kazancımızdan olmayalım diyen sermaye, bizim canımız, kanımız üzerinden sizce de yeterince hızlanmadı mı?
Eric Schlosser’in yazdığı Hamburger Cumhuriyeti (1) kitabını okuyanlar bilir, hızlı gıda (fast food) tüketmek ölüm yolculuğuna çıkmak gibi. Hızlı gıda sektörünün mutfağında ne yediğimizi asla bilemediğimiz lezzet artıran kimyasal karışımlar, düşük işçi ücretleri, kullan-at plastik malzemelerin oluşturduğu çöp yığınları ve aslında değişen dönüşen yemek kültürüyle birlikte halk sağlığı sorunu var. 1940’lı yıllarla birlikte yaygınlaşmaya başlayan hızlı gıda sektörü bugün ülkemizde 17,5 milyar doları aşan cirosuyla hazır yemek sektöründeki payını yüzde 30’a çıkarmış durumda. Pazar büyürken özellikle Amerika ve İngiltere’de hızlı gıda sektöründe çalışan işçiler (2) bu sektöre karşı örgütlenerek hak arama mücadelelerini yükseltiyorlar. Geçimlik ücretlerin düşüklüğü nedeniyle tek başlarına hayatlarını idame ettiremeyen işçilerin hareketi pek çok ülkeye ve bölgeye yayılmış durumda.
Gerçek maliyetlerin kat be kat yüksek olduğu hızlı sektörlerden biri de hızlı moda (fast fashion) sektörü. Hızlı moda sektörü de 1990’lı yıllarla birlikte yaygınlaşmaya başlamış ve bugün ülkemizde 17 milyar dolar olan ihracat hacmini 33 milyar dolara çıkarmaya hedefleyen devasa bir sektör haline gelmiş. (3) Hızlı moda sektörünün geri planında da yoğun kimyasal kullanımı, geniş emek sömürüsü ve mikrofiber atıklar vasıtasıyla geri dönülemez bir biçimde çevrenin tüketilmesi var. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen moda endüstrisi de tıpkı hızlı gıda endüstrisi gibi işçilere güvencesiz, sağlıksız koşullarda haftalık 60 saatleri bulan çalışma düzenini dayatıyor. Hızlı moda üretim hızını artırırken işçi ücretlerini de giderek daha çok düşürüyor. Bu sebeple 2000’lerin başında Türkiye bir tekstil cenneti iken bugün üretim Bangladeş, Çin, Kamboçya ve Vietnam’a kaymış durumda. Ekonomik olarak tekelci moda endüstrisine bağımlı olan bu ülkelerde çocuk, kadın ve göçmen işçilerin ellerine haftalık 100 doların altında bir ücret geçiyor ve işçiler de tıpkı hızlı gıda işçileri gibi örgütlenerek direnmeye ve hayatta kalmaya çalışıyorlar. (4)
Hızlı sektörlerden biri de hızlı mobilya (fast furniture) sektörü. Kullan-at tarzı, ucuz mobilyalar bir yandan ormanları yok ederken bir yandan da oluşturduğu çöp yığınları nedeniyle ciddi çevre kirliliğine neden oluyorlar. Özellikle Güneydoğu Asya ve Batı Afrika’daki kadim ormanları talan eden, yasadışı kereste ticaretini yaygınlaştıran hızlı mobilya sektörü 1990’lı yılların sonuna doğru başlamış, 2018 yılı itibarıyla ülkemizde 3 milyar dolarlık ihracaat beklentisi olan bir sektör durumunda. (5) Mobilya üretiminin geri planında ise yüksek enerji tüketimi ve insan sağlığına kanserojen etkileri olan formaldehit gibi zararlı kimyasalların kullanılması var. Bu sektörde çalışan işçilerin yaşam ve sağlık koşulları da son derece kötü. Özellikle mahpus ve çocuk işçiliğinin yaygın olarak kullanıldığı hızlı mobilya sektöründe kaçak çalıştırma, sigortasız çalıştırma, asgari ücret üzerinden ücretlendirme uygulamaları ise son derece yaygın.
Bir de adının başında hızlı yazmayıp, hızın önemli olduğu sektörler var. Performansa göre ücretlendirme sistemi de denilen bu sistemle herhangi bir sektör içindeki işçi, esnek çalışma düzenine ve yalın üretime geçirilmiş oluyor. Örneğin daha çok hasta daha çok kâr demek diyen piyasacı sağlık sektöründe, sağlık işçileri (6) en başta da hekimler, hastaları daha hızlı muayene etmeye, tanı ve teşhislerde daha çok teknoloji kullanmaya zorlanıyor. Hekimler nezdinde emeğin niteliği düşürülürken, hemşire, temizlikçi, hasta bakıcı, güvenlikçi gibi hastane çalışanları, güvencesiz koşullarda düşük ücretle istihdam ediliyor. Şifa dağıtan yerler olan hastaneler, çalışanlar için sağlıksız koşullar üretmeye ve sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürmeye devam ediyor.
Yine havacılık sektöründe de benzer bir durum söz konusu. Uçuş ekibi üzerindeki performans baskısı, hızın artırılması için uygulanıyor. Çünkü uçuş sayısı kâr oranlarını belirliyor. Uçuş ekibi üzerindeki süre baskısı ise uçuşun kalitesini, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini yerle bir ediyor. Pilotlar dışındaki yer ekipleri, hostesler, teknik ekip gibi havacılık sektörü çalışanları düşük ücretle güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda bırakılıyor. İnşaat sektöründe de durum aynı teknolojiyle birlikte hız artırılıyor, devasa binalar yoğun emek sömürüsüyle kısa sürede bitirilmeye çalışılıyor. Kaba yapıcılar, inceciler, mekanikçiler, elektirikçiler gibi çok katmanlı işler taşere edilerek işçilere düşük ücret ve güvencesiz koşullar dayatılıyor. İşçilerin kaldığı barınak koşulları kötüleşirken, şantiyede alınmayan İSİG önlemleri nedeniyle iş cinayetleri artarak devam ediyor.
Örnekler daha da artırılabilir, çeşitlendirilebilir elbet. Ancak, hızın arttığı bu sektörler diğer yandan finans sektörünün çıkardığı araçlarla, sömürü sistemini derinleştirip, halkı daha çok tüketmeye teşvik ediyor. Sağlık poliçesi, ev kredisi, araç kredisi, tüketim kredisi derken borçlanarak yaşamaya ve geçimlik ücretini çıkarmak için daha çok çalışmaya rıza gösteren işçilerin sayısı, sermayenin ise kârı hızla artıyor.
Üretimden tüketime hayatın her alanında artan hız konusunda sermayenin talepleri bitecek gibi görünmüyor. Hızlanmanın sonucu, iş cinayetlerinin işçi kırımına dönüşmesidir. Yeterince hızlandık ve artık yavaşlamanın yanı sıra hayatın her alanında birleşik mücadelenin (7) yöntem ve araçlarını hayata geçirmeliyiz. Çünkü mücadelenin yönünü emeğin küresel ölçekte örgütlenmesi belirleyecek... (SE/AS)
Kaynaklar:
1- http://www.metiskitap.com/catalog/book/5256
2- http://isyandan.org/haberler/ingiltere-ve-abdde-hazir-yiyecek-zincirlerinde-grev/
3- http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/hazir-giyimde-ihracati-ikiye-katlayacagiz-40806314
4- http://www.yeryuzupostasi.org/2017/09/11/vietnamda-6-bin-tekstil-iscisi-greve-cikti/
5- https://www.haberler.com/mobilya-sektoru-2018-de-ihracat-odakli-buyuyecek-10455338-haberi/
6- http://siyasihaber3.org/yalin-saglik-6-performansla-ucretlendirme-isgucunun-parcalanmasi-vasifsizlasma-ve-asiri-uzmanlasma
7- http://www.guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=19332:bir-birlesik-mucadele-alani-olarak-isci-sagligi-is-guvenligi-ve-isig-meclisi-cetin-durukanoglu&catid=130:makaleler&Itemid=240